16 Eylül 2011
Sayı: SİKB 2011/35

 Kızıl Bayrak'tan
Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin saldırı cephesini dağıtmak için…
“Arap Baharı”nı “Karakış”a çevirme hamlesi
Türkiye-İsrail ilişkisinde kriz
Sınır ötesi sinyalleri
Metal işçileri kıdem tazminatı hakkı için sokakta!
MİB MYK Eylül Ayı Toplantısı Sonuçları
İşçi sağlığı ve güvenliği için mücadeleye!...
“Can güvenliği,
iş güvencesi istiyoruz!” 
“Biz kazanacağız!”
Emekliler sokağa çıkıyor
Baskı ve sürgünler protesto edildi
KHK saldırısı ve
TMMOB’nin ataleti üzerine
Yeni dönem ve
partinin yüklenme alanları
Partinin düşünen önderleri ve savaşan neferleri önünde saygıyla eğiliyoruz
12 Eylül: Karşı-devrim devam ediyor /2
- Volkan Yaraşır
12 Eylül eylemlerle lanetlendi.
Üniversite har(A)çlarına zam cambazlığı
Gençliğin kayıt dönemi faaliyetlerinden
Mısır’da saflar netleşirken
mücadele keskinleşiyor
Filistin Yönetimi 20 Eylül’de
tek taraflı devlet ilan edecek
Dört bir yanda grev dalgası
Petrol-İş’te tüzük değişikliği
Gerze’ye kitlesel destek
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Faşizm işçi sınıfının ontolojisine yönelik bir saldırıdır...

12 Eylül: Karşı-devrim
devam ediyor / 2

Volkan Yaraşır

Uluslararası sermayenin yol haritası,
sınıfa yönelik üçlü karşı devrimci
saldırı ve etkileri

Finans kapital’in izleyeceği rota ya da uluslararası sermayenin yol haritası 1983’te imzalanan Washington Konsensüsü –uzlaşısı- adı verilen anlaşmayla çizildi.

Ne yazık ki bu rotanın anlaşılmaması, yeterince kavranmaması, finans kapitalin topyekün saldırısına karşı önlem alınamamasına yol açtı.

Washington uzlaşısı hem finans kapitalin hem kapitalist devletin izleyeceği politikaları bütün açıklığıyla, hatta pervasızca dile getirmişti.

Uluslararası düzlemde ve Türkiye’de izlenen neo-liberal saldırılar bu uzlaşının belirlediği koşullarda realize oldu.

Uzlaşının ana yönelimlerine baktığımızda, daha 1980’lerin başında, 2000’li yıllarda hem Türkiye hem de uluslararası düzeyde radikal özelleştirme politikalarının rotasını tespit etmek mümkündü. Bahar Eylemleri’nin, Zonguldak Büyük Madenci Yürüyüşü’nün gerçekleştiği koşullarda bazı önlemler alınabilirdi. Sınıf hareketi ve sendikal hareket bu derecede ağır darbeler almazdı, bir düzeyde kazanımlarını koruyabilirdi. Ayrıca işçi sınıfı gerçekleştirdiği savunmayla sınıfın deklase olmasını, şekilsizleşmesini engelleyebilirdi, sendikal hareketin bürokratik bir kasta dönüşmesinin önü kesilebilirdi.

Yaşanan son derece konsantre ve rafine saldırıların işçi sınıfına yansıması yıkıcı oldu. Finans kapital ve kapitalist devlet esas olarak sınıfın devrimci kimyasını bozmayı hedefledi. Çünkü kapitalist sistemde tek devrimci sınıf, tek yıkıcı güç, kolektif davranabilme ve kolektif aksiyon gerçekleştirebilme kabiliyeti olan sınıf, işçi sınıfıdır. Finans kapital bunu tarihsel deneyimlerinden öğrendiğinden dolayı, sınıfın her düzeyde bloke edilmesini, ontolojisinin bozulmasını ve hızla şekilsizleşmesini hedefledi. Böylece devrimci kimyası bozulan sınıfın, biat ve riayet etmesi, boyun eğmesi sağlanabilirdi. Saldırılar bu yönde başlatıldı ve son derece soğukkanlı ve acımasızca hayata geçirildi.

