“Gerçek yaşamda seyirci yoktur,
herkes katılır yaşama”
Julius Fuçik, 23 Şubat 1903 yılında Prag Çek Cumhuriyeti’nde dünyaya geldi. Yaşamı I. ve II. emperyalist paylaşım savaşları içerisinde geçti. Öğrencilik yıllarında siyasal çalışmalara katılıp, yazılar yazmaya başladı. 1930 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne gizlice gitti ve gözlemlerde bulundu. 1934’teki ikinci gidişinde bu sefer iki yıl kaldı, Orta Asya’yı dolaştı. Bu deneyimlerini kendi ülkesindeki gazete ve dergilerde yazarak insanlar ile paylaştı. Bu süreçte Çek hükümeti tarafından birçok defa tutuklandı. Trovba, Halo Noving gibi komünist gazetelerde makaleler yayımlarken bir yandan da yeraltı çalışmalarını sürdürdü.
Hitler faşizminin Avrupa’yı etkisi altına aldığı yıllarda, gericilikte tırmandırılıyordu. Komünist basın yasaklanmış, komünist parti yeraltı yaşamına geçmek zorunda kalmıştı. Çekoslovakya Komünist Parti saflarında örgütlü mücadele yürüten Fuçik de, 1938 yılında yeraltı yaşamına geçiş yaptı. “Profesör Horák” kimliğiyle illegal mücadeleyi sürdürdü. Birçok kaynakta Fuçik’in bu dönemde zamanını Marksist ve tarihsel çalışmalara verdiği yazmaktadır. Ayrıca partinin yeraltı merkezinin örgütlenmesinde de yer alır. Aynı yıllarda “Rude Pravo” (Kızıl Haklar) adlı dergi de çıkarmaya başlarlar. 1942 yılında yakalanır ve 18 ay süren bir tutukluluk süreci başlar. Bu süreçte birçok işkenceden geçmiştir ama faşistlere karşı dik duruşundan taviz vermemiştir. 1943 yılında Berlin’de idam edilerek katledilir.
Julius Fuçik’den geriye, en zorlu anlarda dahi faşizmin karşısında direngen kalmayı öğütleyen umut dolu bir kitap olan “Darağacından notlar” kitabı kalmıştır. Bu kitap Pankrac Hapishanesi’nde, kalemsiz ve kağıtsız geçirdiği dönemlerin ardından bazı gardiyanların ona gizlice kağıt kalem temin etmesinin ardından yazılmaya başlanır ve Fuçik’in kaleme aldığı notlar yine gardiyanlar tarafından gizlice parça parça dışarıya çıkartılmıştır.
“Bir kez daha yineliyorum, bizler mutluluk için yaşadık, bunun için mücadeleye girdik ve bunun için ölüyoruz. Hüzün adımızla anılmasın.” der Fuçik bu kitabında. Kitapta kaldığı hapishaneyi, Nazi faşizmini, işbirlikçi hain Çek’leri ve yaşadığı işkenceleri anlatır. Fakat karamsarlık akan bu tanımlamaların hiçbiri Fuçik’in kaleme aldığı kitabında bir umutsuzluğa bürünmez. Her sayfası faşizmin, devrimci iradeyi nasıl teslim alamayacağının bir göstergesidir. Hitler faşizmine karşı direnişin sembollerinden biri olan Julius Fuçik, “gerçek yaşamda seyircilere yer yoktur” dediğinde tarih 8 Eylül 1943’tür. Katledilmesinden önceki son sözleri ise şöyledir; “Benim oyunum da sona yaklaşıyor. O sonu yazmayacağım, çünkü nasıl olacağını bilmiyorum henüz. Bu, artık oyun değil yaşamın ta kendisi. Son sahnenin perdesi açıldı. Dostlarım! Hepinizi sevdim. Nöbeti teslim ediyorum.”
