Devlet, teröristle pazarlık etmez! Yıldırım Türker Devlet, teröristle pazarlık etmez! Devlet, öldüremeyip
beslemek zorunda kaldığı düşmanlarının asal ihtiyaçlarını karşılamak
zorunda değildir. Devlet, uluslararası yasalara imza atarak varlığını
meşru kılmakla yükümlüdür. Devlet, bu yasaları ihlal ederken vatandaşının
kendisine suç ortaklığı etmesini talep eder. Devlet, bu suç ortaklığını reddeden vatandaşını
vatan haini ilân etmek ve gereğini düşünmekle yükümlüdür. Devletin dayattığı tasarruf paketinde kendisiyle
suç ortaklığına yanaşmayan vatandaşları dolaşımdan çıkarmak da tavizsiz
bir şart olarak bulunur. Devlet, erkektir. Devlete şefkat yakışmaz. Vicdana hiç aşina değildir.
Devlet, adalete hiç yüz vermeyen bir hukuk devleti
olma iddiasındadır. Devletin hukuk devleti olduğu yalanına devletin
hiçbir katmanından hiç kimse inanmaz. Devlet, ikide bir ekonomik olduğu ileri sürülen
krizlerle sarsılır. Devlet, bu krizlerden en kolay ezebileceği halk
katmanlarını sorumlu tutar ve bütün krizleri onlara ödetir. Devletin gözünde cezalandırmak, zulmetmektir. Devletin bildiği, zulmederek öldürmektir. Devlet, karşısında bir iradenin direnişini hissettiği
an iyice vahşileşebilme hakkına sahiptir. Devlet, tutuklusuna, uygun gördüğü her türden muamelede
bulunmakta özgürdür. Devlet, teröristle pazarlık etmez. * * * Devletin tanımını iyice bellemekte yarar var. Ölüm
Bakanı, küstüm çiçeği Türk, devletinin onurunu, delikanlılığını koruyor
hâlâ. Mahkûmlarla görüşme yapılması mümkün değildir, diyor. Gebersinler
diyenlerle birlikte devletin başına çökmüş olan bu zarif beyefendi,
sessizliğine, umursamazlığına tespih çeker gibi bir bir kurban ettiği
insanlar hakkında neler hissediyor, bilmek mümkün değil. Bunu bilmenin,
Türkiyeli olmanın dayattığı hiçbir çıkmazı çözmemize yararı olmayacak
nasılsa. Sonuçta sahte olduğunu iddia ettiği ölüm orucunun her gün birkaç
cana mal olur hale gelmesi tam da ekonomik tasarruf paketinin açıklanmasına
denk düştü. Devletin tanımını iyice bellemekte yarar var. Devrildikten
hemen sonra dünya tarafından Filistinin satışıyla görevlendirilen
ebedi Cumhurbaşkanımızın aile fertleri birer birer sorgulanıyor. New
Yorkun JFK Havaalanında limuzininden indirilen şahıs uzun
süre devletin kilit noktasındaydı. Olsun. Devlet, pişkindir. Burnundan
kıl aldırmaz. Kimsenin itibarına halel gelmez. Tasarruf tedbirleriyle büyük tenzilata tabi tutulan;
işinden atılıp açlığa mahkûm bırakılan, ölümüne göz yumulan, insandan
sayılmayanlar bu devletin itibarsız kurbanları olarak bir çırpıda unutulacaklar.
Bu yazı yazılırken ölüm orucunda hayatını kaybedenlerin
sayısı 14e çıkmıştı. Artık bir müdahalede bulunmanın zamanı geldiğine
ikna olan TÜSİAD da sonunda sesini yükseltti: Kamuoyunun ekonomik
kriz konusunda odaklandığı bugünlerde ölüm oruçlarının sona erdirilmesi
konusunda somut adımlar atmayan hükümetin ve konuyla ilgili merci olan
Adalet Bakanlığının kayıtsızlığının demokratik hukuk devletine
uygun olmayan bir davranış olduğu görüşündeyiz. dedi. Hükümetin
yalnızca sorumluluklarının değil, vicdanının da gereğini yerine getirmesi
gerektiğini bildiren sanayici ve işadamları hayli gecikmeli de olsa
kendilerini aklamış oldu. Mevsim açılışına denk düşen ölümlerin turizmi
zedeleyeceğinden kaygılanan, popülizme karşı Cherokee cipiyle arzı endam
eyleyen genç Turizm Bakanı lafı onlar kadar dolandırmamıştı. Bu ¨lümlerin
devletin ekonomik çıkarlarını kötü yönde etkileyeceği kaygısı belirdi
çoktan. Muktedirler insan hayatından tenzilata gitmenin uygar
dünyada pek kârlı bir önlem olmadığını anlamaya başladılar. Devlet, bir yolunu bulacak. Ölümler arttıkça üstüne
gelenler çoğaldı. Maalesef bu inatçı insanlar hayatlarını, insan muamelesi
görme talepleri uğruna devletin başına çalmaya devam ediyor. Ölüm oruçlarında
bir çözüme gitmek zorunda kalındıysa, bunun müsebbibi, açıkça söyleyelim
ki, milletin vicdan duygusu, halkın insanlık ülküsünde ayak diremesi
değildir. Devlet, halkının vicdanını çoktan yiyip bitirmiş;
baskı ve zulümle çoktan kendine suç ortağı etmiştir. Devletin gururla,
birlik ve beraberlik çimentosuna daldırarak tuttuğu halk, birbirini
yiyor. Tecavüz vakalarının bunca arttığı bir dönem yok, bu toprakların
tarihinde. Genç kızlar töre cinayetlerine kurban gidiyor. Küçücük çocuklar
kaçırılıp tecavüze uğradıktan sonra çuvallarla oraya buraya atılıyor.