Finans kapitalin saldırıları, üçlü karşı-devrimci bir kombinasyon şeklinde biçimlendi.

Birinci operasyon; sınıfın kimliğine ve bilincine yönelikti. Bilinç ve kimlikte deformasyonlar ve aşınmaların yaratılması amaçlandı. Bilincin her düzeyde kırılması ve dejenerasyonu yönünde hamleler yapıldı. Sınıfın zihinsel ve ruhsal yeteneklerinin köreltilmesi için sistematik programlar uygulandı.

Finans kapital sınıfın karakterinde aşınmaları sağladıkça ters orantılı bir şekilde hareket serbestliği, maksimum sömürü olanakları kazandı. İdeolojik hegemonyasını yaydı. Sınıf egemenliğini, yeni rıza mekanizmaları üreterek toplumsal egemenlik şeklinde kabul ettirdi.

Sınıfın kimliğine ve bilincine yönelik konsantre saldırılar, sınıfın şekilsizleşmesine ve birlik zeminini kaybetmesine yol açtı. Bireyciliği körükleyen dezenformasyon politikalarıyla, sınıf içinde rekabet ve hırs körüklendi ve sınıf hızla atomize oldu. Marx Alman İdeolojisi’nde sınıfın şekillenmesine ilişkin şöyle bir vurgu yapar: “Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak mücadele yürütmek zorunda oldukça, bir sınıf meydana getirebilirler; bunun dışında, rekabet içinde birbirinin düşmanıdırlar. . . ”

Bu gelişmelerin doğal yansımasıyla sınıfın örgütsel gücü dağıtıldı ve parçalandı. Sınıfın bilinç ve kimliğinde yaşadığı olağanüstü deformasyonun bazı somut yansımaları oldu. Yani bir anlamda “negatif” diyalektik işledi. Yani yaşanan süreç aynı zamanda sınıfın eylem ve örgütlenme kapasitesini zayıflattı. Çünkü sınıfın bilinç ve kimliğiyle onun eylem kapasitesi ve örgütlenme gücü arasında diyalektik bir bağ vardır. Eğer sınıfın bu diyalektik alanların birinde kırılma ve dejenerasyon yaşanması doğrudan başka alanlara yansımasına yol açar. Kısaca bilincin deforme olması peşi sıra kimliği zayıflatır. Bilincin deformasyonu ve kimliğin aşınması doğal olarak, sınıfın eylem gücünü etkiler ve örgütsel kapasitesini düşürür. Finans kapital sınıfın çok yönelimli ve birbirini besleyen kabiliyetlerini bozdu ve aşındırdı. Son derece bilinçli bir şekilde savaş stratejisi uyguladı. Devletin ideolojik aygıtlarını sistemli çalıştırdı. İdeolojik ve siyasal hegemonyasını kökleştirdi ve yaygınlaştırdı.

Bilinç ve kimlik, eylem ve örgütlenme arasındaki diyalektik sarmalın kırılması sınıfın farklı ve geri refleksler geliştirmesine yol açtı.

İşçi sınıfı olaylara, dünyaya kendi sınıf kimliğiyle bakamadı. İşçi olma üst kimliği dejenere oldu. Alt kimlikler öne çıktı. Sistem bu kimliklerin öne çıkmasını körükledi, ön açtı. İşçi sınıfı yaşadığı cangılda bir savunma refleksi olarak alt kimliklerine sarıldı. Varoluşunu burada kurdu. Ama sermayenin bu kimlikleri kullanma kabiliyeti, sınıfın atomizasyonunu ve dejenerasyonunu beraberinde getirdi.

Sosyolojide objektif kimlik olarak tanımlanan alt kimlikler, bireyin etnik, dini, mezhebi, ırksal vb. yönlerini işaretler. Bir anlamda bireyin doğarken aldığı, “kazandığı” kimliklerdir.

