Yılmaz Güney (1937-9 Eylül 1984) Ülkemiz sinemasının en önemli kilometre taşlarından birisidir Yılmaz Güney. Devrimci sinema anlayışının yolunu döşeyenlerdendir. Kısa sayılacak yaşamına çok şey sığdırmıştır. 116 filmde senarist, oyuncu, yönetmen ve yapımcı olarak emek vermiştir. 47 yıllık yaşamının 13 yılını hapishanelerde geçirmiş, birçok yasaklara ve baskılara göğüs germiştir. Yılmaz Güneyi Yılmaz Güney yapan yeteneği, yaratıcılığı ve azmi değildir sadece. Taşıdığı siyasal bilinç ve sınıfsal bakış açısı olmasaydı, Türkiye ve dünya sinemasında bu denli önemli bir yere sahip olması kuşkusuz mümkün olmazdı. Kimileri doğuştan zengindir, kimileri ise sefalete, yokluğa ve yoksulluğa doğar. Karın tokluğuna çalışmaya mahkum olan milyonlardan biridir Yılmaz Güney. Yoksulluk içinde geçen çocukluğu onu yaşamı sorgulamaya götürür. Bunu edebiyata, sanata da taşımaya çalışır. Lise yıllarında arkadaşlarıyla çıkarttıkları bir edebiyat dergisinde bir hikayesi yayınlanır. Hikayenin adı Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik tir. Genç bir adam ile sevdiği kızı anlatır bu hikayede. Delikanlı kız ile birlikte olmak ister, fakat kız bunu ancak para karşılığında yapacağını söyler. Aralarında küçük bir fark vardır. Delikanlı zengin bir ailenin çocuğudur, kız ise fabrikada işçi. Kız bu ayrıntının ne denli büyük olduğunun bilinciyle Herkes bu ayrıntıları kaldıramaz ki ortadan. Kaldırsalardı; cennet olurdu buraları, cnnet. Sosyalizmin ne olduğunu bile bilmeyen genç yazar, tüm insanların eşit olduğu bir cennetin hayalini kuruyordu. Bu hikaye tehlikeli bulunmuş olacak ki, hakkında komünizm propagandası yapmaktan dava açılır ve 1961 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde öğrenciyken tamamlanan dava sonucunda 1,5 yıl hapis ve 1 yıl sürgün cezası alır. Eşitlik istemek büyük suçtur! Sinemayla tanışması da yine lise yıllarına denk düşer. Bir film şirketine film dağıtımcısı olarak girer. Üniversite yıllarında Atıf Yılmazla tanışır. Onun asistanlığını yapar. Senaryo yazarlığına da soyunur. Cezaevine girdikten sonra hayatının bir değerlendirmesini yapar. Tutukluyken kendini yenileme ve geliştirme fırsatını bulur. Devrimci düşüncelerle tanıştıktan sonra kendine bir misyon biçer. Karar vermiştir; kendi filmlerini yapacaktır. Hapisten çıktıktan sonra popüler bir aktör olur. 1963te başladığı aktörlük yaşamında 3 yıl sonra Türkiyenin en ünlü oyuncusu haline gelir. Filmleri nerede gösterilse izdiham yaşanır, nereye gitse binlerce kişi sokaklara dökülür. Halk kendisine uzak ve yabancı bulduğu Ediz Hunlar, Göksel Arsoylar karşısında, tıpkı kendilerine benzeyen, kendi öykülerini anlatan bu adamı bağrına basmıştır. Zira Güney filmlerinde, köşklerin, varsılık içinde yüzen burjuvaların değil, yoksul emekçilerin hayatını oynar. Yine de ilk filmlerde kabadayılık ve kavga ağırlıktadır. Canlandırdığı tipler ezilen, itilen ama yazgısını kabul etmeyen, baskıya kötülüğe karşı tek başına direnip mücadele eden