Bir çocuğun katledilmesinden milliyetçi bir ayaklanma çıkarabilen, yegâne
güç gösterisi oy vermeyeceğim olan halkın zaferi değil,
kayıtsız Adalet ve Ölüm Bakanının telaşlanması. Ticaret aksamasın
telaşına düştü vatanın muktedir severleri. Yoksa hepimiz gayet iyi biliriz
ki..... Devlet, teröristle pazarlık etmez! Radikal/22 Nisan 01
Seyirlik ölüm...
Herhalde bunların Hayata dönüş projesini
izliyorsunuzdur. Hayatta kimse kalmadı. Sadece son günlerde açlık grevi ve ölüm oruçlarında
ölenlerin sayısı, bu yazı yazıldığı saatlerde 14. Altı ayda ölenlerin-öldürülenlerin
sayısı ise 45. Her an ölüm haberleri geliyor. İnsanın bahçesindeki kuşlar bile böyle bir bir
düşüp ölse, duyarsız kalamaz, telaşlanır. Ama bunlar umursamıyorlar. Sırf bedenleri değil... Duyguları kör, yürekleri sağır, vicdanları dilsiz. *** Siz hiç böyle Hayata dönüş projesi
duydunuz mu?.. Hayata döndürmeye karar verdiklerinin hepsi ölüyor. Biliyorsunuz: İçerde ne kadar hırsız-uğursuz-katil varsa Kader
kurbanı diyerek dışarı saldılar. Sistemin kurbanı
siyasi tutuklu ve hükümlüler içerde kaldılar. Yeni geçilen F tipi cezaevlerinde nelerin olduğunu
kimse bilmiyor. Her gün sadece ölüm haberleri geliyor. Ölümün soğuk haberi. *** Tutuklu ve hükümlüler ayrı ayrı hücrelere konulduklarına
göre, daha önce Onları örgüt ölüme gönderiyor savı demek
ki doğru değildi. O zaman niçin?.. Hangi güç, hangi çıkmaz, hangi baskı, daha yaşamın
başındaki genç insanları ölüme razı ediyor?.. Tepki gösterebilen tek iktidar milletvekili Rıdvan
Budak bile Seyirci kalındı dediğine göre, neler oluyor?.. Hırsızı-katili dışarı salıp, onların dışarda yüzlerce
masum insanın canına kıymasına sebep olan ahmaklık, bu kez de avucunun
içindeki mahkûmları koruyamayacak kadar aptal mı?.. *** Mahkûmların da hakları vardır. Hukukun çöktüğü, adaletin yok olduğu, dışarda dahi
hukuk trajedilerinin yaşandığı, sağlıklı insanların bile adalet kapısında
çıldırdıkları bir ülkede, içerde nelerin döndüğünü bizler bilemeyiz. Ama Hayata dönüş projesi deyip,
güya kurtarmak istediklerinin hepsini öldürenlerin basiretsizliği ortada. Biraz vicdanı olan insanlar -sebebi kim ve ne olursa
olsun- bu cinayetlerin durdurulmasını istiyorlar, o kadar. Yoksa seyirlik mi ölümler?.. Nasıl?.. Hürriyet/20 Nisan 01
Hayata tabut içinde dönenler M. İlhan Erdost . Evet, biliyorum artık çok geç. Çünkü, artık insanın
öldüğünü, binaların ise kutsandığı farklı bir uygarlık çağını yaşıyoruz.
Ölüm orucunun 60ıncı gününde, artık
günlerin değil, saatin tiktaklarının ölümün nabzını tuttuğu, şairin
dizeleriyle, anne sütünden yapılan heykelin bir sünger taşına dönüşmeye
başladığı günlerde, Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHAK) kurucu
üyeleri adına yapılan basın açıklamasında; ölüm orucuna yatanların
düşünceleri, yöntemleri beğenilmese de, onların da, daha onurlu bir
yaşam ve daha güzel bir gelecek düşlediklerinin yadsınamayacağı
vurgulanmış ve Bu düşü, bir kez de demokratik sol
ellerde soldurmayalım, söndürmeyelim. Bu yüzleri, gülen bir Türkiye
özleyenler adına, öldürmeyelim diye seslenilmişti. Yanıtı Hayata Dönüş Operasyonu oldu.
30 genç insan, hayata dönüş adı altında tabuta kondu. Operasyon
kararı verenler, tabut içinde hayata dönenlerin sayısının,
kendi tahminlerinin çok altında olduğunu sevinerek yinelediler. O günden
bugüne yüz gün daha geçti. Şimdi onların tahminlerini doğrularcasına,
içerdekiler her gün birer ikişer hayata dönüyorlar! Sesin, sözün, aklın, yüreğin ve hemen her şeyin
tükendiği yerde ve ülkede, hayata dönüşü tabutlarda ve anaların
ezilen ezgilerinde solumak, insan hakları savunurlarına yapamamanın
elemini veriyor. İnsanlar, binaları, insanları yaşatmak için yaparlar.
Bir bakıma cezaevlerini de. F-tipi cezaevlerinin ise, insanın insan
kimliğini ezmek için, onurunu kırmak için, bedenini kurşun eritir gibi
eriterek tüketmek için yapıldığını, bu cezaevlerinde her gün soluksuz
kalan gencecik insanların kefene sarılan bedenleri kanıtlıyor. Evrensel/20 Nisan 01
Yine ölüm, yine ölüm yazısı
(...) Böyle birtakım tanımadığımız, etmediğimiz
çocuklar TC hapishanelerinde, ordan kaldırıldıkları TC hastanelerinde
sapır sapır dökülüyorlar mı demeliyim? Ölüyorlar! Ölüyor işte onlar: Canlarından oluyorlar! Hikmet Sami Türk isimli DSPli bakanın cisminde,
taytay Başbakanımızın MHP ve ANAPlı koalisyon hükümeti, 20 cezaevine
19 Aralık gecesi Türkiye ve dünya tarihine geçecek bir operasyon
düzenlendi. Utanmadan etmeden (bazı insani duygularla bağlarını hepten
koparmış vaziyetteler) bu operasyona Hayata Dönüş adını
verdiler. Bu adın, bu harekâtın gerekçesi neydi biliyor musunuz?
