İçindekiler:

8 Ağustos 2022
Sayı: KB 2022/27

Örgütlü, kitlesel, birleşik direniş!
Savaş histerisi dinmiyor
Sao Paulo gemisi ölüm saçmaya geliyor!
Yayılmacı dış politika duvara tosluyor
Saray rejimi, kapitalistler, çeteler...
TÜSİAD şefi de saray rejiminden yakınıyor
Rejimin irini KPSS'de patladı
"Bırakınız kirletsinler"...
Kazanmayı yeniden hatırlamak!
TPI'daki fiili grev üzerine...
"İkinci kemandan da öte"
Asalak bir burjuvanın hezeyanları...
MİB'den metal işçilerine çağrı
Gençlik ve gençlik hareketinin sorunları
DGB'den KPSS üzerine açıklama
Enerji krizi ...
IMF dünya ekonomisi için karamsar
Almanya'da emek-sermaye çelişkisi
Şükrü Akçadağ yoldaş yaşamını yitirdi
Zeliha yoldaş kavgamızda yaşıyor!
"Bir kitap okudum hayatım değişti"*
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Gençlik ve gençlik hareketinin sorunları

Umut Özer

 

Gençlik Hareketi çelişkili bir görünüm arz ediyor. Bir tarafta yoğun baskıya rağmen gençlik kitlesinin konser yasakları gibi belli gündemlerde ortaya çıkan güçlü bir direnci, neredeyse iki yıla yakın zamandır süren Boğaziçi Direnişi, ODTÜ turnikeden atlama eyleminde olduğu gibi bazen en geniş öğrenci kitlesinin reformistlerden daha ileri tavır koyması var. Öte taraftaysa eylemliliklerin belli sınırlara hapsolması, ülke gündemine oturmuş ve aralıksız süren bir Boğaziçi Direnişinin bile dayanışmalar denemesine rağmen kendi içine hapsolması, ODTÜ ve Boğaziçi dışında neredeyse açık faaliyet yürütülebilen kampüs kalmaması var. Önümüzdeki dönemde artan ekonomik baskılarla beraber öğrenci gençliğin artan yurt, barınma, beslenme vb. gibi sorunlarıyla beraber gençlik hareketinin gündemdeki ağırlığı daha da artacaktır. Zamanında müdahale edilmeyen sorunların ağırlığının da artacağı aşikardır.

Bu yazıda önce bir dönemin olanaklarına ve olumluluklarına kısaca değineceğiz. Ardından da yazının odak konusu olan yeni dönemin sorunlarına ve zorlanma noktalarına geçeceğiz.

Gençliğin çoğunluğuyla AKP karşıtı olması ve bunun sunduğu olanaklar

Bugün gelinen noktada AKP’nin üniversitelere ve öğrenci gençliğe giydirmek istediği deli gömleği tutmamıştır. Ancak artan bir baskı ve terörle sürdürülebilmektedir. Faşistlerin siyasi çalışmayı engellediği okullarda bile gençliğin ana gövdesi hala AKP karşıtıdır. Hatta bu karşıtlığın niceliksel olarak arttığı da gözlemlenmektedir. Şurası kesindir, AKP gençliği kazanamamıştır. Gençlikte rıza üretememekte ancak polisiye tedbirlerle ve paramiliter örgütlerle baskı altında tutabilmektedir. Baskının gevşediği noktalarda da bu potansiyel kolaylıkla ortaya çıkabiliyor. Mesela ODTÜ’de gençler, hiçbir siyasi grubun yönlendirmesi olmadan, konserlerde ve başka açıkhava etkinliklerinde tamamen kendiliğinden bir biçimde “Verşan Kök ODTÜ’ye rektör olamaz” sloganını atabilmektedir. Bu slogan geniş öğrenci kitlesi tarafından o kadar sahiplenilmiştir ki, okulda “Türkçü” ve “seküler milliyetçi” kisvesiyle örgütlenmeye çalışan kimi faşist oluşumlar bile sahiplenmek zorunda kalmaktadır.