Sosyolojide sübjektif kimlik olarak tanımlanan üst kimlik iradi olarak oluşturulur ve özneleşme sürecini işaretler. Kapitalist sistemde sınıfsal eksen bu kimliğin gerçek oluşma zeminidir. İşçi sınıfı bu kimliğiyle yani işçi olma kimliğiyle yaşamını kazanır ve sürdürür, yaşamsal duruş ve rolünü kavrar. Bu kimlik sınıf mücadelesi içinde edinilen bir kimliktir.

İşçi sınıfı üst kimliğiyle bakmayı, olguları değerlendirmeyi bıraktığı an, sermayenin bütün saldırılarına maruz kalır. Bu noktada alt kimlikler sermayenin inisiyatif kurduğu, manipüle ettiği alanlar olduğundan, alt kimlikle hareket eden sınıf güçsüz, mecalsiz hatta sert koşullarda birbirinin düşmanı haline gelir.

Sermayenin ikinci operasyonu sınıfın değersizleştirilmesi, şeyleştirilmesi ya da nesneleştirilmesidir.

Kapitalist üretim ilişkisi, doğasında sınıfın yabancılaşmasına yol açar. Önce kendine, yarattığı ürüne yabancılaşan işçi giderek bu yabancılaşmayı içselleştirir. Sermaye artı değer yaratma gücünü, kapasitesini bu yabancılaşma üzerinden rahatça kurgular. İşçiyi bir nesne, basit bir emek gücü haline getirdikçe varoluşunun temeli olan sermaye birikimini sağlar.

Sermaye ekonomik, siyasi, ideolojik hegemonyasını sınıfı değersizleştirip, onu hiçleştirerek ya da bir nesneye çevirerek kurar.

Sermaye bu yönde son derece iyi programlanmış ve iyi hesaplanmış taktikler uygular. Örneğin; Wall-Mart’ta çalışan kadın kasiyerin iş saatinde tuvalete gitmesini engellemek için altına pet bağlatır. Böylece en temel insani ihtiyaç, işçiyi boyunduruk altına almanın, onu terbiye etmenin aracına dönüşür. Bunu sermaye bilinçli olarak yapar. Sınıfı aşağılama eğilimi olan bu tutum, esas olarak sınıfın kendine öz saygısını yitirmesini hedefler. Bugün birçok işyerinde artık olağan hale gelmiş üst arama tavrı da sınıfa yönelik açık bir aşağılama hareketidir. İşçiler işe giriş ve çıkışlarında, her sefer “hırsız” olmadıklarını kanıtlamaya çalışır. Ama muamele “sen potansiyel hırsızsın” demektir. Bu muameleye maruz kalan işçi tedirgin, tereddütlü ve kendinden emin değildir. Yine asgari ücret alan bir işçi (Türkiye işçi sınıfının %65’i asgari ücretle yaşamını sürdürmektedir) objektif olarak kendini değersiz hisseder. Bugün birçok araştırmaya göre açlık sınırı 750/800 TL’dir. Yoksulluk sınırı ise 2 bin 500 TL’ye yaklaştı. Böylesi bir ekonomik ortamda işçiye asgari ücret olarak 650 TL vermek onu alenen aşağılama ve hor görmektir. Her ne kadar bizler, asgari ücretin insanca bir ücret olması için talepler geliştirsek de, asgari ücret politikası başlı başına sınıfı değersizleştirme taktiğidir ve salt ekonomik değil, ideolojik ve varoluşsal temelleri bulunmaktadır.

Sermaye böylesi taktiklerle sınıfa kendisini hiç hissettirir. Kendini değersiz gören işçi salt ekonomik teröre değil, ideolojik teröre de maruz kalır.

İşçi sınıfı böylece sistematik değersizleştirme operasyonlarıyla karşı karşıyadır. İş yerlerinde artık olağanlaşan işleyiş sonucu (emir, hakaret, aşağılama ve farklı mobbing uygulamalarıyla) ruhsal ve duygusal bir teröre tabi tutulur.

