7 Eylül 2018
Sayı: KB 2018/33

Sermaye devletinin kriz dönemine hazırlığı: Daha fazla baskı ve zorbalık!
Sermaye partilerinin krize çözümü ‘sürdürülebilir kapitalizm’dir
Aynı gemide değiliz!
Her şeye zam, yağmaya devam!
Eğitimde tasarrufa, itibarda israfa devam!
Enflasyon Ağustos’ta yüzde 18’e dayandı
Cumartesi Anneleri’nin eylemine 700. haftasında yasak ve saldırı
Rant için insan sağlığı hiçe sayılıyor
“Patronlar dövizin artmasını fırsata çeviriyor”
Ekonomik kriz ve kadınlar
Kriz, sınıf ve program
Trakya’dan işçiler ekonomik kriz üzerine yazdı
MMK Metalurji patronu ve Çelik-İş krizin faturasını işçiye kesti!
İşsizlik fonunun yağmalanmasına izin verme!
4 yıl aradan sonra Greif işgaline dava
Türkan Albayrak: İşe direnerek geri dönen işçi istemiyorlar!
İdlib; yeni bir gerilim ve çatışma alanı
Almanya Erdoğan’ı karşılamaya hazırlanıyor
12 Eylül darbesi, bir ‘ekonomik yapılanma’ projesidir!
Proleter sanatın emekçisi; Yılmaz Güney!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kriz, sınıf ve program

A. Engin Yılmaz

 

Dünya kapitalizminin organik bir parçası olan Türkiye kapitalizmi, yeni bir kriz dönemi içindedir ve bir kez daha soluğu kesilmiş durumdadır. Uzun yıllardan beri faşist baskı ve terör rejimi altında aralıksız olarak uygulanan ve emekçiler için yaşamı kabusa çeviren sosyal saldırı programlarının hiçbiri Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarına derman olamamış ve ülke bugünkü iflas noktasıyla yüz yüze kalmıştır.

Son krizin ve iflas tablosunun nedenleri ve sorumluları üzerine yürütülen hararetli tartışmaları bir yana bırakalım. Mevcut kriz, dünya kapitalist sisteminin yapısal bunalımı ve ona eşlik eden hegemonya kavgasının bir yansıması olduğu gibi, Türkiye kapitalizminin kendi işleyişinden ve yapısal sorunlarından kaynaklanan bir krizdir. Akıbeti ise başka şeylerin yanı sıra dünya genelindeki krizin seyriyle bağlantılıdır. Fakat iktidar cephesinde bu krizin dışsal bir sorun, “dış güçlerin bir oyunu” olarak sunulduğu, buna kısa ömürler biçildiği biliniyor.

Mevcut krizi Türkiye ekonomisine “dış bir saldırı” olarak değerlendirmek, başta Erdoğan ve hükümet olmak üzere tüm düzen sözcülerinin ortak tutumudur. Türk lirasının pula dönüşünün Türkiye ekonomisinin temellerini yansıtmadığını iddia eden Erdoğan, “’Fırtınanın’ ekonomik hiçbir sebebi yok” diyor ve Türkiye’ye bir operasyon çekildiğini ileri sürüyor. Bu işin başını da faiz lobisinin çektiğini belirtiyor. “Ekonomimize yönelik saldırının doğrudan ezanımıza ve bayrağımıza yönelik saldırılardan hiçbir farkı yoktur. Amaç Türkiye’yi ve Türk milletini dize getirmektir, esir almaktır” diyen Erdoğan, “Terör örgütleriyle, içimizdeki ihanet çeteleriyle, bin bir hileyle, desiseyle, tuzakla çökertemedikleri Türkiye’yi döviz kuruyla pes ettireceklerini sananlar...” sahtekârlığıyla Türkiye’nin emperyalizme karşı bir ‘kurtuluş savaşı’ vermekte olduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla herkesin iktidarın etrafında kenetlenmesi zorunluluğundan söz ederek milliyetçi/şoven duyguları okşayıp kışkırtıyor. Bu yolla tüm düzen muhalefetinin kendi arkasında dizilmesini sağlamakla kalmıyor, “yerli ve milli olma” demagojisiyle toplumsal desteğini ve siyasal meşruiyetini de güçlendirmek hedefiyle davranıyor.

Tüm tiksindirici yalan ve sahtekarlıklar bir yana, Türkiye ekonomisinde yeni bir kriz dalgası, sermaye devletinin emperyalizme kölece bağımlılığına yeni boyutlar kazandıracak, onu şu veya bu emperyalizmin, tüm afra ve tafrasına rağmen başta da ABD ve Batılı emperyalizmin hizmetinde yeni roller üstlenmeye zorlayacaktır. ABD ve Batılı emperyalistler Türkiye üzerindeki çok yönlü egemenlikleri sayesinde iç ve dış politikada sermaye devletini kendi çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda daha da etkin kullanacaklardır. ABD’yle yaşadığı gerilimden hareketle emperyalist hegemonya kavgasının yol açtığı imkanlar içinde manevra yapabileceğine inanan Erdoğan’ın “Kendimize yeni dost ve müttefik ararız” tehditleri, “boyun eğmeyiz” kabadayılıkları demagojiden ibarettir. O, bu ve benzeri demagojilerle işçi ve emekçileri ‘’emperyalizme karşı kurtuluş savaşı verildiğine” inandırmak ve bu yolla onları krizin faturasına uysalca boyun eğmeye razı etmek istemektedir. Bunun içindir ki “herkesin aynı gemide olduğu” yalanıyla sınıfa ve emekçi halk kitlelerine “ulusça fedakarlık” çağrıları yapılıyor.