Bu ortamın geçmişe göre daha geniş bir ilişkilenme zemini sunduğu açıktır. Önümüzdeki süreçte bu zeminin ekonomik saldırılar dolayısıyla da büyüyeceği, hiç değilse hareketleneceği açıktır. Bugün gelinen noktada öğrenci evleri için 4000 TL gibi uçuk kiralar telaffuz edilmekte, yurtlara zam gelmekte, yemekhane fiyatları istisnasız bütün okullarda artmaktadır. Bu genel hayat pahalılığıyla birleştiğinde öğrenci gençliğin sırtında ciddi bir yüke dönüşmektedir. Bu durum genel AKP karşıtı havanın yanı sıra ekonomik talepli direnişlere, eylemliliklere de gebedir. Sadece ekonomik sınırlara hapsolmayacağını söylemek için de bir engel yoktur.

Böyle bir ortamda bütün yalıtılmışlığına rağmen Boğaziçi direnişi kırılamamakta, kayyum rektör Verşan Kök ise gerek ODTÜ öğrencisi gerek akademik personel içinde hiçbir meşruiyet kazanamamakta, yalnızca baskı ve tehdit yoluyla kendi konumunu koruyabilmektedir. Ancak giriştiği her yeni saldırı hamlesi daha çok batmasına sebep olmaktadır.

ODTÜ ve Boğaziçi dışındaysa siyasi çalışma yapılabilen kampüs hemen hemen yok gibidir. Ancak paradoksal bir şekilde bu okullarda da AKP karşıtlığı yükseliştedir. Bir dip dalgası biçiminde buralarda da okulun idari birimlerine, kayyumluklara ve elbette siyasi iktidara karşı öfke diridir.

Bütün bu tablo göstermektedir ki okul merkezli, okulların iç dinamiklerini gözeten ve uygun araçlar kullanan bir siyasi çalışmayla insan kazanmak ve kendini yeniden üretmek gayet mümkündür.

Nesnel zorluklar ve reformizmin tahribatı

Yukarıda çizdiğimiz olumlu ve iyimser tablonun yanı sıra nesnel ve öznel zorluklar, bunun ürünü zorlanma alanları da vardır. Nesnel zorlukların başında değişen toplumsal yapı, üniversite gençliğinin değişen sınıfsal bileşimi ve toplumsal çürümeyle ekonomik krizin üst üste gelmesinin giderek bir toplumsal çöküşe dönüşmesi gerçekleri gelmektedir. Öznel zorluk planında ise, öncelikle gençliğin hoşnutsuzluğunun ve bunun ürünü muhalif potansiyelinin hala da akacak bir kanal bulamaması vardır. Yanı sıra reformizmin bozucu ve gerici müdahaleleri, hatta bazen düpedüz dejenerasyonu vardır. Öte yandan devrimcilerin öznel zayıflığı bunu kendi yönünden tamamlamaktadır.

Gelinen noktada gençlik çalışmasının ciddi bir sorunu da gençliğin öncülük krizini çözmektir. Bu da basitçe gençlikten beslenerek ya da kendini yeniden üreterek çözülecek bir sorun değildir.

Öncelikle değişen toplumsal yapı gerçeği üzerinde durmak gerekir. AKP döneminde artık kentlileşme ve proleterleşme esası yönünden tamamlanmış durumdadır. Bu ilk bakışta kapitalizmi yıkacak maddi kuvvetleri olgunlaştırması itibariyle toplumsal devrimin ve sosyalizmin lehine bir görüntü çıkartabilir. Ancak bu durum emekçilerin yaşam alanlarının ve kültürünün kentsel dönüşüm projeleriyle tahrip edilmesiyle birleşince, sonuç basitçe sol’a alan açılması olmuyor.

1970’li yılların Türkiye’si bir geçiş toplumuydu. Esası itibariyle kırdan kente göçün şokunu yaşayan, kentin periferisinde köyün de kente yüzü dönük kesiminde yaşayan çoğunluğu genç bir nüfusa sahipti. Bu insanlar ne tam kentli olabilmişti, ne tam köylü kalabilmişti. İşçi gibi çalışıp köylü gibi yaşayan emekçiler oldukları söylenebilirdi. Kentin çeperinde hayata hemşehrilik gibi feodal dayanışma ağlarıyla tutunmaya çalışıyorlardı. Bu yüzden sosyalizm gibi eşitlikçi önerilere de daha açıktılar. 1970’li yılların devrimci hareketi (halkçı devrimci-demokrasi) bu topraktan yeşerdi.