Ölüm orucunda KİMSENİN hayatını kaybetmemesi. Bu ağır şefkatle
kuşatma operasyonunda, kaç kişi hayatını kaybetti biliyor musunuz? 32
kişi! İkisi asker, otuzu mahkûm. Dünya tarihine geçti geçmesine operasyon.
Böylesine kanlı harflerle Türkiye, bir sayfayı bezeyiverdi! Helal olsun. Şefkatle hayata döndürüş operasyonlarının ardından,
sağ kalan talihlileri, yara bere içinde F tipi adını verdikleri
dünyada -mahkûmlara reva gördükleri koşullar nedeniyle- eşi benzeri
olmayan tek kişilik, üç kişilik hücrelere tıkıverdiler. Gelsin aileleriyle açık görüşe izin vermemeler,
avukatlarıyla görüştürmemeler, avukatlara, ailelere inanılmaz keyfi
eziyetler, tretman adı altında abuk sabuk programlar, din
dersi alacaksınız diye tutturmalar, istedikleri dergi ve kitapları dahi
okutturmamalar; ama en mühimi ağır bir tecrit: mahkûmlar için hazırlanmış
ortak kullanım alanlarını öldür Allah açmamalar, her birini ağır bir
yalnızlığa, çıldırtıcı bir yoksunluğa fazladan (zira insan cezasının
üstüne ceza çeker mi?) mahkûm etmeler... Durum budur hanımlar, beyler. Liberalseniz, hümanistseniz,
biraz daha adam gibi bir gazeteyi okuma basiretine sahipseniz; resimlerini
gördüğünüz, cesetlerini gördüğünüz o sakallı sakallı çocukları, kara
gözlü kara kaşlı kızları kadınları ölüme yollayan; onların ölümünde
arsızca ısrarcı olan ve kendini yaş tahtaya basmaz, taviz vermez addeden
rezil zihniyetin, içler acısı iktidarsızlığın, aldırışsızlığın fotoğrafı
budur. Şimdi bu zihniyetin cismanileşmiş suretine, Hikmet
Sami Türkün Bakan tedbiri almış! haberinin yanındaki
fotoğrafına bakıyorum. Yeni doğmuş kedi yavrularına benzeyen munis bir
yüzü var. Ufak tefek bir adam. Bir profesör. Dersin ki, sanırsın ki;
medeni bir insan. Adalet Bakanlığını bu naçar memleketin, bu yok
yoklar kadrosunda, emanet edebileceğin, hiç yoktan iyidir, diğerlerinden
evladır bir adam. Oysa Hikmet Sami bey, en katısından da katı, en
kalpsizinden de kalpsiz, çıktı. Zira Hikmet Sami bey, aldırışsızlığın
ve zayıflığın zırhını kuşanmış. Tıpkı genel başkanı gibi: En tehlikeli.
Zira Hikmet Sami bey sorumluluktan sıyırtmakla, sorundan sıyırtacağını
zannediyor. Olana bitene gözümü, kulağımı kaparsam, kendi kendine
çözülür; bu mesele de beni rahat bırakır, zannediyor. (...) Hakikat şu ki: Bu çocuklar ta başından beri gözden
çıkarılmışlardır. Büyük medya olsun, ekonomiye kilitlenmiş münevver
bozuntusu kütleler olsun, iktidarsızlığın inatçı üstatlarından müteşekkil
hükümet olsun; en başından beri bu çocuklara beş kuruşluk
(onların her şeyi kuruş, dolar, kur, rant) değer vermemektedirler. Bu
canlar gitmekte, bu beyler gece yataklarına girip hiçbir sorumluluk
hissetmeden birer uyku çekmektedirler. Evrenin sonsuzluğunda, dilerim,
büyük bir plan vardır. Ve bu planda, yapılanlar, yapanların yanına kâr
kalmaz. Kaygusuzluğun, abdallığın, aldırışsızlığın, zulmün bir bedeli
vardır. Sonsuzlukta, dilerim, ödenmektedir. Ödenir. Radikal/15 Nisan 2001
Yaşam ve ölüm üzerine bir dilekçe
Sayın Bülent Ecevit, ben 50 yaşında bir hekim ve
bir öğretim üyesiyim. İstanbul Tabip Odasınca görevlendirilerek
ölüm orucunda olan tutukluların sağlık durumlarını izlemek üzere Kartal
ve Bayrampaşa cezaevlerine gittim. Muayene ettiklerim benim için ete
ve kemiğe büründüler; hepsinin bir adı var artık. Saçlarının, tenlerinin,
gözlerinin rengini, hâlâ gülebilen yüzlerini, bakışlarının doğrudanlığını,
ifadelerinin yalınlığını biliyorum ve günden güne yitirdikleri gramların
hesabını yapabiliyorum. Onlara, ayrılırken hoşça kal, kendine
iyi bak diyememenin inanılmaz sıkıntısını yaşıyorum. Oyumu hep
yaşamdan yana koyduğum için oradaydım; ancak görmek, bilmek ve zaman
ayırmak, itiraf etmeliyim ki beni çok etkiledi. Kendimce çok önemli
saydığım bazı şeyler öğrendim orada. Sizin soruml olduğunuz her konuyu
doğrudan bilmek, görmek ve yoğunlaşmak için yeterli zamanınız olamayacağını
düşünerek, bunları acil olarak size aktarmak istedim. Bir kere bu eylemin bir intihar eylemi olmadığını
