16 Kasım 2007 Sayı: 2007/01(44)

  Kızıl Bayrak'tan
   Egemenlerin “ümit kırmak” dışında
bir çözümü yok!
  Sosyal yıkım saldırısında perde yeniden açılıyor...
2008-2010 arası özelleştirme yağması açıklandı...
İşçi ve emekçi eylemlerinden...
Telekom işçileriyle dayanışma eylemlerinden...
“Düşük yoğunluklu” sıkıyönetim (mi?)
Yüksel Akkaya
  Kızıl Bayrak hakkında toplatma ve yayın yasağı!..
  “Aydınlığın en yakın olduğu an, karanlığın en koyu olduğu andır...”
Haluk Gerger
  “İnsanlık tarihine sahip çıkmak, kapitalizme karşı çıkmaktan geçiyor!”
Yüksel Akkaya
  Şanlı Ekim Devrimi’nin 90., Komünist Hareket’in 20. yılı coşkuyla kutlandı...
  Ankara’da Ekim Devrimi ve Parti etkinliği...
  Tersane İşçileri Birliği Derneği Yönetim Kurulu üyesi Cahit Atalay ile 2. Tersane İşçileri
Kurultayı üzerine konuştuk…
  Dünyadan...
  Irkçı-siyonistlerin Filistin topraklarını
gaspetme pervasızlığı sürüyor!
  Alman Devrimi ve Rosa Luxemburg
Volkan Yaraşır
  Neden birleşik mücadele?
M. Can Yüce
  Ekim Devrimi ve kadın sorunu
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Aydınlığın en yakın olduğu an, karanlığın en koyu olduğu andır...”

Haluk Gerger

Değerli arkadaşlar,

Sözlerime 20. Yıl’ınızı kutlayarak ve hepinizi selamlayarak başlamak istiyorum.

Biliyorum, pek çoğunuz Türkiye’den geldiğim için benden biraz açıklayıcı bilgiler bekliyorsunuz. Ama sizleri düşkırıklığına uğratma pahasına söyleyeyim ki, doğrusunu isterseniz, bu içinde yaşadığımız manzarayı yorumlama ve ona açıklık getirme bakımından ben de kendimi son derece yetersiz görüyorum. Dolayısıyla, içinde yaşadığımız dönemin özelliklerine bir açıklama getirmekten ziyade, belki kafaları biraz daha karıştıracak bir biçimde düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Gerçekten de bizim öngördüğümüzün ötesine geçen çok özel bir durumla karşı karşıyayız. Ben Türkiye’de şovenizmin, militarist değerlerin ve giderek toplumsal çılgınlığın bu boyutlara vardığını ve bu ölçüde kapsayıcı olduğunu şimdiye kadar hiç görmedim. Akıl almaz bir akıl yitimi, inanılmaz bir çılgınlık, toplumun buna karşı bir ölçüde korunaklı sandığımız kesimlerini de anaforunun içine almış durumda. Burada televizyonlardan ya da yazılı basın aracılığıyla izleyerek Türkiye’de olup bitenlere teşhis koymak gerçekten ilk kez mümkün değil. Ancak içinde yaşamak lazım. Ve içinde yaşamak giderek zorlaşıyor. O hale geldi ki, belki de ilk kez insanlar sokağa çıkmaktan bile bir ölçüde çekinir hale gelebildiler.

Size anlatacağım iki olay ne demek istediğimin daha iyi anlaşılmasını bir ölçüde kolaylaştıracaktır.

Bursa’da kitap fuarındaydım. Bir arkadaşla beraber 3. sınıf bir lokantada yemek yiyoruz. Sadece yoksulların yemek yediği bir lokanta. Tabii ki oranın çalışanı, garsonu da haliyle yoksul. Bizim yabancı olduğumuzu anlayınca kendileriyle biraz sohbet ettik. “Nasıl buldunuz Bursa’yı” diye sordu bize garson. “İyi, hoş” dedik. Tersinden kenti biz kendisine sormuş olduk. Bize, “Bursa mahvoldu, şu oldu bu oldu, herşey felakete gitti”, dedi. “Ne oldu” dedik, “neden Bursa bu hale düştü” ki diye soracak olduk... “Bu Kürtler’in yüzünden” demesin mi? “Kürtler geldiler ve Bursa’yı mahvettiler”... İnanılır gibi değil, ama yazık ki aynen böyle. Bu gerçekten yeni bir durum, bu nedenle örneklemiş oluyorum. Ve yazık ki bu çarpık bilinç, bu hastalıklı ruhhali alabildiğine yaygınlık kazanmış bulunuyor.