Evet, “Gerçek yaşamda seyirci yoktur” ve herkesi katabilmeliyiz yaşama. Tarafsızlığında bir taraf olduğunu, yaşamlarımızı çalan bu çürümüş sistemden tek kurtuluşumuzun kendi ellerimizde olduğunu, yılmadan usanmadan anlatabilmeliyiz insanlara. Tarih acı, hüzün ve zulüm kadar kötülüklerin karşısında direnenlerin de tarihidir. Teslim edilen nöbetler hiç boş kalmamıştır. İnsanın insan gibi yaşayabileceği bir dünya için verilen mücadelenin devamcıları, şimdi faşizmin karşısında öncekilerin bıraktığı satırlardan güç alarak duruyor! Şimdi zaman Julius Fuçik’in çağrısını yükseltme zamanıdır.
M. Nevra
Ebru Timtik’e
Demir parmaklıklar ardından çekilmiş son resminden bakıp
anlattı öyküsünü,
238 günlük açlığın öncesini:
Adalet Tanrıçası Themis’tim,
Olympos’ta yaşadım.
Üstümde gelecek karanlığın giysisi.
Bir elimde terazi,
diğer elimde iki ucu keskin kılıcımla
Olympos’ta düzeni ben korudum.
Zeus’a adaleti öğütledim.
Tanrıların ve insanların arasındaki kavgaları ben çözdüm,
Geçti zaman.
Suç Tanrısı Ate’nin
insanları nasıl da kandırdığını gören
Zeus’un kızları Litailer idim.
Tanrıların mahkemesinde,
aldatılmış insanları Ate’ye karşı ben savundum.
Ve yükselmeye başladıkça Mısır’da piramitler
en çok da köleler ihtiyaç duydu bana.
Suçluları cezalandıran,
adalet ve doğruluk tanrıçası Ma’at idi adım.
Hakikat Evi’nde oturur,
Osiris’in mahkemesinde adaleti ben dağıtırdım.
Yeri geldi Ra’ya bile yol gösterdim.
Ama eski Mısır’da
en çok da ölüler savunmasızdı.
Bu yüzden mezarlara koydular beni,
adım Ustaphi idi.
Gladyatörleri seyre dalan Romalı beylerin
kanlı arenalarında
Justitia oldu adım.
Ve bir de gözlerimi bağladılar.
Adaletin gözü böyle kör oldu.
Mahkeme salonlarında hak savunuculuğunu
teatral bir komediye çevirdiler.
Artık daha bir zor oldu haklıyı savunmak.
Yoktu eskiden böyle cübbelerimiz.
Engizisyon yargıçlarının yaktığı ateşlerde kavrulduk
ama o zamanlarda da
zalimin karşısında iliklemezdik düğmelerimizi.
Kaç Dreyfus Davası’na baktık.
“Suçluyorum” diye haykırırken,
Zola gibi hep dimdikti başımız.
Ve bu topraklarda da sesi olduk yoksulun,
mazlumun.
Dîvân-ı Hümâyun’da halkın kâtibi
arzuhalciydik.
Ne çabuk geçti zaman.
Darağaçlarının gölgesindeydi adalet.
Yeri geldi “Denizlerin Avukatı” olduk.
İşkenceli sorguların ardından
en çok beklenendik,
kaybedilenlerin ailelerine umut taşıyandık.
Ve hapis yattık, işkence gördük, öldürüldük.
Adalet gelmedi henüz.
Servet ve sefalet arasında
böylesine toplumsal eşitsizlikler varken
hiç adalet olur mu?
Ama üzerinde “adalet” yazan
çok büyük saraylarımız var.
Ve en kaliteli kumaştan cübbelerimiz.
Kiminin cübbelerinde görünmeyen düğmeler.
İlikledikçe eğiliyorlar, eğildikçe küçülüyorlar.
Şimdilerde paranın ve gücün esaretinde
gözler bağlı,
sözler bağlı.
Fakat adalet gelecek elbette.
Paranın ve gücün karşısında
el bağlamayanlar,
aman dilenmeyenler,
sözünü esirgemeyenler,
diz çökmeyenler getirecek adaleti.
H. Eylül |