anladım. Çünkü ancak ölümü yaşama tercih edenler, yaşamın artık sürdürmeye
değer olmadığını düşünenler intihar ederler. Bu genç insanların ise
ölmek istemediğini, yaşamayı hem de çok sevdiklerini, tam da bu nedenle,
yani yaşamı çok değerli buldukları için tek ve en değerli varlıklarını
öne sürdüklerini kavradım. Yaşamaya programlanmış genç ve sağlıklı vücutların
ölmesinin ise ne kadar zor olduğunu fark ettim. Olur da bir iletişim
zemini sağlanır ve ölüm orucuna gerek kalmazsa geri dönüşümsüz sakatlık
olmasın diye alınan B- vitaminlerini tüm itirazlarımıza karşın nasıl
bıraktıklarına tanık oldum. Onların gizliden beslendiğini düşünen ve
niye bir türlü ölemediklerini merak eden kesimlerin içindeki şüpheleri
rtadan kaldırmak ve yaptıklarının ciddiye alınmasını sağlamak için başka
çarelerinin kalmadığını dinlemek durumunda kaldım. (...) Cumhuriyet/20 Nisan 2001
Sahtekârlar inançları uğruna asla ölümü
göze alamazlar
Dünyada ölümü göze alan bir insandan daha tehlikeli
bir bomba var mıdır? Bazılarının iddia ettiği gibi... Örgüt emri ve
baskısıyla kim ölümü göze alabilir? İnanmayan insanı ölüme sürüklemek
kolay mı? Hareketleri (onların deyimiyle) eylemleri doğrudur, yanlıştır,
faydalı ya da zararlıdır. O ayrı mesele. (...) Onların davalarına
samimiyetle inandıklarından şahsen ben eminim. Çünkü sahtekârlar inançları
uğruna asla ölümü göze alamazlar. Eylemlerini tasvip etmeyebilirsiniz.
Ancak onları şunun-bunun kuklası, aldatılmış zavallılar, emirle açlık
grevine yatacak kadar kişiliksiz ve değersiz insanlar olarak göstermeye
asla hakkınız yok. Ömründe herhangi bir dava, gerçek veya ideal için bir parmaklarını dahi feda etmeyi göze alamayan insanların, hayatlarını ortaya koymuş olanları küçümsemeye, onları tahkir ve tezyif etmeye hiçbir zaman hakları olamaz. (...) Akit/24 Nisan 01
İnce çizgi
(...) Belleğimde isimleri yok. Ama ölüme yatmış
tutuklulardan gelmiş birkaç mektubun, birkaç cümlesi bilincime kazınmış:
Bizimle alay ediyorlar. Bu kadar uzun açlık grevi olur muymuş?
Şeker, su alıyorlar. Kına yaksınlar. Şekeri, suyu da kesiyoruz. Ancak
biz öldüğümüzde içleri rahat edecek. İnanmak zorunda kalacaklar..
(...) İnsanoğlu altından kalkamayacağı sorumluluklardan
kaçmak, vicdanını rahatlatmak üzere, öncelikle kendini kandırmak üzere
bir yol buluyor. Doğru ile yanlış, haklı ile haksız arasındaki ince
çizgi işte tam da buradan kırılıyor. (...) İşte tam da ince çizginin kırıldığı bu noktada,
Yaşamı devletin güvencesine teslim edilmiş insanların, hem de
yaşam kurtarma operasyonu gibi bir ad altında, cezaevinde
tutuklu iken öldürülmeleri sonuçta cinayet değil mi? Devlet adına işlenen
bu ağır suçun hesabı yok mu? Hani yeni cezaevleri tecrit etme, bir bir
kimliğini yok etme olmayacaktı? Birlikte iken, koğuşta zorla açlık grevine
itiliyorlardı da, şimdi bir bir nasıl ölüyorlar? Neden ölüme yatıyorlar?
Devlet, güvencesindeki insanların bir bir ölmelerine nasıl seyirci kalabilir?..
sorularını sormak pek de işimize gelmiyor. (....) Cumhuriyet/17 Nisan 2001
Basında Ölüm Orucu direnişi...
(...) Bu sözlerden sonra aradan bir gün geçmeden
siyasal suçluların kaldığı cezaevlerine kanlı bir operasyon düzenlendi.
İş makineleriyle duvarlar delindi, bacalar genişletildi, ateşli silahlarla
ve gaz bombalarıyla koğuşlara girildi. 30 tutuklu ve hükümlü yaşamını
yitirdi. Sayın Mehmet Bekaroğlunun da söylediği gibi verilen sözlerin
ölüm oruçlarını durdurmak için değil, F tipi cezaevlerine nakillerin
yapılması için bir oyalama olduğu anlaşıldı. Zaten İçişleri Bakanı da
daha önce bu konuda bir yıldan beri hazırlıkların yapıldığını açıklamıştı.
Bu operasyon sonunda yaşamını yitiren 30 kişinin yanı sıra yaralanan,
sakatlananlar da olmuştu. İşte böyle bir yöntemle hükümlü ve tutuklular
F tipi cezaevlerine taşındı, taşınmada da taşınanların üzerinde baskı
ve işkenceler sürdü. Bütün bunlara karşın tutuklu ve hükümlüler ve aracı
kurul yine görüşme isteğinde bulundular. Bu istekler yanıtsız kaldı.