insanlardır. Filmlerinin izleyicileri, Çirkin Krallarının kötüleri ortadan kaldırması karşısında coşar, onun gibi mert ve cesur olmaya çalışır. Sinema salonlarında alkış tufanları kopar. Tutsak alındığında izleyicileri sinemada gösterilen her filminin öncesinde ve sonrasında Yılmaza özgürlük! diye slogan atar. Bu bütünleşme başka bir sanatçıya nasip olmamıştır. Yılmaz Güney de bunun farkındadır, bunun sorumluluğunu taşır. İlk filmleri yoksulların yaşamını anlatmasına karşın, henüz herhangi bir sınıfsal bakıştan yoksundur. Salt ticari amaçlı bu filmlerde oynamak, bir süre sonra Güneyi rahatsız etmeye başlar. İnsanların duygularını sömürdüğünün farkındadır. Bu yıllarda ilk kez Türkçe çevirileri artan bilimsel kitapları okuma fırsatı bulması, Marksizmi-Leninizmi öğrenmeye başlaması daha bilinçli bir tercihte bulunmasını kolaylaştırır. Bu düşüncelerin de etkisiyle Yeşilçamdan uzaklaşmaya başlar. 1968te çekilen Seyyit Han bu kopuşun ilk adımıdır. Ama asıl kopuşu 1970te çekilen UMUT filmiyle yapar. Filmde, Adanada arabacılık yaparak geçinmeye çalışan Cabbarın öyküsü anlatılıyor. Umutla piyango bileti alan Cabbar, bir gün lüks bir arabanın atına çarpıp öldürmesiyle çaresizliğe düşer. Tüm umudu bir hazine bulmaktır artık. Haftalarca kazarlar ama hazine filan yoktur ortada. En sonunda Cabbar kendi etrafında dönmeye başlar, Cabbar çıldırmıştır. Yoksuluk içinde geçen boş arayışlar, bir türlü aşılamayan maddi sorunlar çıldırtmıştır onu. UMUT gerek biçimi, gerekse konusu bakımından Yeşilçama yeni bir alternatif, gerçek bir reddiye idi. Evet milyonlarca Cabbar vardır ve onları kurtaracak Çirkin Kralları yoktur. Çirkin Kral, uzak bir köşeden izlediği Cabbarlara kahramanınız öldü, artık umut sizde der. 60lar boyunca devrimci gençlerin Yılmaz ağabeyisidir o. Başı sıkışanlar ona koşar. Onları evinde saklar, maddi ve manevi olarak mücadeleye destek verir. 12 Marttan sonra devrimcilere yardım ettiği gerekçesiyle yeniden cezaevine girer. Yaptığı işten pişmanlık duyduğunu söylemesi istenir. Karşılığında serbest bırakılacaktır. O ise reddeder. 10 yıl ceza alır. Ama 74 affıyla serbest kalır kalmaz ARKADAŞ filmini çeker. Film yozlaşmış burjuva ilişkilerini anlatır. Filmin konusu üniversitede beraber okumuş olan Azem ile Cemilin yıllar sonra tekrar buluşmalarıdır. Azem, aydın karakterine sahip, mühendis olan bir devrimcidir. Cemil ise zengin bir adamdır. Genç ve güzel bir kadın olan Necibe ile evlidir. Azem, Cemilin Kıyıkentteki evinde kalmaya başlar. Azem, Cemili içinde bulunduğu yoz yaşamdan kurtaracağına inanır. Bu arada Necibenin kız kardeşi Melike ile Azem arasında bir yakınlaşma olur. Genç kız da bu yoz ilişkilerden arınmak ister, ama o da bir zengin kızıdır sonuçta. Cemil, Azemin kurtuluş önerisi ve kendi yaşamı arasında bocalar. Sınıfsal konumu, yaşam tarzı, ondaki mücadeleci tüm yönleri köreltmiştir. En sonunda çözümsüzlüğe düşer ve intihar eder. 12 Mart sonrasında çekilen bu film askeri darbe sonrasında yaşanılan zorlukların onda bıraktığı etkinin, evrimci düşüncelerinin gelişiminin yansımasıdır adeta. Necibenin Azeme attığı tokattan sonra Azem, Bu tokatın hesabını bir gün mutlaka soracağız der. Konuşan aslında Azem değil, bütün bir sınıfın ağzından konuşan Yılmaz Güneyin kendisidir aslında. 