8 Mart 2013
Sayı: KB 2013/10

 Kızıl Bayrak'tan
İmralı tutanaklarının yankıları üzerine
Suriye’de yıkıcı savaş tırmandırılıyor!
Gazi ve Ümraniye katliamı!
Polis yeni terör araçlarıyla donatılıyor
Karadağ cinayet davası çürümüş burjuva hukukun aynasıdır!
Türkiye’nin ilk 100 zengin patronu açıklandı
SGBP mücadele için neyi bekliyor!
4+4+4 saldırısı AKP’yi kesmedi
Ağzınızın tadını bozmaya, huzurunuzu kaçırmaya kararlıyız!
MİB MYK Mart Ayı Toplantısı

Kürt Sorunu Üzerine
Konferanslar... / 1
Devletin Kürt açılımı - H. Fırat

Güç Birliği Platformu
Alman emperyalizminden özgürlük ve demokrasi dileniyor! - K. Ali
İşçi bir kadının “Merkel’e açık mektup”a itirazı var - Z. Rençber
Hugo Chavez deneyimi
Hugo Chavez: Sosyalizm kavgasında yaşamaya devam edecek!
Devrimci Kadın Kurultayı tebliğleri... / 4 Kadınların örgütlenme ve
mücadele sorunu!
Emeğin ve emekçinin dostu, sınıf mücadelesinde ortaya çıkar!
“Beyazıt Meydanı’ndaki ölü”
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Bir sermaye devleti klasiği...

Gazi ve Ümraniye katliamı!

 

Sermaye devletinin tarihi aynı zamanda katliamlar tarihidir. Zira katliamcılık, sermaye devletinin mayasında vardır. Kitle kıyımlarına dönüşen bu katliamlara ‘77 1 Mayısı, Maraş, Çorum, Sivas, Malatya katliamları birer örnektir. Faşist sermaye devletinin devrimci yükseliş dönemlerinde nasıl bir politika izlediğini çok iyi anlatan bu gibi katliamlar, ‘90’lı yıllarda bir kez daha karşımıza çıkmaktadır.

Sınıf hareketindeki canlanma, Kürt halkının haklı istemlerinin kendini serhıldanlarla ifade etmesi, devrimci hareketin toparlanmaya başlaması, öğrenci hareketinin kitlesel ve militan biçimler kazanması elbette sermaye devleti tarafından sadece seyredilen gelişmeler olamazdı. 100’ün üzerinde Kürdün öldürüldüğü ‘92 Newrozu, devlet terörünün yeniden kitlesel katliamlara varabileceğini göstermekteydi. Yine devletin resmi güçlerinin yanı sıra kontra örgütlerinin de benzeri katliamlara ne kadar hazırlıklı olduğu 2 Temmuz Sivas katliamı ile bir kez daha açığa çıkacaktı. Aynı dönemin ürünü olan kayıplar, infazlar, işkencede ölümler, yeniden gündeme gelen tabutluklar tek bir gerçeği işaret etmekteydi. Devrimci temelde yükselme eğilimi gösteren bir toplumsal muhalefet varsa ve devrimci örgütler gittikçe güç kazanıyorsa, faşist sermaye devletinin açık kitle katliamları için de zemin var demekti.

Bu yılların siyasal koşullarında, burjuvaziyi tedirgin eden çokça neden vardı. Tüm bunlardan ötürü 12 Mart günü hedef seçilen Gazi Mahallesi rastgele bir tercih değildi. Alevi emekçilerin yaşadığı bu semt aynı zamanda devrimci çalışmanın dolaysız etkisi altındaydı.

12 Mart 1995 günü, İstanbul’un Gazi Mahallesi’ndeki İsmet Paşa Caddesi üzerinde bulunan ve çoğunlukla Aleviler’in gittiği Doğu, Dostlar ve Yavuz Kardeşler isimli kahveler ile bir pastane devletin gayrı resmi güçlerince tarandı. Doğu Kahvesi’nde bulunan Halil Kaya adlı alevi dedesi yaylım ateşinde hayatını kaybetti. Katiller bir taksiyi gasp ederek kaçtılar ve taksi şoförü Mesut Efe’yi de öldürerek aracın bagajına koydular. Bunun üzerine Gazi Mahallesi’nin emekçi halkı sokağa döküldü, tam da doğru hedefe, karakola yürüdü. Eylemler Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi’ne de sıçradı. Polis, doğrudan eylemcilerin üstüne ateş açtı. Polis tarafından Gazi’de 17, Ümraniye’de 5 olmak üzere toplamda 22 kişi katledilirken yüzlerce insan yine polis kurşunlarıyla yaralandı. Ayrıca bu katliamın hemen akabinde Hasan Ocak, 21 Mart günü polis tarafından kaçırıldı, işkencede öldürüldü. Cenazesi ise ancak yaratılan duyarlılık sonucu aylar sonra bulunabildi.

Katliamın ardından 20 polise dava açıldı. Dava, katliamdan altı yıl sonra, Kasım 2001’de, üç şehir gezdikten sonra sonuçlandı.

Gazi’de halkın üzerine ateş eden polislerin fotoğrafını çekerek katliamı belgeleyen Ahmet Şık Ergenekon soruşturması kapsamında, dönemin Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı’yla birlikte yargılandı. Ancak katliamın sorumlularından olan Avcı, Gazi davasında sanık olması gerekirken, tanık olarak bile dinlenmedi.

Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir, İstanbul Emniyeti’nde Terörle Mücadeleden Sorumlu Şube Müdürü Reşat Altay, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, dönemin başbakanı Tansu Çiller, İçişleri Bakanı Nahit Menteşe, İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu... Tüm bu isimler sonradan “görevlerini layıkıyla yaptıkları için” ödüllendirildiler, terfi ettiler, vekil oldular.