Daha önce yapılması konusunda söz verilen yasal düzenlemeler de
bugüne kadar yapılmadı. Ölüm oruçları ve ölüm olayları bu
cezaevlerinde de sürüyor. Her gün yürekleri dağlayan yeni ölüm haberleri
geliyor. (...) F tipi cezaevlerinden her gün ölüm haberleri
gelirken, ölümlerin artacağı anlaşılırken, bunu önleyecek önlemler alınacağı
ve söz verilen yasal düzenleme ve ortak mekânlar konusunda değişiklikler
yapılacağı yerde, göstermelik uygulamalara gidilmesini anlamak olanaksızdır.
(...) Halit Çelenk/Cumhuriyet/16 Nisan 2001 Hani Türkiyede ölüm cezası
uygulanmıyordu? F tipi hücrelerde ölümü dalgalı kur
gibi serbest bırakan Adalet Bakanlığının tutumu yüzünden cezaevleri
mezarlığa döndü. Ölüm orucunda yaşamını yitirenlerin sayısı dün
12ye yükseldi. Ani ölüm riski nedeniyle önümüzdeki günlerde toplu
kayıplar bekleniyor; çözümsüzlük bu hafta da sürerse 100ü aşkın
insan can verebilir. Bu çağdışı infazın sorumlusu Adalet Bakanı günlerdir
Mecliste Medeni Kanunla oyalanırken, Türkiye cezaevleri
ayıbıyla AB ve ABDnin insan hakları raporlarında dibe vuruyor. Clevelandda 25 yıldır cezaevlerinin iyileştirilmesi
konusunda çalışan Melda Türkerden e-mail geldi. ABDdeki
uzmanlığını F tipiyle ilgili tartışmalar sırasında Ankaraya aktarmaya
çalışan Melda Hanım başına gelenleri şöyle özetliyor: Son aylarda F tipinin hem güvenlik, hem de
tutuklu ve mahkumların yaşamı bakımından çok mahzurlu ve çağdışı olduğunu
anlatmaya çalıştım. Türkiyeye de geldim, ne yazık ki bu konudaki
gayretlerim Adalet Bakanlığının, bürokratların ve siyasi iradenin
çağdaş infaz sistemleri hakkındaki anlayışsızlığına, direncine maruz
kaldı. Sebeplerini anlamak çok güç, kabul etmek imkansız. F tipine nakiller gerçekleştikten sonraki suskunluğu
da yadırgadım. Türkiyede basın susarsa vay halimize... İşkenceyi
önleme komitesinin yazdığı rapor hiç de iyi değil. F tipleri mimari
tasarım ve binaları uzmanlar tarafından yakinen tetkik edilip gerekli
tadilatlar yapılmalıdır. Türkiye yanlış uygulamalar sonucu işe yaramayan
cezaevleri mezarlığı haline geldi... (...) Hikmet Sami Türk, Hayata Dönüş
operasyonuyla F tipine meşruiyet kazandırmaya çalışsa da, hücre tipi
cezaevlerine uygar dünya onay vermiyor. (....) Hani Türkiyede ölüm cezası uygulanmıyordu? Derya Sazak/Milliyet/16 nisan 2001 İnsanı soluksuz bırakan konu... (...) Çünkü ağır basan bir konu var.. Bir dostla konuşurken, telefon çaldığı zaman, pencereden
evin önündeki ağaca bakarken, bir kitabın yaprağını çevirirken, yemekte
lokmayı çiğnerken, su içerken, bir kibrit çakımı gibi parlayarak kendisini
anımsatan.. Kişiyi bunaltan, tedirginleştiren bir konu.. Hayır, ekonomik kriz değil bu.. Yaşamının ilkyazında ölüm orucuna bağlanıp sıralarını
bekleyen gençlerin konusu. Hapishanelerde birer birer ölüyorlar gençler..
Dün gece müthiş bir tarakayla uyandım.. Pencereyi açık bırakmıştım; gök gürültüsü karanlıkta
yankılar yapıyor, dolu taneleri halının üzerine saçılıyordu, bu konuyu
düşündüm. *** (...) Hiçbir siyasi parti ölüm oruçlarını dikkate
almıyor, koalisyon hükümeti sağır duvar!.. Çaresizlik insanın yüreğini
oyuyor. Bir ölüm.. Gazetelerdeki tek sütunluk haberler Çin işkencesi
gibi vicdanları oyuyor. *** (...) Ne yapmalı?.. Hapishanelerdeki ölümlerin suçunu paylaştığımızı
söylemekten başka yapılacak bir şey yok mu?.. Cezaevinde yanan mum gibi
eriyen gencin yaşamından sorumlu olduğumuzun farkında değil miyiz?..
Hangi dinden, mezhepten, öğretiden, ideolojiden
olursa olsun, ister suçlu ister suçsuz olsun, cezaevinde sönen hayatla
bizim de biraz daha öldüğümüzün bilincinden niçin bu kadar yoksunuz?.. İlhan Selçuk/Cumhuriyet/17 Nisan 2001 Ölüm orucu silahının namlusuna sürülen bedenler
(...) Bir cümle durmaksızın ekranda dolanıyor:
- Ölüm orucunda yaşamını yitirenlerin sayısı 13e
yükseldi... Bilgisayar dayatıyor: - Sana emanet edilmiş bu köşenin sorumluluğunu
üstlen. Bugün bu yazılır. Buza mı yazıyorum mızmızlığını bırak; Ankaranın
sessizliği direncini kırmasın. Ölüme yatmış genç kadın ve delikanlıların
çıkmayan sesleri köşende yankılanmayacaksa, yuf olsun senin gazeteciliğine...
