15 Ocak 2010
Sayı: SİKB 2010/03

 Kızıl Bayrak'tan
Amerikancı rejim toplumsal dinamikleri şiddetle bastırmaya çalışıyor.
TEKEL direnişi ve
gündeme getirdiği sorular...
Sermaye yeni saldırılara hazırlanıyor!
TEKEL’de direniş günlüğü.
Binler TEKEL direnişiyle dayanışma için eylemdeydi
TEKEL, itfaiye ve Esenyurt işçileriyle sınıf dayanışması büyüyor.....
Direnişe omuz vermek için 17 Ocak'ta Ankara'ya!.
Asemat işçisinin kaleminden grev süreci.
Sİ-DER’den Adana sanayi işçilerine çağrı..
Entes’te direniş güncesinden..
Sınıf hareketinden.
TKİP III. Kongresi
Açılış Konuşması…
Sermaye düzeni katletmeye devam ediyor!
Dreyfus’tan Sabra’ya, burjuva hukuku iktidarın dolaysız bekçisidir!
2010 polis terörü ve linç girişimleri ile başladı.
Devlet terörüne karşı dayanışma
Gençlik eylem ve etkinliklerinden
Korkularını kabusa çevireceğiz!.
On binlerce kişi Rosa Luxemburg ve Karl Liebnecht’i mezarları başında andı
Blackwater şirketi yeni ihale peşinde
Ulusal soruna
devrimci yaklaşımın paradoksları - 5
KENT AŞ. direnişi üzerine.
Polis katletti, yargı temize çıkardı 
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Ulusal soruna devrimci
yaklaşımın paradoksları - 5

M. Can Yüce

 

Bir önceki bölümde Kürdistan örneğine girmiş, bunu Güney deneyimi üzerinden biraz incelemeye başlamıştık. Ulusal sorun ve ulusal hareketin en temel paradoksu sömürgeci güce karşı mücadele, bu mücadelenin haklılığı ile bu mücadele sürecinde kurulan, kurumlaşan iktidar ilişkileri ve sistemi arasındaki temel çelişkidir. Mücadelenin birinci yanını desteklerken, ikincisine karşı tavır konusunda yaşanan belirsizlik, hatta destek veya bu ikisi arasındaki sınırların silinmesi devrimci sosyalist tutumun en önemli paradokslarından biri olmuştur. Ne yazık, bu paradoks henüz aşılmaktan uzaktır, aşılmayı beklemektedir. Bu konuyu bir de PKK örneği üzerinde incelemekte ve tartışmakta büyük bir yarar var.

PKK, 1970’li yıllarda kuruldu, temelleri bu yılların başlarında atıldı. Bu konuda daha kapsamlı değerlendirmelerimiz var, o nedenle ayrıntılara girmeyeceğiz, sadece konumuzla ilgili ana çizgiler üzerinde durmaya çalışacağız. “Kürdistan sömürgedir, silahlı mücadeleyi esas alan bir ulusal kurtuluş mücadelesi, onun sömürgecilikten kurtuluşunun temel yoludur. Bu sorun ve mücadele, esas olarak Kürdistan işçileri ve köylülerinin, emekçilerinin sorunudur, egemen sınıfların Kürdistan ve ulusal kurtuluş diye bir dertleri yoktur, onlar, varlıklarını sömürgeci düzene bağlamışlardır. Ülkemizin kuzey parçasında bir ulusal burjuvazi yoktur, küçük burjuvazinin ise bir ulusal hareketi örgütleme ve başarıya götürme gücü ve konumu yoktur, ancak proletaryanın öncülüğünde geliştirilecek bir ulusal hareket bu ara tabakaları harekete geçirebilir. Bu sınıfsal tahlilin bir sonucu olarak proletarya öncülüğündeki işçi-köylü ittifakına dayanacak ulusal hareket, herhangi bir seçenek değil, biricik seçenektir.” Bağımsız ve demokratik-birleşik Kürdistan hedefi asgari bir program olarak benimseniyor, azami hedef-amaç olarak ise sosyalist bir Kürdistan öngörülüyordu. PKK’nin 1970’li yıllardaki ideolojik-politik çizgisinin en genel ve kaba özeti budur.