1974 yılında cinayet suçlamasından yeniden cezaevine girer Yılmaz Güney. Bu tarihten yarı açık cezaevinden yurtdışına kaçtığı 1981 yılına kadar tutsak kalır. Tutsaklık yalnızca fizikidir. En verimli yıllarını bu dönemde geçirir. En başarılı filmlerini cezaevindeyken çeker. 1978 yılında senaryosunu kendi yazdığı Sürü filmi çekilir. Filmi içerdeyken yönetir, her ayrıntı üzerinde titizlikle durur. Kırsal kesimden başlayıp büyük şehirde yok olan, kaybolan bir aşiretin öyküsüdür anlatılan. Anlatılan Anadolu köylüsünün çaresiz çırpınışıdır. Feodal üretim tarzının çözülüşü, kapitalizmin barbarlığı ve devrimci mücadele en çarpıcı görüntülerle sergilenir. Olanca gerçekliğiyle, olanca acımazsızlığıyla çelişkiler sergilenir bu filmde. Ana temaya bağlı olarak verilen tali öykülerle bu film adeta bir dönemi belgelemektedir. Ankarada güpegündüz yoldan geçen bir arabadan açılan ateşle vurulan devrimci, trende pazarlanan fahişe, kan davalı iki aşiret arasında kalan gelin, gelin üstündeki geleneksel baskılar, ticaretin kirli yüzuuml;, sokaklara taşan çatışmalar irili ufaklı yüzlerce çarpıcı sahne güçlü bir anlatım ve sağlam bir perspektifle harmanlanır. Film büyük ilgi toplar. Yurtdışında çeşitli festivallere katılır. Ne ki bu film, uzun yıllar yasaklı filmler listesinin başında yerini alır. 1981de çekilen Yol, Güneyin cezaevindeyken hazırladığı bir diğer filmidir. Yol onun için bir meydan okumadır, bir çığlıktır. İçinde bulunduğu siyasi ekonomik, insani koşullara, cezaevi zorluklarına, sansüre, çevresini saran gerici-faşist kuşatmaya meydan okumanın sembolüdür. Yarı açık cezaevinde izne ayrılan beş adli mahkumun; Seyit Alinin, Mehmet Salihin, Ömerin, Mevlütün ve Yusufun öykülerini anlatır film. Herbir öykünün, Yolun sonu trajediyle biter. Karamsar, hüzünlü, insanın içine oturan bir gerçekliği vardır Yolun. Çünkü bu Yollar kapkaranlıktır. Ama tüm karamsarlığına ve nesnel gerçekliğine rağmen umutsuzluğa değil, umuda giden yolun ip uçlarını veren bir filmdir Yol. 5 tutsaktan birinin dağa &ccedi;ıkmasıyla bu anlatılmaya çalışılır. Filmin çekimleri tamamlandıktan sonra yurtdışına çıkan Yılmaz Güney, filmin kurgusunu İsviçrede kendisi yapar. Film çok büyük ilgi ve beğeni toplar. 1982de Cannesde Altın Palmiye kazanır. ABD dahil birçok ülkede haftalarca gösterimde kalır. Yolun bu büyük başarısının ardından Duvarın çekimleri başlar. Yılmaz Güney, bu filmde yaşadığı hapishane (Ulucanlar) koşullarına ayna tutmak, çocuk yaştaki tutsakları isyana götüren baskıları teşhir etmek ister. Olay bütünüyle yaşanmış bir gerçeğe dayanır. Yılmaz Güney içerdeyken bu isyanı doğuran baskı koşullarını dışarıya gizlice gönderdiği bir bildiriyle bizzat