21 Temmuz 2017
Sayı: KB 2017/28

Dikta rejimine karşı mücadeleyi yükseltelim!
Sırada tek tip elbise var
Basın özgürlüğü üzerine
AKP iktidarının büyüyen korkusu
Erdoğan’ın ağzından malumun ilanı
Sömürüye ve OHAL’e karşı sınıfın birliği ve dayanışması
Resmi işsizlik rakamları ve karartılamayan gerçekler!
İşsizlik Sigortası Fonu sermayenin hedefinde
Yazaki’de direniş üç haftayı geride bıraktı
Emekçilerin direnişi sürüyor: OHAL işçi ve emekçilere karşı ilan edildi!
“Bir kişi de olsa direniş devam edecek!”
SIO Automotive’de taşeron güvenlik işçilerinin direnişi üzerine
Uğur Konfeksiyon saldırılarına kadın düşmanlığını da ekledi!
Kızışan hegemonya kavgası ve Almanya-Fransa ekseninin savaş hazırlıkları
Mesleki eğitim ve mücadele semineri
Bakırköy’de rant projesi: 17 bin ağaç katledilebilir!
Yaşasın direniş, yaşasın zafer!
Kavganın partili şairi Vaptsarov
Gerçek özne
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Bir kişi de olsa direniş devam edecek!”

 

KHK’lar, Yüksel direnişi ve sendikal bürokrasi üzerine 18 Temmuz günü direnişçi kamu emekçisi Acun Karadağ ile konuştuk.

- Yüksel direnişi, açlık grevi direnişi, KHK’lara karşı direniş konusunda genel olarak ne düşünüyorsun? İhraç Komisyonu kuruldu, devlet kendince emekçilerin öfkesini dindirmek için böylesi bir yöntem oluşturdu. Bunlarla beraber saldırılar da yeni boyutlar kazanıyor. Ev hapsi saldırısı, geçtiğimiz günlerde son yayınlanan KHK… Bu konularda neler düşünüyorsun?