Oysa bugün hem bu feodal dayanışma ağları geçmişe göre daha zayıfladı, hem de 70’lerde kentli olmaya çalışan kuşağın çocukları artık ikinci üçüncü nesilde kentli oldu. Dolayısıyla devrimci demokrasiyi var eden o “arada kalmış” insan tipi pek yok artık günümüz Türkiye’sinde. Olduğu kadarıyla da büyük ölçüde dinci gericiliğin kucağında, eski feodal dayanışma ilişkilerinden de yoksun olarak yaşıyor. Dolayısıyla bu insanlarla sol hareket arasında aşılması güç bariyerler var.

Solun geçmişte iyi tanıdığı ve özellikle gençlik çalışması üzerinden önemli ölçüde kadrolarını devşirdiği o eski toplumsal-kültürel yapı artık yok. O yapı yerini artık iyice kentli olmuş, toplumsal-kültürel yönden de buna göre şekillenmiş yeni bir kuşağa bırakmış durumda. Solun özellikle devrimci kesiminin bu kuşakla bağlar geliştirmeyi öğrenebildiği de henüz söylenemez. Bu alanda daha çok reformist solun halen belli bir mesafe katettiği söylenebilir. Ancak bu başarı devrimci bir çizginin ürünü olmadığı ölçüde yapısal yönden bozucu öğeler taşımakta, dolayısıyla devrimci açıdan çok da bir anlam taşımamaktadır.

Birinci zorlanma alanı burasıdır. Devrimci hareket hala da siyasi çalışma yaparken o artık geçmişte kalmış insan tipiyle karşılaşmayı ummaktadır. Saçıyla, bıyığıyla bile geçmiştekinin aynısı olmasını beklemektedir. Ama bu insan modelini var eden toprak bugün artık olmadığı için doğal olarak da bulamamaktadır. Bu da yıllardır aşılamayan kısırlığın önemli sebeplerinden birisidir.

İkinci zorlanma alanıysa üniversitelerin sınıfsal bileşiminin emekçi çocukları aleyhine belirgin biçimde değişmesidir. (Bu durumun özellikle Boğaziçi ve ODTÜ gibi düşmeyen iki kalede en üst seviyede olması da ayrıca dikkate değer bir olgudur). Devrimcisi ve reformistiyle hemen bütün bir sol bu gerçeğin altını yıllardır çizmektedir. Bu, artık gözle görülür hale gelen bir açık gerçeğin saptanmasıydı.

Ancak AKP’nin eğitim alanındaki son müdahaleleri uçurumu iyice derinleştirmiş bulunmaktadır. Devlet okullarında seküler eğitim alma olanaklarının giderek daralması, özel okullara yönelim, kapatılan dersanelerin temel lise adı altında açılarak eğitimde özelleşmeye katkı sunması derken, zaten eşitsizliklerle dolu olan sınav sistemi iyice emekçi çocukları için zorlaştı. Buna en sonunda pandemi döneminde online eğitimin yarattığı eşitsizlikler de eklendi. Şu an ortaöğrenimde tam bir çöküş var. Bu çöküş toplumsal çürümeyi beslediği gibi üniversitelere girişi de emekçi çocukları için iyiden iyiye zorlaştırıyor. Sonuçta geçmiştekine göre daha küçük burjuva, orta sınıf ağırlıklı ve de burjuva bir öğrenci kitlesi var bugün. Doğal olarak bu sınıfsal değişimden sol-politik gençlik grupları da derinden etkilenmektedir. Bunun örgütlenme ve mücadele üzerinde laçkalık gibi, küçük burjuva rekabetçi tutumlar gibi olumsuz etkileri olmaktadır. Üniversitelerde sol-politik gençlik gruplarının içinde yüzdüğü insan havuzu şimdilik budur.

Üçüncü zorlanma alanı ise, AKP döneminde yıllar boyu yaşanan dejenerasyonun gelinen yerde ağır bir ekonomik krizle birleşmesiyle beraber bunun bir toplumsal çöküş tablosu halini almasıdır. Bundan en çok etkilenenlerin başında geleceksizlikle, kendilerine medyadan pompalanan hayat ile gerçekte sunulan hayat arasında çelişkiyle, saflarında uyuşturucunun yaygınlaşmasıyla bizzat gençlik gelmektedir.