İkinci örneğe geçiyorum. İzmir’de bir toplantı arasında bir Kürt arkadaş çıkageldi. Otuzbeş yıldır İzmir’de aynı apartmanda oturuyormuş, yani artık İzmirli olmuş. Otuzbeş yıldır komşularıyla bir apartmanda oturuyor. “Korkuyorum artık”, dedi, “işin fenası komşularım da benden korkuyorlar, benim Kürt olduğumu biliyorlar ve bunun için korkuyorlar; daha da kötüsü ben onlara hak da veriyorum”, dedi. “Bu hale geldik; ben sokağa çıkarken korkuyorum, onlar ben apartmana girerken korkuyorlar...”

İspanya’da bir toplantıda, Birleşmiş Milletler için Yugoslavya ile ilgili araştırma yapan Norveçli bir uzmanın bir konuşmasını dinledim. Yugoslavya’ya ilişkin bu bilimsel çalışma daha önce de yapılmıştı ama sonuçlar bilinmiyordu. Norveçli uzman şunları söyledi:  “Yugoslavya’da bir kez daha kanıtlandı ki, iç savaşlarda, en makul olanlar, en suya sabuna dokunmayanlar, en korkaklar, en sıradan insanlar, aklın alamayacağı ölçüde en fazla vahşileşenler, en fazla yıkıcı olanlar, en fazla akıl almaz cinayetler işleyenler haline dönüşüyorlar. Öndeki militanlar falan değil, sıradan yurttaşlarlar çıldırıyor”, dedi.

Bugün Türkiye’de gerçekten böyle bir dönem başladı.

En azından ben kendi payıma söyleyeyim, bütün bu olaylar yaşanırken, yakın geçmişte soruna bir ölçüde yüzeysel baktığımızı şuradan anlıyorum. Taa seçim öncesinde Çağlayan Mitingleri, milliyetçiliğin yükselişi, ordunun müdahaleleri vb. var. O dönemde bana durum şöyle görünüyordu: Türkiye Kürt sorununu çözmekte hem niyetsiz, hem de niyetsiz olduğu kadar yetmiş yıllık tavırların sonucu olarak yeteneksiz de. Kendi çıkışının yollarını da zamanında bertaraf etmiş. Sonuçta hem niyetsiz hem yeteneksiz... Dolayısıyla bu ortamda şovenizm kışkırtılır, bu ortamda militarist değerler yaygınlaştırılır... Ve sonuçta bu çaresizlikten de vazife çıkaranlar olur. Bundan hareketle de, diyorduk ki, ortada bir iktidar kavgası var. Taraflar bu iktidar kavgasında Kürt meselesini, “terör”e karşı alınacak tavırlara da taşıyarak, birbirlerine karşı kullanıyorlar, bununla birbirlerini yıpratmaya çalışıyorlar. Yani içerdeki iktidar mücadelesinin bir aracı olarak bunu yapıyorlar. Ayrıca bunu Güney Kürdistan yönetimine, Irak yönetimine, Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı diplomatik bir baskı aracı olarak da kullanmak hesabıyla bu olayları biraz kışkırtıyorlar. Onları PKK’ye yöneltmek, PKK’nin perspektifini bozmak, Kuzey Kürdistan halkını da biraz sindirmek için kullanıyorlar, bu da olabilir. Ayrıca belki sonuçta toplumu da bununla biraz yatıştırmak istiyorlar. Hani düdüklü tencerelerden biraz buharın alınması gibi, bırakıyorlar insanlar çıksınlar, bayrak taşısınlar, bağırsınlar/çağınsınlar, birkaç cam kırsınlar ve böylece biraz toplum da rahatlasın... Bunların hepsi, yani egemenlerin yaptıkları bu türden işler, bir parça anlaşılabilir türden işler...