- 252 gündür devam eden bir Yüksel direnişi var. Direniş başladığında KHK’lara ve hukuksuzluğa karşıydı. Devlet dedi ki: “Canım istedi attım!” Biz de dedik ki: “Böyle bir şey yok, burası senin babanın çiftliği değil!” Devleti yöneten insanlar bu kadar ciddiyetsiz davranamazlar. Herhangi bir şeyi bahane edip muhalefete saldırıyorlar. Bu durum çok yerde çok kez anlatıldı zaten. Önemli olan onların saldırısı karşısında bizim ne yaptığımızdır. Direniş başladı ve büyüdü. Açlık grevi sürecinde bir zaman onu da görmezden geldiler. Açlık grevi açıklamasını ilk duyurduğumuzda gözaltına alıp hemen “terör” damgasını bastılar. Saldırıyı o kanaldan yürütmeye çalıştılar. O da çok talep görmedi, yani halkta çok karşılığını bulmadı. Devletin içişleri bakanı defalarca çıkıp “bunlar terör örgütü” dedi ama karşılığında Nuriye ve Semih’in sicil kayıtlarının temiz olduğu, hiçbir hüküm giymediği açıklandı. Devletin bir bakanı nasıl oluyor da hiçbir hükmü bulunmayan, haklarında mahkeme kararı bulunmayan insanlara “terörist” diyebilir diye düşünürken devletin en tepesindeki kalktı Selahattin Demirtaş’a da “terörist” dedi. Elinde hiçbir delil ve hüküm olmamasına rağmen -kaldı ki hüküm bile olsa- hangi mahkemenin ne karar verdiği belli. Ev hapsi kararı istendi, bir hâkim ev hapsi kararı vermedi. İki gün imza koşulu ile bizi bıraktı. Ama bunlar ev hapsini onaylatana kadar bir hâkim aradılar. “Bizim kararımızı hangi hâkim onaylarsa orada hukuk var!” diyorlar. Nuriye ve Semih’in tutuklanmasının mantığı da budur. Aslında bütün insanların bunları düşünmesi lazım, devlet böyle mi yönetilir, hukuk böyle mi işler? Bu soruları insanların kendi kendilerine sormaları lazım. Ve bu böyle devam edecek mi? KHK’larla, OHAL ile saldırılarla, böyle mi yönetileceğiz? Herkes kaygı içinde, hayatımızı böyle mi sürdüreceğiz? Esra Özakça da açlık grevine başladı, 55. gününde… Çok da zayıfladı. Açlık grevinin 60. gün belirtilerini göstermeye başladı. Nuriye ve Semih’in yürüyememe durumları şu an Esra’da da başladı. Başka açlık grevleri de var. Mesela TAYAD Başkanı Mehmet Güvel amca açlık grevine başladı. Onun açlık grevinin 17. günü. Kendisi Wernicke-Korsakoff hastası ve onun da bir açıklaması var. Diyor ki: “Nuriye ve Semih kurtulursa ben de kurtulacağım, onlar sakat kalırsa ben de kalacağım, onlar ölürse ben de öleceğim.” Yani bu kadar kararlı bir eylem. Çünkü kendisi açlık grevi ve ölüm oruçları’nın sonuçlarını çok yakından gören birisi. Bu ülkenin insanları çok acılar çekti. Görece daha büyük talepler vardı. Eskiden F tipleri vardı ve onlara karşı bir mücadele veriliyordu. Ama Nuriye ve Semih’in talebi bir hapishane tipinin kaldırılması değil. İşlerine geri dönseler zaten açlık grevi bitecek. Çok net, basit ve sade talepleri var. İki eğitimcinin taleplerini gerçekleştirmemek ve bu yüzden ölüme terk etmek vicdansızlık demiyorum. Onlarda vicdan aramıyorum zaten, ama gerçekten doğru bir devlet bakışı değil. Devlet bu iki eğitimci ile inatlaşsın, onları öldürsün sonra ne kazanacak? Biraz ekonomi ve patronlarla işi yürütmeye çalışıyor ama bu rahatsızlık ekonomiye de yansıyor. Belki de onların ipini çekecek olan şey de ekonominin bozulması ve bunun görünür olması olacaktır. Ekonomi bozuk, devletin kasası boş, onu biliyoruz. Açıklamalar bunu gösteriyor. Tabi orası siyasileri ilgilendirir, Yüksel Caddesi ve benzer direnişler ise emekçileri ilgilendirir. Ekonominin batmasını bekleyerek kendimizi kurtaramayız. Sokak mücadelesi, sokağa çıkmak çok önemli. Sokakta durmak, insanlarla iletişim kurmak, onları bir yere toplamak çok önemli. Yüksel çok önemli, orası artık bir irade savaşına döndü. Ben oranın biteceğini düşünmüyorum. Nuriye ve Semih’in talepleri gerçekleşene kadar orada bir kişi de olsa direniş devam edecek. Bizi ev hapsine aldı, biter mi acaba diye düşündü, bitmiyor işte. Ta İstanbul’dan insanlar geldi ve bugün alana çıktılar. Abbasağa Parkı’nda eylem yapanlar bugün alana çıktılar ve gözaltına alındılar. Ve devlet çok ahlaksızca saldırmış. O Abbasağa Parkı’ndan gelenlerden birisinin kalp rahatsızlığı var. Derdin ne? Bir kadına bu kadar şiddeti neden uyguluyorsun? Neyi kaybedeceksin? Ama evet, kaybedecekleri bir şey var. Şimdiye kadar çeşmenin başında durdular, açtılar çeşmeyi ve halktan akan her şeyi yediler-içtiler. Bütün serveti biriktirdiler. O çeşme kapanacak diye şimdi ödleri kopuyor. “Vatan, millet, bayrak” bunlar hep rantta kendilerine paravan yaptıkları şeyler. Yoksa normalde umurlarında bile değil. Bence ülkeyi batırmak için gelmişler. Bunlar sermayenin bir aracı. Dünyadaki kapitalist krizin bir parçası da bunlar. Nasıl bütün ülkelerde ayaklanmalar var, şiddet var, polis var, bu ülkede de aynı şeyler oluyor. Sermayeyle el ele vermiş halka saldırıyor. Çünkü kapitalizm krizde.