Toplumsal-kültürel çürümenin boyutları

Bugün bu gelişmeler sadece devrimci-demokrat emekçi semtlerini ya da seküler gençlik kesimlerini değil, bizzat siyasal İslamcıların denetimindeki kesimleri de derinden etkilemektedir. Özellikle üniversite okuyan genç kadınlar ailelerinin ve tarikatların kendilerine dayattığı yaşamdan git gide uzaklaşmaktadır. Buna kendi memleketlerinde onlar için uygun görülen “kısmet”lerle aile kurmayı reddetmekte de dahildir. Ki bunların başında asker ya da polis gibi görece yüksek maaşlı devlet memurları gelmektedir. Bu mesleklerin hegemonik erkekliğin üretim merkezleri olmasını, Kürt halkına karşı işlenen savaş suçlarıyla malul olmasını ve orada yaşadıkları psikolojik çürümenin sonra kadınlara ve çocuklara karşı ev içi şiddete dönüşmesini, birçok kadın cinayetinin altından çıkmalarını düşünürsek, özellikle genç kadınların buna karşı koyuşunda demokratik bir öz olduğu açıktır. Ancak bunun köklü bir düzen eleştirisiyle birlikte yürümemesi, aile ve cemaat çevresindeki hayata alternatif olarak görülen hayatın medyadan pompalanan burjuva yaşam olması, maalesef bunun devrimci bir dinamiğe dönüşmesini dizginlemekte, dahası çürümenin yeni bir damarı haline getirmektedir. Bu türden bir çürümenin demokrat kesimlerde yaşanması AKP’nin yolunu düzleyen bir faktör olurken, aynı şeyin dinci-muhafazakâr kesimlerde yaşanması da dinsel gericiliğin toplamsal tabanında yeni sorun alanları yaratmaktadır. Ama gelgelelim, bu “kentlileşme” eğilimi ‘70’lerdeki gibi sol siyasetle birleşemediğinden dolayı da, halen tabanda bir çözülme yaratmamaktadır. Sadece çürüme yaratmakta ve o rezil “reality şov” programlarına malzeme sunmaktadır.

Toplumsal-kültürel çürümenin üniversitelere ve özellikle demokratik gençlik kesimlerine etkisi ise artan ekonomik güçlüklerle beraber artık iyice gözle görülür hale gelmiştir. Bugün gençlik içinde uyuşturucu kullanımı ve fuhuş artmaktadır. Şu an bir şişe bira birçok uyuşturucu maddeden daha pahalıdır ve bahar şenlikleri gibi deşarj olma alanlarını giderek kaybeden, gece alkol ve konser yasaklarıyla eğlenme alanlarında bile AKP iktidarının baskısını hisseden gençlik giderek bu maddelere yönelmektedir. Bu durum artık sol politik gençlik gruplarının çeperine kadar gelmiştir. Haliyle yarattığı kişisel ve politik sorunların yanı sıra siyasi polise de birçok imkân sunmaktadır. Özellikle de bugünkü gevşeklik, şekilsizlik ve örgütsüzlük ortamında… Fuhuş sorunuysa artık herkesin bildiği ama pek üzerine konuşmadığı bir realite haline gelmiştir. Gençliğin hemen her kesiminden birçok genç kadın yazık ki artık farklı biçimleriyle bu işin içindedir.

Yıllarca sosyalist blokun çöküşünden sonra bu ülkelerdeki kadınların fuhuş batağına sürüklenmesini diline dolayan sistem, kendi çöküşünde de Türkiye kadınlarına pek farklı bir şeyi reva görmemiştir. Şimdilik halı altına süpürülebilmekle beraber bunun önümüzdeki süreçte artarak devam edecek bir sorun haline geleceğini kestirmek zor değil. Bu da politik gençlik hareketinin önündeki sorunlardan birisidir. Hem kendisini sakınmak hem de bu sorunu çözmek zorundadır. Aksi takdirde sonuç iyi kötü politize olmuş kesimin bile giderek depolitize olması ve çürümesiyle sonuçlanacaktır.