Bilgisayar sorumluluğunu öğrendi. Bilgisayar öğrendi, Ankara öğrenmedi. Ankara utanç verici suskunluğunu, iğrendiren hantallığını
ve intikamcılığın ilkelliğini terk etmiyor. (...) Terörü kurutmak için yola çıkan devlet, terör
saçar oldu. Şimdi ektiklerini biçiyor. Gencecik insanlar bedenlerini
mermi yapıp ölüm orucu silahının namlusuna sürdüler. Ekranda bir cümle dolanıp duruyor: - Ölüm orucunda yaşamını yitirenlerin sayısı 13e
yükseldi... (....) Bu, her gün birer ikişer ölen çocuklarla
alay etmek, Siz ölmenize bakın, biz de siyasete devam edelim
demek değilse nedir? Yoksa bu, cinayet in bir başka adı
mıdır? Taammüden, önceden tasarlayarak, bilerek, sonuçlarının
farkında olarak adam öldürmenin adı cinayet değil midir? Medyaya düşen, çetele tutmak, on üç, on dört,
on beş, on altı... diye saymak mıdır? Kaça kadar sayacağız? Aydın Engin/Cumhuriyet/17 Nisan 2001 Ölümden ötesi Cezaevlerindeki ölüm orucu eylemleri hergün yeni
canlar almaya devam ediyor; tehlikeli bir dönemece girildi. 180 gündür
süren eylemlerde, bugüne kadar, destek için ölüme yatanlarla birlikte,
13 kişi öldü. Dışarının ilgisini duyurmasıyla eylemlere resmi
tepki hazırlıkları da fark edilmeye başladı. Olaya tehlike
boyutu katan da bu: Aralık ayında, tam bu noktada, cezaevlerine müdahale
kararı alınmış ve hâlâ zihinlerimizden silinmeyen kanlı olaylara yol
açılmıştı. Her an benzer bir gelişme yaşanabilir. Asmayalım da, besleyelim mi? bu topraklara
fazla yabancı olmayan bir yaklaşım. Bir önceki safhada, bir TBMM insan
hakları komisyonu üyesinin, Bırakalım gebersinler dediği
de basına yansıdı. Ölü sayısı 13e çıktığı halde kamuoyu hareketlenmediyse,
bunda, ölümü kanıksama duygusu da herhalde belli bir rol
oynuyor... (...) Oysa hayat ile birbirini tamamlayıcılığı
bulunan ölüm herkes için bir sınav. Bir insanın varolmak
karşısında yokoluşu tercih etmesi, yaşamaktansa ölmeye koşması kolay
algılanabilir bir olay değil; Türkiyede, gencecik insanlarla onların
acısını paylaşan yakınları işte tam da bunu yaparak bildik algılara
meydan okuyorlar. Onların ne istedikleri de önemli elbette, ancak daha
önemli olan onların talepleri hakkında bilinenler: Palas pandıras uygulamasına
geçilmiş F-tipi cezaevlerindeki eksik ve yanlışların varlığı...
(....) Tam bu noktada eli çabuk tutmayı gerektiren
alarm sinyaller veriyor. Ölüm orucuna yattığı bilinen 500 kadar kişiden
önemli bir miktarı yaşama sürelerini uzatmaya yarayan vitaminleri almayı
da bıraktı; ölümler bundan böyle de peşpeşe gelecektir. Zorla tıbbî
müdahalenin, 19 Aralıkta yaşananlar göz önünde bulundurulursa,
fazla bir kıymet-i harbiyesi yok; eylemciler zorla beslenmeye kendilerini
açmıyorlar çünkü... Doktorlar, tıbbî gözetim altında olduğu halde ölüme
yürüyenlerin varlığından söz ediyorlar. Olan karşısında tıp çaresiz...
(...) Ekonomiyi ölüme yatıran bir iktidarın terör
suçlusu mahkumların ölmelerinin ciddiyetini anlayıp tedbir alacaklarını
ummakla hata ediyoruz belki; ancak ekonomiyi diriltmek için de mahkumların
ölümünün önüne geçmek gerekiyor... Anlaşılması gereken şu: İnsanların ölmeye yattığı,
ölüm hücresi ve ölüm evi bulunan bir ülkede,
her oda bir ölüm hücresine, her ev bir ölüm evine dönmüş demektir. Fehmi Koru/Yeni Şafak/18 Nisan 2001 Mahkumlarının ölümü devleti muteber kılmaz!
(...) Gerçek şu ki, F Tipi eylemlerinin önlenememesi
ve terörist olmalarının yanısıra (!) herbiri bu ülkenin
vatandaşları olan mahkumların ölümlerinin değiştirilemez, sosyal bir
mukadderatmış gibi kayıtsızlıkla izlenmesi utanç vericidir. Sözcülüğü Adalet Bakanı Hikmet Sami Türke
yaptırılan resmi söylemin Devlet teröristle görüşmez tavrı,
kendi mantığıyla çelişmekte ve Türkiye Cumhuriyetinin itibarını
ayaklar altına almaktan başka bir sonuç doğurmamaktadır. Devlet daha
önce hem bu mahkumlarla, hem de başka alanlarda yine böyle itibar sorunu
yapılabilecek birçok konuda, birçok kişiyle sayısız defalar görüşmüştür.
Sorun devletin görüşmesi değil, neyi nasıl görüşeceğini bilmemesidir.
Bu bilmezlik yüzündendir ki koğuş sisteminden F Tipi uygulamasına, Bastillei
andırır bir kanlı baskınla, geride 24 ölü 131 yaralı bırakılarak geçilebilmiştir.