Oysa bugün yaşadıklarımız, giderek egemenlerin kendi bunalımlarını da dönüştürdükleri bir yeni ortam anlamına geliyor. Bugün bunun nedenlerini tahmin etmek çok zor. Çünkü bütün bu yaptıkları onları aşıp, tam tersi sonuçları vererek, kendi kendilerini tutsak alan nesnel ve öznel dinamikler yaratıyor. Öyle ki, bugün egemenler kendi yazgılarını da, yönettikleri ülkenin ve halkının yazgısını da kontrol edemez hale geldiler.

Ve ana soru buradan çıkıyor. Neden böyle yaptılar? Neden işi bir taktikten çıkartarak, kendilerini de tutsak alan ve kendilerini de çözümsüz bırakan, giderek kendilerinin ve Türkiye’nin bugünkü bildiğimiz haliyle tasfiyesine yol açacak olan bir süreci başlattılar?

Bu soruya yanıt vermek gerçekten çok zor. Ama herhalde anahtar bu soruya verilecek yanıtta. O hale geldi ki arkadaşlar, bulabildikleri bütün önlemlerin kendisi sonuçta yeni bir bunalım nedenine dönüşüyor. Mesela ellerinde bir araç vardır. Bundan önce 23-24 kez yaptıkları gibi, toplumu bir ölçüde tatmin etmeye yönelik, pek dengelerini de bozmayan, hava harekatları yapabilirlerdi. Gidip dağı taşı bombalarlardı. Gelip bir de bilanço çıkartırlardı; şöyle zarar verdik, şu kadar adam öldürdük, şu kadar kampı yerlebir ettik vb. diye. Bu aldatıcı da olsa sonuçta bir kazanım olabilirdi. Bu olanak da artık ellerinden gitti. Bugün Türkiye toplumunu bununla idare etmek, kandırmak, yönetmek artık mümkün olmaktan çıktı. Hadi diyelim ki, buna Amerika’yı da katarlar, iki Amerikan jeti de uçar, Amerika bize koordinatları verdi diyebilirlerdi, ama artık bu da geçti. Ya da sınıra girerler, 5-<st1:metricconverter productid="10 km" w:st="on">10 km</st1:metricconverter> yürürler, şöyle vurduk böyle kırdık derlerdi, bu da geçti. Yani ellerindeki bütün imkanları kendileri tükettiler. Ve giderek olayları kontrol etme olanağını, kapasitesini, yeteneğini yitirdiler.

Bugün benim kişisel kanaatim şudur arkadaşlar; Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğine ilişkin hayati kararlarda, esas olarak başka güçlerin, Türkiye’yi yönetenlerden daha fazla söz, inisiyatif ve karar sahibi olma durumu var. Birincisi, emperyalizm, esas olarak da Amerikan emperyalizmi. Öteki de, tabii daha az ölçüde olmakla birlikte Kürtler. Bu bakımdan Yugoslavya’ya benzer bir durum var. Biliyorsunuz Yugoslavya’yı tasfiye kararını emperyalizm verdi. O tasfiyeden yarar uman Hırvatlar, Boşnaklar, Kosovalı Arnavutlar oldular. İşin içinde Avrupa da var, işbirliği yaptılar ve tasfiye ettiler.

Kürtler’in Türkiye’nin tasfiyesi çerçevesinde emperyalizmle işbirliği yapacaklarını bugün için söyleyemeyiz. Emperyalizmin bugün için Türkiye’yi tasfiye etmeye karar verdiğini de henüz söyleyemeyiz. Ama böyle bir olasılık var.

Ve gerçekten çok ilginç şeyler de oluyor. Türkiye’yi yönetenler içinde en fazla şoven, en ulusalcı ve sözde anti-Amerikancı söylemle davrananlar, tek dayanak olarak emperyalist desteğe sığınmış bulunuyorlar.

Emperyalizm ne yapıyor bu arada peki?

Size çok ilginç bir haber okuyacağım. Ortadoğu uzmanı bir profesör var, Michael Rubin isminde; siyonist devletle ilişkileri olan, İsrail ve Amerika’da belli bir etkinliği olan bir kişi bu. CNN Türk’te bir görüşmesinde, bu zat diyor ki; bu sorun ancak Barzani’nin İmralı’ya getirilmesiyle sona erebilir.

Bundan daha muazzam bir kışkırtmanın olabileceğini düşünmüyorum arkadaşlar. Kalk sen Amerika’dan gel ve Türkiye’ye, Barzani’yi al İmralı’ya getir diye gaz ver. Ama demek ki böyle bir damar var, Amerikan emperyalizminin kendi bünyesinde... Türkiye’yi bir felakete götürüp, Güney Kürdistan bataklığına çekmeyi amaçlayan bir damar bu... 