Buna karşın bu engeller aşıldığında da gerçekten büyük bir muhalif potansiyel vardır. Ancak burada işin püf noktası, bu müdahaleyi bugüne kadar alışılmış eski araç ve yöntemlerle yapmamaktır. Bu müdahale çeşitli devrimci demokrat grupların semt çalışmasında uyguladığı yöntemlerle yapılırsa ters tepecek, gençlik içerisinde çürümeyi örgütleyen güçlerin elini güçlendirecektir. Kaldı ki gençliğin anlamlı bir çoğunluğunu kazanamamış bir mücadele de sonuç alamayacaktır. Dolayısıyla cezalandırma aşamasına gelene kadar gençliğin bilinçlendirilmesi, sorunun politik muhtevasının ve zararlarının kavratılması, hatta bu batağın içinde olan kesimlerden bile unsurların kazanılması esas alınmalıdır. Burada kadın çalışmasına özellikle bir rol düşmektedir.

Öznel zorlanma alanıysa, gençlik içindeki devrimci kesimlerin, artan baskı sürecinde git gide zayıflaması ve yurtsever Kürt gençliğinin de farklı alanlara yoğunlaşmasıyla birlikte, meydanın esas olarak reformistlere kalmış olmasıdır. Reformistler ise gençliğin önderlik sorununu tam bir çıkmaza sokmuş, bu da gençlik içindeki bunalımın ve umutsuzluğun tuzu biberi olmuştur.

Ancak burada önemli olan şudur: Bütün bu umutsuz havaya ve dejenere yaşam tarzının yaygınlığına rağmen gençlik kendiliğinden de olsa ileri atılmıştır. Bazen bunu tam da reformistlerin ördüğü barikatları aşarak yapmıştır. ODTÜ yemekhane eylemlerinde olduğu gibi.(*) Dolayısıyla umutsuz olmak için hiçbir sebep yoktur. Ama reformistlerin yarattığı tahribatı ve önderlik krizini görmezden gelerek de ileri atılabilecek bir adım yoktur.

Devrimciliğe fatura edilen reformist tahribat

Bugün reformizm sadece kendisi adına değil bütün bir sol gençlik kesimine prestij kaybettirecek bir şekilde tahribat yapmıştır. Bu tahribat en geniş kitlede değil en çok ileri kesimlerde oluşmuştur. Bu kesimlerin gözünde “solcular” saatlerce forumlar/toplantılar yapan, konuşmayı seven ama iş direnişe gelince şu veya bu bahaneyle kaytaran bir konumdadır. Sözgelimi ODTÜ’de Verşan Kök’e gösterilen direncin önemli bir ayağı olmuş Onur Yürüyüşü’nde okulda faaliyet yürüten politik gençlik örgütlerinin çoğu bu yürüyüşe katılmamış, katılmadıkları gibi, “biz bu okulda afiş asamayacaksak onur yürüyüşü de yapılmasın” gibi, artık açıkça teslimiyetin teorisini yapan gerekçelerle yürüyüşü engellemeye çalışmışlardır. Bütün olumsuzluklara rağmen ODTÜ LGBTİ+ dayanışması ısrarcı olmuş, bu yürüyüşü yapmıştır. Okuldaki en geniş öğrenci kitlesi de bu eylemi ve duruşu sahiplenmiştir. O gün ODTÜ’de sıradan insanlar bile polis şiddetine karşı koymaya çalışırken, hatta gözaltına alınırken, okul kamuoyunda biraz da alaycı bir şekilde “devrimci abiler” olarak anılan bu kesim yandaki kantinlerde çay içebilmiştir. 

Tablo acıklıdır ve geçmişte reformist örgütlerin saflarında çalışmış insanlar için bile inanılmaz bir durumdur. Ama manzara da aynen budur. Geçmişte biraz da üstten bakılan LGBTİ+ hareketinin bile gerisine düşülmüştür. Bu eyleme katılmayan, demokratik bir mevzi olarak ODTÜ’yü savunmak yerine “afiş asabilmek için” kampüse polisin girmemesini esas alan, ODTÜ LGBTİ+ dayanışmasına “biz sizin özel korumanız değiliz” gibi komik suçlamalar yönelten bu gruplar, en geniş gençlik kitlesinin sahiplenmesi karşısında pandemi sonrası yapılan ilk Onur Yürüyüşüne de katılmak zorunda kalmıştır. Eskiden devrimciler alanı açardı, devrimcilerin açtığı alanda reformistler ve başka muhalif gruplar yürürdü. Şimdi alanı LGBTİ+’lar açtı, reformistler yürüyor. Ve bu tablo “devrimci abiler” imajıyla sol’un bütününe maloluyor ne yazık ki.