Bütün bu uygulamalar özünde sınıfın devrimci gücünün kırılmasını, devrimci kimyasının bozulmasını hedefler. Kendini değersiz ve hiç hisseden bir işçi harekete geçmez. Nesneleşen bir işçi rıza gösterir, boyun eğer, riayet eder. Sınıf nesneler yığınına dönüştürülerek, deklase edilir.

Buradan çıkan sonuç şudur, sınıfın onuru ekmekten daha da önemlidir. Bu anlamda 1917 Şubat devriminde garson ve hizmetçilerin şu talebi sarsıcıdır: “Bundan sonra bize sen değil, siz diye hitap edeceksiniz” Ayrıca DİSK kurucusu Lastik-İş Sendikası Başkanı Rıza Kuas’ın katkılarıyla 1969’da “üstünü aratma” eylemi, sınıfın değersizleştirilmesine, nesneleştirilmesine karşı muhteşem bir eylemdir. Bugün dahi bizlere yol göstermektedir.

Bu iki operasyonu sınıfın bir zümreye çevrilmesi, cemaatleştirilmesi izledi.

12 Eylül faşist darbesinden sonra radikal bir şekilde hayata geçirilen neo-liberal politikalar, 2000’lerin başlarında derinleştirildi. Yeni bir momente girildi. Uluslararası düzlemde hegemonya krizi yaşayan ABD imparatorluk projesi olarak BOP’u devreye soktu. Uluslararası jeopolitikteki bu gelişmeler TC’yi etkiledi. TC, BOP’un model ülkesi olarak bölgede öne çıkarıldı. Model parti ise AKP’ydi. Bu süreç iç ve dış politikada bir dizi değişikliğe, altüst oluşa neden oldu. AKP’nin iktidara gelmesi bir transformasyonun önünü açtı. 12 Eylül’ün resmi ideolojisi olan Türk-İslam sentezine neo-liberal bir aşı yapıldı. Neo-liberalizme meşruiyet kazandıran cemaatçi hayırsever kapitalizm inşa edilmeye başlandı. Kritik eşik ikinci AKP iktidarı dönemi oldu. Bu AKP yeni bir AKP’ydi. Yakın zamanda gerçekleşen referandum ve yerel seçimlerle AKP’nin üçüncü dönemine girildi. Bu süreç TC.’nin hızlı transformasyonunun önünü açtı.

Yasama-yürütme-yargı sistematiğinde özellikle yürütmenin belirleyiciliği arttı. Yürütme güçler ayrılığını ifade eden bir erkten öte, iktidarın son derece konsantre hale getirildiği bir yapıya dönüştü, yasama ve yargı da bu konsantrasyona bağlı olarak yeniden şekillendirildi. Devletin yeniden yapılanmasını ifade eden bu operasyonlarla devlet bir yandan içeride hızla militarize olup, otoriter ve totaliter oluşumlara giderken, dışarıda bölgesel bir karşı devrim merkezi gibi biçimlenmeye başladı. Devlet daha konsantre bir faşist yapılanmaya dönüşüp, kendini “saklayıp” bir yandan içe çekildi, öte yandan sivil toplumu da devlet eliyle inşa ederek ya da fethederek, kendisini saklamanın aracına dönüştürdü. Böylece siyasal gericiliğin gündelik hayata daha etkin müdahale etme olanakları çoğaldı. Küresel sermayenin ihtiyaçları ve kapitalist entegrasyonun önündeki engellerin kaldırılması yönünde devlet yeniden işlevlendirildi.