Mahkumla görüşmeyi gururuna yediremeyen devlet,
emrindeki cezaevlerini jandarma kuvvetleriyle basmakta beis görmemiş,
bu trajediye de inanılmaz bir kara mizah örneğiyle Hayata Dönüş
adını vermiştir. Şimdi de, hayata döndüremediği gibi hayata dair
problemlerini daha da artırdığı bu insanların eylemlerine kayıtsız kalmanın
bir politika olduğunu zannetmektedir. Ne bu kayıtsızlık bir politikadır ve ne de cezaevlerindeki
sorun çözülemez, aşılamaz bir sorundur. (...) Ülkenin başında gerçek bir siyasal irade,
yani hergün bir mahkumun açlığa yenilerek ölümünün, toplumda ve dünyada
doğurduğu negatif etkinin siyasal bedelini ödemekle yükümlü bir hükümet
bulunmayışından kaynaklanan bu trajediye, vakit geçirilmeden son verilmelidir.
Hükümeti by-pass eden devlet hiçbir şeyi göremiyorsa,
bu ayıbın ülkeye yüklediği marjinal maliyetin ekonomik krizden daha
kabarık ve daha itibar kaybettirici olduğunu görmelidir. Ülkenin,
milletin, hukukun ve insan haklarının
itibarı tüketilirken, bu bedeli canla ödenen inat sahte bir devlet
itibarı hazzıyla daha fazla sürdürülemez. (...) Mustafa Karaalioğlu/Yeni Şafak/18 Nisan 2001 Hücre yaşamı ortadan kalkmıyor (...) Bakan, Terörle Mücadele Yasasının 16.
maddesinde değişiklik yapacağından söz ediyor. Ancak bu değişikliği
yaparken ne baroların, ne tabip odalarının, ne ilgili sivil toplum kuruluşlarının
görüşlerine başvurdu. Ne de ölüm orucundaki insanların taleplerini dinledi.
Toplumda yeniden boş bir umut yaratıldı. Herkeste, sorun çözülüyor
beklentisi yeniden yaratıldı. Her gün ölümlerin süreceği görülüyor. Her günün,
her saatin önemi var. Ancak, sorun yine komisyonlara havale edilmiş
durumda. Üstelik bu hazırlanan değişikliklerin ölüm oruçlarını bitireceği
konusunda anlamsız bir beklenti topluma yayılıyor. Halbuki, hükümetin
ve Adalet Bakanının basına yansıyan tutumları, bu işin çözüleceği
konusunda olayı yakından bilenler için bir umut yaratmıyor. Başbakan, Devlet teröristle pazarlık etmez
diyor. Türkiyede terörist sözcüğüne yüklenen
anlam, konunun iyice çarpıtılmasına yol açıyor. Herkes biliyor ki, içerideki
genç insanların önemli bir çoğunluğu herhangi bir şiddet eyleminden
değil, afiş yapıştırmaktan, duvara yazı yazmaktan, pankart asmaktan,
mitinge katılmaktan, evinde yasak yayın bulundurmaktan,
aranan bir kişiyle aynı evi paylaşmaktan, yayın dağıtmaktan tutuklular
veya mahkûm edildiler. Hatta, F tipi cezaevlerindeki hücrelerde tutulan
gençlerin önemli bir kısmı henüz yargılanıyor, suçu bile sabit değil.
Bunları da terörist sayan kafa onların her türlü hukuki
ve insani haklarını ortadan kaldırmaktan çekinmiyor. Adalet Bakanının açıklamaları gösteriyor
ki; hücre yaşamı ortadan kalkmıyor. Teröristler bu üç kişilik
veya bir kişilik hücrelerde yaşamaya devam edecekler. Ancak, iyi
halli olanlar, tretman kapsamında, idarenin izin vereceği
yerde, izin vereceği koşullarda, izin verdiği kişilerle görüşebilecekler.
Devletin terörist saydığı bu tutuklu ve mahkûmlar, siyasi görüşleri
olan insanlar. Zaten cezaevine girmelerinin nedeni de siyasi tutum ve
eylemleri. Bu fikirleri beğenmeyebilirsiniz, zararlı da görebilirsiniz.
Ancak, onlara Ancak bu fikirlerini bırakırsan iyi halli sayılırsın
demek en temel insan haklarına aykırıdır. (...) 6 ay soruna duyarsız kalan yetkililer, yüzlerce
kişi ölüm sınırına gelince biraz hareketlendiler. Ancak, ne yaklaşımda
köklü bir değişiklik görünüyor, ne de bu ölümleri durduracak bir çabukluk.
(...) Oral Çalışlar/Cumhuriyet/21 Nisan 01 Sizin vicdanınız var mı? Daha kaç ölüm haberi geldiğinde, Bu nasıl bir ruh halidir ki, dizi dizi insan ölümlerini
huzur sözü ile özdeşleştirebiliyorsunuz? Bu nasıl bir huzur operasyonudur ki
hala insanlar hapishane köşelerinde, hastane köşelerinde ölüme gidiyor?