Tüm bu prestij kaybı sırasında reformistler ne yapıyor peki? Kağıtların kudretine sığınıyorlar. Dergi sayfalarında ODTÜ kalesinin düşmemesini ODTÜ’deki kendi örgütlü güçlerinin yoğunluğuna bağlıyorlar. Bu “pehlivan tefrikası” gibi yazılardan hamasi nutukları çıkarttığınızda ise, önderlik ettikleri bir direniş ya da mücadele bulmak imkansız. Sadece geri adımlar övülüyor ve “ODTÜ kalesi”nin düşmemesi de hamasi nutuklarla “zafer” gibi anlatılan geri adımlara bağlanıyor! Elbette hiçbir mücadele hep ileriye giden bir düz çizgi izlemez, yenilgiler ve taktik geri adımlar da vardır. Ancak bunları taktik geri adım değil bir “kazanım” olarak görmeye başladığınızda, böylece teslimiyetin kapısını aralamış olursunuz. Nitekim bugün çeşitli reformist grupların ODTÜ özelinde dergi sayfalarında hamasi nutuklarla yaptığı da bundan başka bir şey değildir.

Reformizmin yarattığı tahribat sadece politik değildir. Politik alandan başlamakta ama ilkesizliğin geçer akçe olduğu bir politik kültürde yoldaşlık ve arkadaşlık ilişkilerine uzanmaktadır. Bu durum hem diğer gençlik kesimleriyle, hem de bu grupların iç hukukunu ve bireysel hukuklarını yıpratmaktadır. Mesela bu satırların yazıldığı sıralarda, Ankara’da, reformist bir partinin gençliği içerisinde iki karşıt grup (hizip diyemiyorum, o bile politik bir olgu) birbirine fiziksel şiddet uygulamakta, tehdit mesajları atmaktadır. Bu çatışma hiçbir siyasi nedene ve örgütsel karara ya da hukuka dayanmamaktadır. Üstüne üstlük bu olayların içinde işbirlikçiliği saptandığı için kendi okulunda sol çevreden dışlanmış bir unsur da vardır. Bütün bunlar olup biterken de parti merkezi ve kurulları olan biteni izlemektedir. Artık sokaklarda bütün politik gençlik çevresinin şahit olduğu, sosyal medyaya da yansıyan bu olaylar karşısında da hiçbir açıklama yapılmamaktadır. Açıklama yapılmadığı gibi bu duruma bir “dur” da denmemektedir. Diğer reformist çevreler de durumu yadırgamamaktadır ki onlardan da ses yoktur. Konu siyasi ahlaka aykırı da olsa “politik malzeme” olarak bile kullanılmamaktadır. Bu bile artık böyle şeylere “olur böyle şeyler canım” diye bakıldığının bir göstergesidir.

Politik dejenerasyon artık bürokratik de olsa ortada bir örgüt hukuku bırakmamakta, yerine orman kanunlarını geçirmektedir. Ama tüm bunlar örgütün içinde ayrılsalar bile insanların birbirinin yüzüne bakabileceği asgari saygıyı bitirmekte, örgütün dışında da “ne biçim insanlar bunlar” diye bir tiksinti yaratmaktadır. Geçmişte iyi kötü “dejenere dergi çevrelerinden” belli farklılıkları ve bir ciddiyeti olan reformist akımların da artık giderek bu çevrelere benzediğinin de bir göstergesidir.

Tüm bunlar da meydanın iyice reformistlere kalmasından dolayı tüm solun hanesine yazılmaktadır. İlginçtir ki geçmişte bu kadar izansızlaşamayan reformizm, devrimcilerin zayıflığı ortamında kendi çürümesinde de yeni mesafeler katetmiştir. Ki bu durum da doğru dürüst bir reformizm için bile devrimci hareketin varlığının gerek şart olduğunun bir kanıtıdır.

Bu dejenerasyon reformist saflarda, özellikle tecrübeli ve politik birikimi güçlü olan unsurlarda bile bir rahatsızlık yaratmakta, hatta istifa noktasına varmaktadır. Ancak örgütlü bir alternatif odak da güçlü bir şekilde var olmadığı için sadece genel karamsar havayı beslemektedir.