- İhraçların sayılarına baktığımızda 160 bini aştığı söyleniyor. Böylesi kapsamlı bir saldırının iktisadi bir arka planı da olduğunu biliyoruz. Devletin onlaca yıldır neo-liberal politik hesapları var. Bir nevi devleti küçültme de diyebiliriz. Kamuyu özelleştirme de denebilir. 15 Temmuz darbe girişimi aslında bu konuda bir fırsat oldu.

- Zaten “Allah’ın lütfu” demesi de bundan… Neredeyse 7-8 yıl öncesinden iş güvencesine saldırmaya başladı. Ama o dönemde sendikaların eylemleri oldu. Türk Kamu Sen de, KESK de buna karşı bir şeyler söyledi. Bir türlü bu saldırıyı gerçekleştiremedi. Yani kamu personeli rejimi yasası çıkarmaya çalışıyordu. 657’ye saldırıyordu. Ama hukuken bu mümkün değildi. En fazla insanları emekli edip yerine birilerini almazdı ama bu da uzun sürecek bir şeydi. Darbeye niye göz yumdu? (Ben göz yumduğunu düşünüyorum, kontrollü darbe dedikleri budur) Darbe aracılığı ile “hem bunları tepeleriz, ayıklarız hem de kamuyu tasfiye ederiz” diye düşündüler. Aynı Hitler’in meclisi yaktığı Reichstag yangını gibi… Bu fırsattan istifade ederek personel rejimi yasasını devreye sokmak… Özelleştirme, hastaneler, okullar, devlet kurumları, geldiği günden beri tek tek bunları satmaya başladı. Adam geldi ve “babalar gibi satarım” dedi. Hiç kimse o zaman “kimin malını kime satıyorsun” diye sormadı. Herkes rantın bir parçası olmaya çalıştı. Muhalefet de böyle yaptı, iktidar da… “Yetmez ama evet” dönemi budur işte. “Bir şeyler değişiyor, yetmez, buraya evet”… Bunun böyle olacağı bilinmesine rağmen adamlar “biz tek başımıza yiyeceğiz” dediler. “FETÖ” ile çatışma da bu mantık üzerinden oldu. Liberal sol ile çatışma da budur, Ahmet Altanlar, Nazlı Ilıcaklar bugün neden hapishanede?

KHK’ların mantığı ise devleti bitirmektir. Devletin yaptığı işleri özelleştirmektir. Devlet memurluğunu bitirmektir. Bu çok açık ama görmezden mi geliniyor, düzeleceği mi düşünülüyor..? Ama öyle bir şey yok! Devlet işi bitiyor. Onun için kalkıp rahatça söylüyor: “Devlet bunları besleyecek mi?” O kadar üstten ve ahlak dışı bir söylem ki… Kim kimi besliyor? Herkes emeğinin karşılığını alıyor, hatta onu bile alamıyor. Bunlar işveren-patron havasındalar, ülkenin patronu olmaya çalışıyorlar. Ama bu böyle gitmez, demokrasiyi görmüş biri tekrar senin sarayına dönmez. Normalde bu mantıkla bu iktidar muhalefete az bile saldırıyor. Daha sert de saldırabilir. İşte en kafadan karşı çıkan Selahattin Demirtaş’tı onu da tutukladılar. Tutuklanın, tutuklanmayı göze alın, biz nasıl tutuklanmayı göze alıyoruz? Koca koca partilersiniz. Size bu düzende ekmek yok, bunu bilip buna göre harekete geçin. Biz emekçiler olarak siyasi parti değiliz, mecliste bir şey söyleyemiyoruz. Bizim sözümüzü söyleyeceğimiz yer sokaktır.