Bu ideolojik ve programatik çizgilere bakıldığında PKK’nin savunduğu çizgi, o dönemde Kürdistan için önerilen en devrimci programdı. Bu devrimci programın yaşama geçirilmesi mücadelesinin haklılığı ve meşruluğu tartışma götürmez. Bu ideolojik ve politik çizginin o dönemin genel sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinin devrimci bir yorumunu yansıttığını söylememiz de gerekiyor. Genel ideolojik ve politik yaklaşım kadar onun örgütlenme anlayışını da neredeyse bire bir alıp uyguladığını vurgulamak durumundayız. Konumuz açısından üzerinde durmamız gereken temel nokta burasıdır. Mücadelenin örgütlenmesi, araçlarının yaratılması ve bu süreç içinde ortaya çıkan gücün örgütlenmesi ve iç yapılanması, bütün bunlardan kaynaklanan sorunlar, bu yazı boyunca vurguladığımız paradoksların özü ve temel kaynaklarından birini anlatmaktadır.

Bağımsız, demokratik ve azami hedef olarak sosyalist Kürdistan hedefi ve bu uğurda mücadele etmek, tartışmasız tarihsel bir görevdi; bu, devrimci ve sosyalist olmanın kaçınılmaz bir gereğiydi. Peki, o dönemde bu program için geliştirdiğimiz örgüt biçimi ve onda somutlaşan “iktidar ilişkileri” devrimci sosyalizm dünyasıyla, başka bir ifadeyle emperyalist-kapitalist, feodal ve sömürgeci sistemleri aşan, onlardan binlerce kat daha ileride olduğunu tasavvur ettiğimiz “yeni toplum” düşlerimizle ne kadar örtüşüyordu? İşte temel soru ve sorun buydu! Özetlemeye çalıştığımız gibi paradoksun kendisi de bu soruda gizlidir!

PKK’nin esas aldığı örgütlenme modeli, o döneme kadar kendini sosyalist olarak tanımlayan grup ve partilerin örnek aldığı Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin örgütlenme çizgisi olmuştur. Kuşkusuz bire bir taklit değildir bu, ancak temel çizgisini esas aldığı çok açıktır. Pratik uygulama ve deneyimler göstermiştir ki, bu genel çizgide araç ile amaç arasındaki sınır silinmiş, dahası araç amacın önüne geçmiştir. Bu, genel bir kabul, “tartışmasız bir doğru” olarak algılandığı için örgütlenme ve bu zemin üzerinde gerçekleşen iktidarlaşmaya çok elverişli bir teorik ve tarihsel arka plan sunmuştur. Yani örgütlenme teorisi ve pratiği, bunun daha kaba ve geri düzeyde alınıp uygulanması süreç içinde PKK’de kurumlaşan iktidar sisteminin teorik arka planı olarak işlev görmüştür.

“Demokratik merkeziyetçilik, azınlığın çoğunluğa bağlı olması, parça bütün ilişkisi, üyenin örgüte ve bütün örgüt ve organların, üyelerin Merkeze bağlı olması” biçiminde ifadesini bulan örgütlenme kuralları, tek kişiye veya dar bir gruba bağlı bir iktidar sisteminin kurumlaşması, meşrulaştırılması ve süreklileştirilmesi açısından teorik bir temel oluşturmuştur. Elbette PKK’de kurumlaşan tek kişiye dayalı despotik iktidarı, her açından salt bu örgütlenme “teorisi” ile açıklamak mümkün ve doğru değildir. Ancak öyle de olsa o dönemdeki egemen örgütlenme modeli ve pratiğinin bu iktidar için çok elverişli bir teorik ve pratik zemin sunduğunu, bunun da önemsiz olmadığını, hele “kötü niyetli biri” için bunun çok verimli bir araç olduğunu vurgulamak istiyoruz. Kuşkusuz bu parti ve örgütlenme modeli ve gerçekleşen biçimleri, daha sonra yaşanan bürokratik bozulma, despotik iktidarlaşma ve sosyalizmin gelecek toplum projesinden tersine sapma pratiği arasında çok sıkı bağlar var ve bu konuyu boyutlarıyla tartışmak gerekir. Daha tam ifade ile her açıdan ve her düzeyde iktidar sorunu, gerçekleşen sosyalizm deneyimlerinin en temel sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada nasıl bir toplum ve bunun gerçekleşme süreci konusundaki teorik ve pratik yaklaşımlar, en somut ve yakıcı olarak kendisini örgütlenme, parti ve iktidar sorunlarında dışa vurmuştur. Bu çalışmamız da bu konuyu enine boyuna ve derinliğine tartışmaya girişe hazırlık olarak değerlendirilebilir.