Muhalefetin şekilsizliği ve bilinç bulanıklığı

Gençlik alanındaki yaygın muhalif potansiyel halen bir olgudur. Buna müdahale ederken karşılaşılacak nesnel ve öznel zorluklardan söz etmeye çalıştık. Ele alınması gereken bir diğer temel önemde nokta ise, bu muhalif potansiyelin olanca yaygınlığı ölçüsünde şekilsizliği ve kendiliğindenliğidir. Bunda kuşkusuz reformizmin bu potansiyele öncülük etmek, ileriye çekmek yerine gerisinde kalmasının da payı vardır. Hiç de küçümsenecek gibi de değildir bu pay. Ancak 2010’larla birlikte başlayan ve gençlik içinde her zaman büyük bir karşılık bulmuş bu AKP karşıtı muhalif potansiyel zaten bu zaaflarla maluldü. Bu durum İstanbul seçimleriyle beraber tüm muhalefetin zımnen birleşmesiyle bir üst aşamaya sıçradı. Bu zaaflar kendini üretebilecek daha uygun zeminler buldu.

Bu muhalif potansiyel bu yanıyla ‘70’lerin anti-faşist halk hareketine de benziyor. Tabana ve en geniş kitleye yayılmış bir anti-faşist öfke ama bunu örgütleyecek ve belli bir siyasi biçim verecek nitelikten yoksun devrimci hareket… Bugün de benzer bir sorun yaşanıyor. Ancak ‘70’li yıllardaki anti-faşist hareketin hiç değilse kuyruğuna takılma becerisini gösterebiliyordu devrimci hareket. O günün halkçılarının bugünkü reformist bakiyeleri ardına takılmayı bırakın, gerisine düşüyor ve hatta geri de çekiyor.

Bunları yukarıda etraflıca anlattığımız için tekrar etmeye gerek duymuyoruz. Ancak bugünkü hareketin ham haliyle olan başka bir farklılığından ve zaaf alanından bahsetmek gerekiyor. O günkü devrimci-demokrat halk kitleleri hiç değilse karşılarındakinin faşizm olduğunun farkındaydı ve kendilerini net bir şekilde anti-faşist olarak tanımlıyorlardı. Aslında bugünkü AK-MHP hükümeti ‘70’lerin MC hükümetlerinin daha kaba, daha saldırgan ve izansız bir tekrarından başka bir şey değil. O günün MC hükümetine karşı olan toplumsal muhalefet dinamiklerine bakılırsa günümüzün AK-MHP’sine karşı olan toplumsal dinamiklerle büyük ölçüde örtüştüğü de görülecektir.

Ancak bugünkü muhalif potansiyelin gerçek bir yumuşak karnı var, o da anti-faşist bilince sahip olmaması… Karşılaştığı baskının dinci-gerici niteliğini net bir şekilde görebilmesi ve adını koyabilmesi ama faşizm noktasında hep kekeme davranması. Bu yüzden bugün kayyum niteliği tartışmasız bir şekilde kesinleşmiş eski baro başkanı Metin Feyzioğlu gibi tipler muhalefet saflarında kısmen itibar görebiliyor. Dönemsel olarak da olsa görüyorlar. Şimdi yükselişte olan Mansur Yavaş, Ümit Özdağ gibi tiplerin muhalif saflarda gördüğü teveccühü de bu şekilde yorumlamak mümkün. Ama zaten şu an iktidarda MHP var ve AKP’nin kendisi de “çözüm sürecini” rafa kaldırdığından beri MHP’den pek farklı değil. Sözgelimi bir İYİP iktidarında da bugünkü baskı uygulamalarının bir kısmının (örneğin Avaşin ve Basyan’daki askeri kayıplardan sonra ODTÜ bahar şenliği konserlerinin iptali gibi) olacağı kesin. Zaten muhalefetin içindeki Ülkücü-Ulusalcı unsurlar bu tür başlıklarda halen AKP’yle de dayanışıyorlar. Böyle anlarda hep destek oldular AKP’ye…