Bu sürecin bir parçası olarak ayrıca devlet, “hayırsever kapitalizmin” inşasının en önemli unsuru olarak devreye girdi. Birinci AKP iktidarıyla cemaatçi-hayırsever kapitalizmin alt yapısı oluşturuldu. Bu durum paradoksi bir gelişmeyi işaretledi. Kapitalizm aslında cemaati parçalar ve bozar. Ne var ki sosyal devletin tasfiyesi ve radikal neo-liberal politikalar sonucu bir “sadaka toplumu” yaratıldı. Devlet-cemaat-birey ilişkisi inşa edildi. Kapitalist devlet cemaatleşti. Cemaat devletleşti. Kitlelerin sosyal devlet olmaktan kaynaklanan en temel hakları eğitim, sağlık, ulaşım vb. metalaştırıldı, gasp edildi. Kitleler yardıma muhtaç yığın haline getirildi. Muhtaçlar yığını sadaka toplumunun zeminini oluşturdu. Fakirlik, yoksulluk “kader” olurken, ona yardım bir “hayırseverlik” ve cennetin anahtarı olarak sunuldu. Yoksullar, hayırseverlik organizasyonlarıyla -bizzat bu organizasyonların bir kısmını devlet gerçekleştirdi- nesneler yığınına dönüştürüldü, enkaz haline getirildi. İşçi sınıfı da bu gelişmelerin bir parçası oldu.

Sistem devletin ideolojik aygıtlarını devreye sokarak, yeni rıza mekanizmaları üretti. Hayırseverlik, rıza ve şükürle beslendi.

Sınıfa yönelik bu karşı-devrimci operasyonlar, son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilir. En başta işçi sınıfı yeni bir zihniyet dünyası içinde, kaderine razı, koşulsuz kula dönüştürülebilir. Ayrıca yaşadığı bütün olumsuzlukları kanıksamış, atıl, düşünmeyen, boyun eğen, sessiz yığınlar haline getirilebilir. Yoksulluğun kader olarak algılanması yazının başında belirttiğimiz, neo-liberalizmin ideolojik saldırılarının (prütanizm) parçasıdır. Amaç; sınıfın köleleştirilmesi, nesneleştirilmesi, ruhunu ve mücadele gücünü kaybetmesidir. Ama sınıflar mücadelesi son derece yaratıcı, zengin ve en olumsuz koşullarda bile umudu ayaklandıran bir dinamiktir. Yaşanan kapitalist kriz ve yarattığı sonuçlar bunu bir kez daha ispatladı. Çeyrek asırlık karabasan küresel düzeyde paramparça oldu.

Hayat kendi zenginliğiyle yeniden ortaya çıktı. Sermayenin yarattığı cehennem, hegemonya hızla dağıldı. Sınıfsal antagonizmanın, kutuplaşmanın üstündeki “kadife karanlık” yok oldu. Emek sermaye çelişkisini örten, gizleyen tül parçalandı.

Kapitalist kriz uluslararası düzeyde yeni bir tarihsel momentin önünü açtı. Muazzam dinamikleri açığa çıkardı ve çıkarmaya devam ediyor.

Özetlersek, 12 Eylül faşist diktatörlüğü sınıfın devrimci kimyasını bozmayı, sınıfı köleleştirmeyi, bilinç ve kimliğini deforme etmeyi ve onu demoralize etmeyi amaçladı. Onun ontolojisine saldırdı. Faşizm sınıfın ontolojisine yönelik açık bir saldırıdır. Sermayenin maksimum tahakkümüdür. Karşı-devrimdir ve karşı-devrim hala sürmektedir.

Sınıfın ontolojisini yeniden kurmak işçi sınıfının yıkıcı gücünü açığa çıkarmakla mümkündür. Bu anlamda sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaracak her çaba, onun devrimci kimyasını besleyecek her çalışma, bilinç ve kimliğini yeniden inşa edecek her faaliyet, moralini besleyecek her direniş ve her eylem 12 Eylül faşizmine ve kapitalizme vurulan bir darbe olacaktır.

12 Eylül faşizmi ve onun kurduğu düzenle ancak böyle hesaplaşılabilir.

Devrimin mayalandığı işçi havzalarında, fabrikalarda, atölyelerde, organize sanayi bölgelerinde, sınıfın öfkesini ve kinini örgütlediğimiz ve bu sisteme yönelttiğimiz oranda 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşabilir ve geleceği kurabiliriz.