- Geçtiğimiz günlerde KESK Genel Kurulu yapıldı. Biz Kızıl Bayrak olarak genel kurulu yakından izledik. Genel kurulda KHK’lara karşı mücadele, direnişler ve özelde Nuriye ve Semih’in açlık grevi direnişi kendine yer bulmadı. Bir mücadele programı ortaya konulmadı. Salondaki pankartlardan tut da yapılan konuşmalara kadar bu böyle. Böylesi bir genel kurulu da gözettiğimizde; ihraç edilmiş bir kamu emekçisi olarak KESK’ten bir beklentin var mı ve sendikaların bu durumu hakkında neler demek istersin?

- Eyleme başladığımızda önlük giydik ya, işte o önlüğün üzerinde hepimizin adı yazıyordu. Niye Eğitim Sen, KESK yazmıyordu? Çünkü biz oradan umudumuzu kaybetmiştik. Ben Eğitim Sen Genel Kurulu’na da gitmiştim. O salon boşken, o lüks otelin salonunda bir canlı yayın yaptım. Bütün pankartları görüntüledim, Nuriye ve Semih ile ilgili bir pankart yoktu. Dünyanın sahiplendiği, dünyadaki yazarların, sanatçıların, AİHM’in, Birleşmiş Milletler’in konu ettiği iki eğitimciyi sen bir sendika olarak neden -üstelik senin üyen olmasına rağmen- bir afişe bile konu etmiyorsun? Bu ciddi bir sorun. Neden, çünkü sendikanın direnmek gibi bir niyeti yok. Taban çok rahatsız, bunu ben biliyorum. Bireysel konuşmalar da bunu gösteriyor. İzmir’den gelen bir psikiyatrist konuşma yapmış, demiş ki: “Yüksel Caddesi özneydi, oraya gitmediniz, adalet yürüyüşüne takılıp nesne oldunuz.” Beni yeni KESK Genel Başkanı Mehmet Bozgeyik aradı. Gerçi kendi bile aramadı, başkasının vasıtası ile bana ulaştılar, “başkan sizi ziyarete gelmek istiyor” dediler. Dedim ki “ben kalp ameliyatı geçirdim, üyesiydim, bir geçmiş olsun demedi, Yüksel’de defalarca gözaltına alındım yine aynı, o zaman da benim bir evim ve adresim vardı. Gelmek istiyorsa önce Yüksel’e gitsin, açıklamaya katılıp bir gözaltına alınsın öyle yanıma gelebilir” dedim. Çok bozuldular. Yani Yüksel’e gidip destek vermeyen buraya gelmesin. Buraya gelenler hep bizim direnişimize destek verenler. Sonuçta iktidar o direnişi bitirmeye çalışıyor. Ben burada 18.30’da açıklama yapıyorum. Onların her hamlesini boşa düşürmeye çalışıyoruz. Tutuklansak bile hapiste bile direnişe devam ediyorum. İşte Nuriye ve Semih’in durumu bu… Durum bu. Eğitim Sen ve KESK’ten ben bir şey beklemiyorum. Oradaki hâkim anlayışlar yıllardır oraya çöreklenmiş ve orada devrimci bir sendikalaşmayı engelleyen, önüne geçen, zaman zaman devlet ile uzlaşan, emekten ve emekçiden yana olmayan bir anlayış hâkim oralarda. Biliyoruz, üyelik devam ediyor ama bu, tabanla ilişkilerimizin kopmaması için. Yani üyelerle hiçbir sıkıntımız yok. Ama yönetime gelen hâkim anlayışla sıkıntımız var. Onlardan bir şey beklemiyorum, bu yeni yönetimden de bir şey beklemiyorum. Bize şov yapmayacaklar, eylem yapacaklar. Beni evde ziyaret edip, bunu haber yapıp gösteriş yapamazlar. Onlardan bunu beklemiyorum. Hiç beni görmesinler, adımı bile anmasınlar, Nuriye ve Semih’in bile adını anmasınlar, ama bir yerde direniş yapsınlar. 3 bin 500 üyesi işten atılmış bir sendika ne iş yapar? KHK’lara karşı eylem yapmıyorsa bu sendika ne iş yapar? Masada oturup çay mı içer? Sendika olmak sadece ihraçlara 3-5 lira para ödemek midir? Şurada birkaç komşuma rica etsem bana 100’er lira yardım yapabilirler. Sendikanın benim komşumdan ve sıradan insanlardan farkı ne? Sokağa çıkacaksın, başka şansın yok! Ya da sarı sendika olduğunu, uzlaşmacı sendika olduğunu itiraf edeceksin. Adına devrimci sendika demeyeceksin. Mesela DİSK demeyeceksin. Normalde bu süreci çok güzel göğüsleyebilirdik. Çok büyük mitingler yapabilirdik. Ama adamlar yapmadılar. Hedef olmak istemiyorlar. O zaman o koltuğa oturmayacaksın arkadaş. Ama şimdi de devletin ve üyelerinin hedefisin. Bunun için benim KESK’ten umudum yok.