Kaçınılmaz olarak böyle bir savaş mutlaka iç bastırma operasyonuyla birlikte yürütülecektir, bundan da kuşku duymamak gerekir. Yani bir iç ve dış savaşın birlikte yaratıldığı bir yeni maceraya çekilmek isteniyor Türkiye.

Buna karşın egemen çevrelerin nasıl bir siyaseti olabilirdi?

Dün uçakta gelirken Milliyet gazetesini okudum. Taha Akyol’u biliyorsunuz, eski MHP’li bir eski faşist, Profesör Halil İnancık’la sohbet etmiş ve kendi köşesindeki makalesini bu sohbete ayırmış. Ben normalde Taha Akyol’u okumam, ama Halil İnancık’ı görünce, belki bu ülkede bir ölçüde bir sağduyu kalmış olabilir, acaba bu profesör ne diyor diye tutup yazılanlara baktım.

Ama ne görsem iyi dersiniz... Profesör İnancık diyor ki, batı Osmanlı İmparatorluğu’nu aynen bugün yaptığı türden yöntem ve araçlarla yıktı, bugün Türkiye’ye de aynı şey yapılıyor. Ve Profesör İnancık buna karşı ne yapılabileceği konusunda tek şey söyleyebiliyor. Diyor ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı olmadığını anlatmak, bizim ödevimizdir. Evet, aynen “ödev” sözcüğünü kullanıyor. Peki Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı olmadığını nasıl anlatacaksınız? Buna ilişkin olarak da bir tek şey söylüyor. Biz sisteme, yani emperyalizme hizmet ediyoruz, NATO üyesiyiz, Amerika bizi kaybederse bu onun için şöyle kötü olur böyle kötü olur? Ama bunları söylerken elinde hiçbir koz, hiçbir kart, hiçbir argüman yok. Amerika’ya yalvarıyor adeta; biz sana hizmet ediyoruz, bizim Osmanlı’dan bu farkımız var, bu farkımızı anla ve bize acı, demeye getiriyor...

 İşte bugün içine düştükleri durum tam da bu makalede anlatılıyor.

Bu durumda neler olabilir? Herşey olabilir arkadaşlar. Türkiye’de darbe olabilir, faşizm askeri biçimleri içinde gelebilir. Güney Kürdistan’da büyük bir yenilgi sonrasının iç savaşla birlikte oluşmuş büyük felaketleri olabilir. Ve bu arada bugünkü biçimiyle Türkiye’nin bir tasfiyesine de gidebilir...

 Ama şunu da biliyoruz ki, intihar etmeye doğru koşan egemenler sadece kendileri intihar etmiyorlar. Türkleri, Kürtleri, giderek bütün bölgeyi de kendileriyle beraber ateşin içine çeken bir çılgınlık içinde intihar ediyorlar. Sadece kendi intiharları olsaydı, bizim için sorun olmazdı. Ama intihar ederken hepimizi ölüme götürüyorlar, hepimizi ateşe atmaya götürüyorlar. Problem de burada çıkıyor zaten...

Acaba egemenler içinde bu korkunç sona doğru gidişten ürken ve dolayısıyla onların arasında gerçek bir yönetememe krizine neden olabilecek anlaşmazlıklar çıkmaz mı? Hiç kuşkusuz böyle bir ihtimal de var.

Bir ölçüde bu gidişe dur diyebilecek, belki kendi iradesi ve başlangıç hesapları dışında devrimci-demokratik bir ortama da yol açabilecek bir egemenler içi karşı çıkış olabilir mi? Olabilir. Eğer böyle bir şey olursa, o klik amacını ve araçlarını bulamayacağı için ve egemenler arası gerçek bir kaos çıkabileceği için, sonuçta devrimci durum da doğmuş olacaktır. Yani burada devrimci-demokratik bir gelişme ve giderek devrimci durumun ortaya çıktığı bir yeni tablo da çıkabilir karşımıza. Bu daha zayıf bir ihtimaldir, ama böyle bir ihtimal de vardır.

Demek ki bizim bütün bunlara daha hazırlıklı olabilecek bir yeni yapılanma ve hazırlık içinde olmamız gerekiyor.