(...) Suratınızda bir kıpırtının, gülümseme maskenizde
bir değişmenin olmadığını tahmin edebiliyorum. Hele hele içinizde bir ürperti duyduğunuzu, ölüm
düşüncesini bir an için aklınızdan geçirdiğinizi hiç sanmıyorum. Peki
vicdanınızın sızladığı oluyor mu? (...) Siz profesörsünüz. Hem de hukuk profesörü
galiba. Devletlerin itibarının kendi vatandaşlarının ölümü
pahasına arttığı nerede görülmüştür? Ve nerede görülmüştür bir adalet bakanının, bu
kadar işkence, bu kadar, zulüm, bu kadar ölüm ve bu kadar ceset üzerine
hala politik hesaplar yaptığı? (...) Onlar zaten mahkum ve tutuklu. Onlar zaten
cezalarını çekmiyor mu? Yoksa sayın profesör, sizin kitabınızda, suç işleyen
ya da işlediği gerekçesiyle sanık sıfatıyla cezaevine konulan insanlar,
işledikleri suçlara göre ayrıca cezalandırılmalı mı? Mesela, devlet
düşmanı oldukları için, her türlü insanlık dışı muameleyi hak
mı etmeli bu gibiler? Öyle değilse, niçin bu F tiplerine yalnız onlar
dolduruldu? Bir ülkede 10 bin tane siyasi mahkum ve tutuklu
olursa o ülke nasıl bir ülkedir sizce sayın bakan? (...) Daha ne kadar İNSAN ölmeli sayın bakan? Daha ne kadar insan ölürse devletin saygınlığı
daha da artacak? Daha ne kadar cenaze çıkarsa, ülkenin zaten yerlerde
olan itibarı yükselecek? Bu ölümlere daha fazla seyirci kalamazsınız. Siz de bir insan olarak, -bırakın baba olmayı,
profesör olmayı, bakan olmayı- onların ölümlerini donuk bir mask gülümsemesi
ile karşılayamazsınız. Sizin hiç aynaya baktığınız oluyor mu sayın bakan?
Tavsiye ederim, her ölüm haberinden sonra aynaya
bakın. İçiniz rahat mı? Sorun kendi kendinize? Koray Düzgören/Yeni Şafak/16 Nisan 2001 Ölümüne direniş karşısında anlamsızlaşan güç (...) Adalet Bakanı, hâlâ Devlet kendisine
meydan okuyanlarla pazarlık yapmaz diyor. Bu bir meydan okuma. Ama etkili olduğu son derece
şüpheli bir meydan okuma. Bu meydan okuma, bizatihî kendi içinde ciddî
bir zaaf taşıyor ve Adalet Bakanının yüzüne çökmüş olan çaresizliğe
baktığınızda bu meydan okumanın anlamsızlığını görüyorsunuz. Bir yandan meydan okuyor sayın bakan, diğer yandan
ölüm oruçlarının sona erdirilmesi için adeta yalvarıyor. Yalvarmak zorunda
kalıyorsunuz, çünkü karşıda, meydan okumaya cevap verecek bir fiilî
güç yok. Karşınızdaki güç, ölümü peşinen seçince, sizin
gücünüz anlamsızlaşıyor. (...) Devlet bir yandan, ülke imajına ağır darbeler
indiren ölümleri önlemek istiyor, bir yandan da pazarlık yapmayız
söylemini sürdürüyor. Bir netice de alamıyor. Ölümler karşısında dünyanın ilgisi yoğunlaştıkça
da, telâşı artıyor devletin... (...) Devlet pazarlık yapmaz yaklaşımının
altında, biraz korku ve endişe var. Bir şeylerin elden gideceği
korkusu... Toplumu ile, gönül bağları kuran bir devlet, böyle bir korku
içine girmez. Eğer gönül bağında sıkıntı varsa, onun ortaya çıkaracağı
sancıları da, devlet gücü ortadan kaldıramaz. (...) Adalet Bakanı çok yanlış okuyor güncel problemi.
Bugün problem, devletin pazarlık yapıp yapmaması değil,
bir ölümün nasıl azaltılacağı problemidir. Ya da bir
hayatının nasıl kurtarılacağı problemi... Her Pazarlık yapmayız
sözcüğü, bir ölüme daha onay vermek anlamına geliyorsa, durmak lâzım
orda... Ürkmek lâzım... Ahmet Taşgetire/Yeni Şafak/24 nisan 01 Türkiye bu tabutları taşıyamaz Sanki birileri, açlık grevleri sonunda gelen bu
ölümler sürsün istiyor. Hükümet hala şunu görmüyor: Türkiye bu
tabutları taşıyamaz. Hayret ediyorum, Ecevit gibi hümanist bir insan
nasıl bu ölümlere duyarsız kalabiliyor. Adalet Bakanına bir sözüm yok; çünkü onun
bu işi çözebileceğine artık inanmıyorum. Devlet, cezaevleri konusunda bakanın ağzından verdiği
sözleri tutmadı. Eğer bu sözlerin arkasında durulabilseydi, bugün
bu ölümler olmazdı. Artık son noktaya gelindi. Lütfen birileri devreye
girsin ve bu insanlık suçunu ortadan kaldırsın. Sorumluların ileri sürdüğü gerekçeler inandırıcı
değil. (...) Yineliyorum ve uyarıyorum: Türkiye bu tabutları
taşıyamaz. (...) Tufan Türenç/Hürriyet/25 Nisan 2001 İnsan hayatı ve dış yardım (...) F-Tipi cezaevlerinde gerçekleşen ölümler
karşısındaki ürkütücü ve korkunç suskunluk bu açıdan değerlendirilmeli
öncelikle. Her geçen gün artan ölümler, vicdanlarda, ekonomik kriz yüzünden
yaşanan iflaslar kadar yer bulmuyorsa, yaşananların bir çılgınlık, ondan
öte toplumun kendi kendine uyguladığı bir vahşet olduğunu ilan etmek
gerekir. Üstelik bu vahşetin son perdesinde, kaybedilen canlara değil,
o canların kaybedilmesinin dünyada duyulmasıyla beraber, dış dünyadan
gelecek yardımların aksamasına dikkat çeken bir vurgu ortaya çıkabiliyorsa,
vahşetinin üstünde demlenen insanların biraradalığına toplum dediğimizi
idrak etmeye başlamalıyız. (...) Ömer Çelik/Yeni Şafak/25 Nisan 01 Not: Bir kaç istisna dışında, seçilen parçaların
buradaki başlıkları SY Kızıl Bayrak tarafından konulmuştur... |
|||||