1970’li ve ‘80’li yıllarda gelecek tasarımı çok genel çizgiler ve kimi belirsiz taslaklardan öte geçmiyordu. Yaratılan örgütlenme ve bu zeminde yaşanan canlı ilişkiler ile gelecek tasarımı arasında ya hiçbir bağ kurulmuyordu, ya da bu bağ çok belirsiz ve genelde tersten bir bağdan öte bir anlam ifade etmiyordu. Dolayısıyla somut örgütsel ilişkiler ve kurulmaya başlayan iktidar ilişkilerinin ilk örnekleri, bir yandan yukarıda kısaca özetlediğimiz örgütlenme esaslarına dayanıyor, öte yandan başarı ile gücün merkezileşmesi ve tek elden kullanımı arasındaki doğru orantının somut uygulaması oluyordu. Bu yaklaşım, doğası gereği, gücün dağılımını, yayılmasını, farklı görüş ve eğilimleri teorik olarak yasaklıyor, pratik olarak mahkûm ederek olanaksızlaştırıyordu. Bütün bunlar sosyalizm ve onun örgütlenme anlayışı adına yapılıyordu. “hizipçilik” kavramı ve bu temelde geliştirilen teorik ve pratik yaklaşımlar, merkezileşmeyi ve gücün tek elde birikmesini ve tek elden kullanımını meşrulaştırıyordu.

1977-78 yılları PKK’de kurulan iktidar sistemi açısından önemli bir dönüm noktası niteliğindedir. Bilindiği gibi bu yıllarda Antep’te bir farklılaşma yaşanmıştı. Bu gruplaşma girişimi, PKK resmi tarihine “Antep Hizbi” olarak geçer. Bu eğilim şiddetle bastırılır ve kendisine yaşama şansı verilmez. Bu olayın bastırılması pratiği, aslında bundan sonraki PKK’de somutlaşan iktidar sisteminin de temellerini ve ruhunu döşer. Farklı düşünme, farklı tavır, hele bunu pratikte somut olarak gösterme eğiliminin karşılığı ölüm, şiddetle bastırma ve ajan-provokatör, hizipçi olarak mahkûm edilme ile özdeşleştirildi. Daha da önemlisi bu içyapıda bir oto-kontrol, oto-sansür mekanizması olarak kurumlaşmasında çok önemli bir rol oynamasıdır. 2. ve 3. Kongreler arasında Çetin Güngörler’in yine aynı biçimde tasfiye edilmeleri ve mahkûm edilmeleri, 3. Kongre’de bütün iktidar iplerinin Öcalan’ın elinde toplanmasıyla birlikte tek kişiye dayalı iktidar sistemi, teorisi, pratiği ve yarattığı kültürü ve kişilik tipiyle kurumlaşır. Daha sonrası süreç bunun derinleştirilerek devam ettirilmesi ve başka unsurlarla büyütülmesidir. Bu süreçte işlenmiş cinayetleri, hiçbir hukuka dayanmayan kanlı tasfiyeleri var. Yani bu kurumsallaşma sürecinin burada birkaç cümlede özetlenenin ötesinde boyutları, etkileri, sonuçları var. Bu da ayrı bir tartışma konusudur. Son bir özet daha:

Bu iktidar sistemi, yaratılan güç, olanak ve değerlerin tek kişinin adına bağlanması ve onun mutlak kullanıma sokulması ve kadroların kişiliksizleştirilmesi, etkisizleştirilerek kullaştırılması ve onlar üzerinden halkın bağlanması ile her türlü farklılığın ve farklı seçeneğin bastırılması, susturulması ve yeniden yaşam bulma olanaklarının yok edilmesi mekanizmalarına dayanır. İmralı süreciyle birlikte Kürdistan ulusal davası da altın tepside sömürgeci sisteme teslim edilir. Ve sonuçta bunun ayrıntıları ve geldiği nokta bilinmektedir.

Gelinen noktada programatik ve stratejik olarak Kürdistan ulusal kurtuluş davası terk edildi. Bir halkın umutları, enerjisi ve geleceği bir kişinin varlık ve geleceğine bağlandı. Bu yapılırken anılan iktidar sistemi de her gün yeniden yeniden üretildi, üretiliyor.

Bunlar olurken sol, devrimci sosyalist hareketlerin tavrı nasıl somutlaştı? Tutarlı ve ilkeli bir-iki partinin dışında ilkeli bir tavır alındı mı? Yoksa tavırlarını belirleyen güç ilişkileri mi oldu? Kuyrukçuluktan her türlü ilkesizliğe kadar birçok tavır ve eğilimin gerçekleştiği bilinmektedir.

Kendisini devrimci sosyalist olarak tanımlayanlar açısından temel ve yaşamsal sorun şu: “Gerçekten devrimci bir seçenek olmanın yolu nereden geçmektedir? Sadece düzenin eleştirisinden mi, yoksa bununla birlikte yeni bir toplum projesi ve bunun pratik uygulamasını bugünden, bugünün ilişkilerinde gerçekleştirmekten mi?”

12 Ocak 2010