 

Değerli arkadaşlar,

Yazgımızın ortak olduğunu görmek konusunda bence hiçbir güçlük yok. Cumhuriyet’in kuruluşu döneminde Şeh Sait İsyanı’yla birlikte Takrir-i Sükun Yasası ve sıkıyönetim ilk önce Kürtler’le beraber İstanbul’daki işçileri, onların örgütlenmelerini, sendikalarını ve yayınlarını vurdu. Nerede Kürdistan, nerede Şeyh Sait İsyanı, nerede İstanbul? Ama sonuçta olan bu oldu ve bunun bir mantığı vardı.

12 Eylül’e kadar hep böyle yaşadık. Türkiye işçi sınıfının emek hareketiyle  Kürtler’in ulusal uyanışı ve aydınlanması ya hep beraber yükseldi ya hep beraber yenildi. 12 Eylül sonrasında Kürt hareketinin yükselişine işçi sınıfının yükselişinin eşlik edememesi bütün bu tarihsel süreç içerisinde bir istisna olarak kalıyor. (Belki burada, 87-91 işçi hareketi de bir ölçüde bu istisnanın dışında tutulabilir.) Ama şaşmaz yasa şu. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkıyla Kürtler’in kurtuluş hareketi arasındaki bağ beraber yükselmek ve beraber yenilmek biçiminde tecelli ediyor. Bugün de öyledir; ya birlikte yenileceğiz ya birlikte kazanacağız! Çünkü birlikte kazandığımız zaman emperyalizmi denklem dışı bırakmış olacağız. Ve unutmayın, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin bu egemenlik sistemi donmuş bir ceset ağırlığıyla emperyalizmin üzerinde de bir yük haline gelmiştir.

İkincisi, ne olursa olsun, Amerika Birleşmiş Devletleri’nin içine düşmüş olduğu durum dolayısıyla, bugün Güney Kürtler’i hiç de Amerika’nın basit işbirlikçisi konumunda değillerdir. İşbirliği yapmaktadırlar, buna kuşku yok, ama hiç de basit bir işbirlikçi konumunda değillerdir. Onlar Amerika’ya muhtaçtır ama Amerika da onlara muhtaçtır, buna da kuşku yok. Bugün emperyalizm Kürtleri Türk müdahalesiyle, Türkleri Güney Kürdistan ve bölünme korkusuyla korkutarak, her ikisini de köleleştirmek istiyor. Bu açık. Ama eğer bu korkuları ortadan kaldıracak olan bir devrimci dayanışma kurulabilirse, emperyalizmin oyunları bozulur ve devre dışı kalır. Ve bizim kurtuluşumuz o zaman başlar.

Bunu kim yapacak? Asıl görev Türkiye işçi sınıfına, onun bugünkü durumuna baktığımızda, Türkiye işçi sınıfının politik temsilcilerine yani devrimcilere, komünistlere düşüyor.

Bugün Türkiye sosyalist hareketi esas olarak üçe ayrılıyor.

Bir grup ne yazık ki seyirci bir konumda bulunmaktadır. Bu seyirci konumdaki sosyalist hareketler sekter, dogmatik, son derece keskin ama hayata müdahale edemez durumdadır.

Öte yanda ise, ya liberalizme ya milliyetçiliğin kuyruğuna takılmış bir kuyrukçu sol var. Buradan da bir şey çıkmayacağını biliyoruz, bu çok açık.

Şimdi bize ideolojik, örgütsel ve sınıfsal, yığınsal konumlarını güçlendirmiş, dağınık ve güçsüz olmayan bir yeni, müdahaleci, devrimci, sosyalist güç ve işbirliği gerekiyor. Şimdi ya büyük bir felakete gideceğiz ya da o felaketten bir devrimci durum çıkartabilecek bir yeni projeyi Kürtlerle birlikte hayata geçirebileceğiz. Başkaca bir yol görünmüyor...

Son bir nokta olarak şunu söylemek istiyorum:

Hepinizin bildiği gibi, aydınlığın en yakın olduğu an, karanlığın en koyu olduğu andır. Biz şimdi karanlığın en koyu olduğu andayız, ama artık buradan bir aydınlık da çıkmak üzeredir...

Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum...

(20. Yıl Gecesi’nde yapılan konuşma..., 3 Kasım 2007)