duyurmaya çalışmıştır. Fakat yeterince dikkat çekmez bu çabası ve tam bir dram yaşanır duvarların arkasında. Bu dramı Soba, ekmek ve pencere camı istiyoruz romanında işler. Fakat aklında bunun filmini yapmak vardır ve kendisi bu fırsatı bulduğunda artık ağır hastadır. Yurtdışında bu gerçekliği (mekansal anlamda) anlatacak koşullar, imkanlar çok sınırlıdır. Zaman çok sınırlıdır, kanser tüm bedenini kemirmektedir. Büyük ölçüde dekorlar kullanıldığı için yapay görüntüler filme hakim olur. Film için hayatlarında kamera nedir bilmeyen onlarca Türk ve yabancı çocuk çalıştırılır. İkisi dışında diğer oyuncular amatör bile sayılmazlar. Fakat sonuçta ortaya bir film çıkar. Eleştirmenler dört bir yandan saldırırlar. Filmi abartılı ve art niyetli bulurlar. Hayata doğru bir pencereden bakmayı başaramayanların, hapishane gerçekliğini anlamaları da beklenemezdi. Onların abartılı bulduğu filmin her karesi Yılmaz Güneyin tanık olduğu sıradan gerçeklerden başka bir şey değildi. Aradan yıllar geçtikten, 12 Eylül koşulları güya ortadan kalktıktan sonra hapihanelerde oluk oluk akan kan, Nazi dönemini aratmayan katliamlar, işkenceler Yılmazın ne kadar geçekçi olduğunu bir kez daha dar kafalılara göstermiştir. Bu filmin insanın kanını donduran sahneleri, bugün yaşananların çok çok gerisinde kalmaktadır artık. Filmin çok karamsar olduğu yönünde eleştiriler de gelir. Onların karamsar dediği gerçekliğin katı yüzüdür. Yılmaz Güneyin yapmak istediği de budur: Bu sistemin bu sistemin hapishanelerinin herhangi bir senaryoya başvurmaya gerek kalmaksızın baskıcı, ezici, insanlık dışı yüzüne ayna tutmak. Bu düzenin verebileceği bir şey kalmamıştır. Bu yönüyle karamsarlık umudun ikiz kardeşidir. Umut karanlıkların içinden doğar. Umut isyandır, umut isyandadır. Umudu, kurtuluşu duvarların ötesinde aramak gerekir. Gerçek anlamda kurtulabilmek için bu düzen dışında bir çözümü zorlamak, hayata geçirmek gerekir. Duvarda dayanışma halindeki çocuklarla ve onların isyanıyla, Umutta Cabbarın tüm düzeniçi umutlarının bir bir kırılmasıyla, Sürüde Şıwanın acı isyanıyla, Yolda Seyit Aliningeleneklere meydan okumasıyla anlatılmak istenen budur. Burjuva sanat eleştirmenlerinin ona yakıştırdıkları karamsarlık yaftası, kendi sırça köşklerinde toplumsal gerçekliklerden bihaber olmalarının, kendi duyarsızlıklarının bir sonucudur. Yılmaz Güney, devrim ve sosyalizme inanmış, hayatını buna adamış devrimci bir sanatçıdır. Sanatını da siyasi savaşımının bir alanı ve silahı olarak görmüştür. Emekçilerin bu silaha ihtiyacı vardır. Bu nedenle tüm sınırları zorlayarak hayatını bu silahı geliştirmeye adamıştır. Başkalarının para ve şöhret için yaptığını o bir görev olarak yapmıştır. Onun ideali duvarlardan, sömürüden, baskılardan kurtulmuş bir Türkiye idi. Son nefesine kadar bu idealinden hiç vazgeçmedi. Şimdi kendisi yaşamıyor ama filmleri umut aşılıyor yeni nesillere. Umut büyüyor! Umut büyüyecek! (İşçi Kültür Evi Bülteninin Ekim 2002 tarihli |
|||||