Ama muhalefetin kendiliğinden bilinci bu noktalarda net değil. Ülkücülerin hem muhalefette hem iktidarda yer alması kafaları karıştırmış durumda. Geçmişteki gibi sorunun adı doğru konulup, faşizm denilemiyor. Şeriatçı, dinci gerici deniliyor belki ama faşist demekten özenle kaçınılıyor. Bu noktadaki zayıflık ise faşizme hem iktidara hem muhalefete oynama şansı veriyor. PKK’yle yeniden savaş konseptine dönülmesi üzerinden iktidarda, göçmen karşıtlığı üzerinden muhalefette belli köşeleri tutabiliyor. Bu kendi içlerindeki post kavgasıyla birleşince, sıradan muhalifin geri bilincinde anlaşılması zor bir nokta haline geliyor. Ama hayatın kendisine baktığımızdaysa AKP’nin en rezil yıllarının iktidar ortağı MHP, ODTÜ arazisine yol yapmak için sinsi bir biçimde giren ise gene Mansur Yavaş…

Muhalefetin içine yuvalanmış faşist posalar, bu ODTÜ yolu gündeminde görebildiğimiz gibi, iktidarın saldırılarını içeriden tamamlayan unsurlara dönüşebiliyor. Muhalefetin seküler niteliğinin ikirciksiz, anti faşist niteliğinin sürüncemeli olduğu koşullarda da bu ciddi bir zaaf alanı haline gelebiliyor.

Buna reformist solun da cumhuriyet ve Kemalizm güzellemeleriyle bu yolu düzlediğini eklemek gerekiyor. Geçmişte çeşitli aydınları ve sol kesimleri “fonculukla” suçlayan Fatih Yaşlı’nın kendisine bugün göçmen meselesindeki paylaşımlarından dolayı “foncu” denilebiliyor. Reformizmin yukarıda çizdiğimiz tablosuyla zaten bu rüzgâra karşı net durması beklenemez. Ancak muhalefetin zımnen birleştiği ortamda devrimci kesimlerin de geleneksel “kendiliğindenci” zaaflarla bu rüzgâra eklemlendiğini söylemek gerekiyor. Mesela cürmü kadar yer yakan ve üstelik muhalif gençlik kesimlerinde hiçbir şansı olmayan DEVA ve Gelecek partilerini teşhire anlamsız bir enerji ve zaman ayrılabiliyor. Ama muhalefetin anti faşist bilincinin zayıflığından dolayı buralara sızma ihtimali olan “Türkçü faşizme” karşı bu uyanıklık gösterilmedi. Son dönemde biraz göçmen karşıtlığı meselesinin gündeme gelmesiyle bu konuda belli bir hassasiyet oluşsa da yetersiz olduğu açık.

Sonuç olarak hem kendi bilinç bulanıklığı, hem düzenin çürütücü müdahalelerine, hem de reformizmin çıkarttığı engellere ve mide bulandırıcı gelişmelere rağmen bugün gençlik AKP’ye teslim olmamıştır. En son ODTÜ mezuniyetinde görüldüğü gibi düzen muhalefetini bile sokağa indirebilmektedir. Bu durum hem iyimser olmak için bir sebep hem de potansiyelin çarçur edilmesini engellemek için bir nedendir.

(*) ODTÜ’de yemekhane zammı protestosu için Rektörlük önündeki basın açıklamasından sonra Anarşistler, Kavaklık İnisiyatifi, Öğrenci Kolektifleri, Sol Parti Gençliği, MFT, SYKP, Özgür Öğrenci İnisiyatifi (Kürt yurtseverleri) çağrısıyla yemekhaneye gidiliyor ve turnikeden para vermeden atlama eylemi gerçekleştiriliyor. Buna Emek Gençliği ve TKP karşı çıkıyor. Gerekirse şiddet uygulayacaklarını bile söylüyorlar. Bu akıl almaz tehdide, kendileri de eyleme çağrı yapmalarına rağmen, Kavaklık İnisiyatifiyle kişisel sürtüşmelerinden ötürü Sol Partililer de katılıyor. Ancak sonuçta neredeyse on bine yakın bir öğrenci kitlesi eyleme katılınca, reformist solun saldırı tehditleri boşa çıkıyor. Olup biteni izlemek zorunda kalıyorlar. Tüm bunlar reformist solun geldiği nokta konusunda bir fikir veriyor.