Bu yerel kimi direnişlerde de şöylesi bir sorun oldu. Bir süre sendikayı beklediler. Baktılar ki çare yok, kendi eylemlerini kendileri yaptılar. Biz biraz daha öngörülüydük. Sendikadan bir şey çıkmayacağını daha önceki pratiklerinden biliyordum. 4+4+4 eylemlerinden vb. birçok eylemden belliydi. Adam gelip miting topluyor, saldırı oluyor, sonra herkes sendikaya gidiyor, üstünü başını temizleyip ardından barlara dağılıyorlar. Böyle olan bir yerden ne bekleyebiliriz ki? Az çok okuyan insan bir sonraki adımı görmeli. Sadece sendika açısından da değil. İktidar için de bu böyle. Emperyalizmin izni ile iktidar olmuş birinden bir şey beklenmez. Bugünleri görüyorduk ve daha ötesini de görüyoruz.

- Peki bu parçalı tablo üzerinden söyleyecek olursak, direnişi nasıl büyütebiliriz?

Hiç kimse beklemesin. İhraç edilen kimse yerinde durmasın ve direnişe geçsin. Kimse bir önder-lider vb. beklemesin. Nerede bir direniş varsa oturup büyütülmeli. Çünkü direnen insanlar güvenilir insanlardır. 15-20 gün süren bir eylem bir gün bitebilir. Ama 252 gündür süren bir eylem direnen insanların yapabileceği bir şeydir. Bu direnişe gidin mutlaka. Mesela ben her direnişe gitmiyorum, yarın bir gün “ben direnişi bitirdim, pes ettim” dese boşa düşmüş oluruz. Ama sonuç almaya odaklı direnişler vardır. Yüksel böyle mesela, oraya gidin, direnişi büyütün onlar da kazansın siz de kazanın. Nuriye ve Semih’in direnişinden bir kapı açılacak. KHK’lara karşı direniş anlamında. KESK’ten, Eğitim Sen’den bir fayda yok. Buradan herkese söylüyorum. İhraç edilen kimse bir lider beklemesin. Otursun bir yerde gözaltına alınsın. Ne olacak ki, bak ben kalp hastasıyım, gazıydı, gözaltısıydı, ne oldu öldük mü? Kaldı ki ölsek ne olur? Böyle onursuzca mı yaşayalım, sürünerek mi yaşayalım? İşte 7 bin insan daha atılmış. Atılan polislerle asla işim olmaz. Bunlar yalvarsalar, yanımıza gelseler kabul etmeyiz. Onlar Ali İsmail’in, Berkin’in, Ahmet Atakan’ın, Abdullah’ın katilidir. Ama doktor, mühendis vb. dini siyasi görüşü beni ilgilendirmiyor. “Ben direnmek istiyorum, hakkımı istiyorum” desin, yanımıza gelsin, kesinlikle kabul ederiz. Bir tek polisleri kabul etmeyiz, onlar kendi vicdanlarında cehennemlerini yaşasınlar. Polisler neye hizmet ettiklerini çok iyi biliyorlar. Tüm pislikleri biliyorlar kendileri de o pisliğin bir parçası. Umarım hepsi atılır ve bize yaptıkları zulmün bedelini öderler. Ama polis olmayan ve direnmek isteyen herkes gelebilir, gelmelidir.

Kızıl Bayrak / Ankara

 
§