Kısaca öyle bir hukuk sistemi ki Trabzon’da mahkeme başkanı Hüseyin İmamoğlu, “ben bu davada polislerden yana tarafım, polis cinayet işlemez” diyebilmekteydi. İşkenceci polis şefi Hanefi Avcı, kahvehanenin Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım tarafından tarandığını söylemişti. İbrahim Şahin’in emrinde çalışan özel timci ve Susurluk hükümlüsü Ercan Ersoy ise Ayhan Çarkın ile birlikte Gazi Mahallesi’nde olduklarını televizyonda açıklamıştı. Özel timci Çarkın ve Oğuz Yorulmaz’ın halkın üzerine ateş açtığını gösteren fotoğraflar vardı.

Türkiye devrim tarihinde kendine ayrı bir yer açan bu katliam ve direniş geriye de pek çok deneyim bırakmış, yine başka gerçekleri bir kez daha hatırlatmıştır. Öncelikle sermaye devleti, rejimi tehlikede hissettiği anlarda nasıl faşizan bir karaktere bürünebileceğini bu vesileyle bir kez daha göstermiştir. Kalkışma dönemlerinde burjuva sol partilerin sermaye için bir itfaiye eri olduğunu da yine bu direniş göstermiştir. Özellikle alevi emekçiler için sermaye ordusunun hala bir yanılsama yarattığı da açığa çıkmıştır.

Burjuva hukuk sisteminin ise tarafsız olmadığını katliam yargılamaları ortaya koymuştur. Bu katliamın aktörleri arasında sadece kontra güçler yoktur. Devlet, yetkili tüm birim ve siyasetçileriyle katliamın doğrudan sorumlusudur, parçasıdır. Dolayısıyla bu katliam organizasyonu, devletin dönem dönem dile getirdiği “demokratikleşme” söylemlerinin sahteliğini açığa çıkaran bir turnusol işlevidir. Değişen hiçbir şey olmadığını görmek için en son örnek Roboski’dir.

Gazi ve Ümraniye’de yaşananlara sadece bir katliam olarak bakmak büyük bir yanılgıdır. Sermaye devletinin faşist karakterini açığa çıkaran bu katliam aynı zamanda işçi ve emekçilerin düzene olan öfkesinin koşullar oluştuğunda nasıl kitlesel ve militan bir biçime bürünebileceğini de göstermektedir. Gazi Mahallesi’nde kurulan barikatlarda günlerce silahlı polis kuvvetleriyle dişe diş bir mücadele verilmiş, ortaya çıkan görüntüler Filistin intifadasını hatırlatmıştır. Devamında devrimci hareket için moral kaynağı olan bu anti faşist emekçi halk direnişi, eylemin özgürleştirdiği sokağın, burjuva hukuk normlarına sığmadan hak ve özgürlüklerin nasıl elde edildiğini, toplantı ve yürüyüş kanunun nasıl işlevsizleştiğini de göstermiştir. Emekçi semtlerinde barikatlar artık bir dönem için en sık başvurulan eylem biçimi olmuştur. Burjuvaziyi ise tüm sınırlarına rağmen bu direniş ürkütmüştür. “Varoşlardan” beslenen tehlikeyi bertaraf etmek için emekçi mahallelerine özel planlamalar yapılmış ve hayata geçirilmiştir. Şu günlerde devletin bu açıdan kazandığı mevzileri görmek için bu semtlere bakmak yeterlidir.

Tüm bunların yanı sıra bu anti faşist halk direnişi sol harekete bir dönem için güç kazandırmış olsa da, esasında bulundukları küçük burjuva halkçı zemin için “teorik” bir dayanak olmuştur. Bu yanılsamaya komünistler tarafından Gazi’nin yarattığı ateşin sıcaklığı henüz devam ederken dikkat çekilmiş, küçük burjuva devrimciliğinin ve halkçı popülizmin çıkmazı dile getirilerek esas olanın proleter sosyalizmi, buna dayalı bir program ve çalışma tarzı olduğu vurgulanmıştır.

Komünistlerin bu büyük anti faşist halk direnişiyle aynı günlere denk gelen EKİM 3. Genel Konferansı Bildirisi’nde bu direnişe dair şu söylenenler oldukça açıklayıcıdır:

Öte yandan bugünün Türkiye’sinde ve özellikle büyük kentlerin varoşlarında, işçilerle iç içe yaşayan muazzam bir kent yoksulları kitlesi var. Ekonomik, toplumsal, ulusal ve mezhepsel sorunlar karmaşası bu kitlede rejime karşı büyük bir hoşnutsuzluğu ve nefreti mayalamaktadır. Birçok belirti ve bu arada Gazi emekçilerinin konferansımızla aynı günlere denk gelen geniş çaplı devlet karşıtı direnişi göstermiştir ki, şehrin yarı-proleter kitleleri ile küçük burjuvazinin yoksul alt katmanlarının politik aktivite kazanacakları bir döneme giriyoruz. Öncü kesimi örgütlü bir kimlik kazanarak partileşmiş bir sınıf hareketi, bu katmanları kolaylıkla kendi politik etkisi altına alabilecek, sermaye iktidarıyla çatışmasında onlardan büyük bir destek görebilecektir. Bunun başarılamadığı koşullarda ise, kent yoksullarının bu hareketliliği, burjuvaziyle hesaplaşmaya yetenekli biricik sınıfın önderliğinden yoksun olmanın tüm olumsuz sonuçlarıyla yüz yüze kalacaktır. 80 öncesinin politik mücadeleleri bu konuda fazlasıyla aydınlatıcıdır.”