Türkiye’nin işçi ve emekçileri ise bu “ulusça fedakarlık”, “milli birlik ve beraberlik” yalanının ne anlama geldiğini yaşadıkları öz deneyimleri üzerinde iyi bilmektedirler. Zira her yeni krizin faturası hep de bu “aynı gemi”, “ulusça fedakarlık” ve “milli birlik ve beraberlik” yalanıyla kendilerine dayatılmıştır. Sonuç işçi ve emekçiler payına ağır bir iktisadi ve sosyal yıkım, işbirlikçi burjuvazi ile emperyalist sermaye için ise katmerli bir sömürü, yağma ve soygun olmuştur.

Sermaye sınıfı ile işçi sınıfı karşı karşıya

Bilindiği gibi Türkiye, erken seçim sürecine çok yönlü kriz koşullarında girmişti. Seçimlerin erkene alınmasının gerisinde de krizin giderek ağırlaşıyor olması vardı. Amaç, krizin gerektirdiği faturayı yeni bir sosyal yıkım programıyla bir an önce emekçilere ödetmekti. Zira ‘’...Seçimlerin ardından karşı karşıya kalacak olan, bir bütün olarak sermaye düzeni ile işçi sınıfı ve emekçilerdir. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, kazananların ilk işi, ekonomik-mali krizin birikmekte olan faturasını işçilere ve emekçilere ödetmek olacaktır. Dinci-faşist iktidar bunu sürmekte olan baskı ve zorbalığın dozunu iyice arttırarak yapacaktır. Düzen muhalefeti ise aynı şeyi, ‘normalleşmeye geçiş’, ‘demokrasinin onarımı’, ‘adaletin yeniden tesisi’ vb. aldatıcı söylemlerin gürültüsüyle örtmeye çalışarak yapacaktır.” (24 Haziran seçimleri üzerine... Düzene karşı Devrim - TKİP açıklaması)

İktidar dümeninin kimin elinde olacağından bağımsız olarak, söz konusu olan, sermayenin emeğe karşı çok kapsamlı bir saldırı anlamına gelen kriz programının kimler tarafından nasıl uygulanacağıydı. Zira ‘Cumhur’ ve ‘Millet’ olmak üzere burjuva ittifakların her ikisi de uluslararası sermayeye ve işbirlikçi büyük burjuvaziye “yapısal reform” programlarını seçimden sonra uygulayacaklarına ilişkin söz vermişlerdi. Bunun sonucu olarak seçimlerin ardından “karşı karşıya kalacak olan, bir bütün olarak sermaye düzeni ile işçi sınıfı ve emekçiler” oldu ve “Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, kazananların ilk işi, ekonomik-mali krizin birikmekte olan faturasını işçilere ve emekçilere ödetmek olacaktı.” Bugünkü mevcut kriz ortamında olan da tamı tamına budur.

Türkiye kapitalizminin mevcut krizi, daha şimdiden işçi sınıfına büyük bir faturaya dönüşmüş bulunuyor. Tekstil sanayisinde ve başka bazı sektörlerde yaşanan kitlesel işten atmalar, fabrika kapatmalar, üretimi kısmalar, ücret ödememeler ya da eksik ödemeler, ücretlerin düşürülmesi, çalışma saatlerinin uzatılması, çalışma koşullarının daha da ağırlaştırılması, yemek ve servislerin yer yer kaldırılıyor olması, ücretsiz izinler, sosyal harcamalarda yeni kesintiler, şirket ve banka kurtarmalarının işçiler başta olmak üzere halka fatura edilmesi, temel tüketim malları üzerine yağan zamlar vb. krizin ilk sonuçları ve etkisidir.

Krizin elbette ki siyasal sonuçları ve siyasal boyutu da olacaktır. Ekonomik teröre kaçınılmaz olarak siyasal terör de eşlik edecektir. Zira sermaye sınıfının kriz programı kaçınılmaz bir biçimde, elinde avucunda ne kalmışsa onları da gasp etmek üzere işçi sınıfına ve emekçilere çok yönlü ağır bir saldırı olarak yaşanacaktır. Böylesi bir saldırı programı karşısında işçi ve emekçilerden gelecek direnci kırmak üzere baskı ve teröre daha sistematik ve güçlü bir biçimde başvurmak, temel siyasal hak ve özgürlükleri daha da budamak sermaye iktidarı için bir zorunluluktur. Zira gelişecek olan sınıf ve kitle hareketi ile sol hareketin buluşmasının önüne set çekmek bunu ayrıca gerektirmektedir. Dolayısıyla devletin terör ve baskısının ülkenin her yanına ve her türlü muhalif dinamiğe karşı yaygınlaştırılması kaçınılmazdır. Bu da, krize karşı yürütülecek mücadelenin siyasal boyutunu göstermektedir. Bunun içindir ki sermaye devletinin baskı ve terörüne karşı sınıfın ve emekçilerin direnişini örgütlemek ve bu direnişi temel siyasal hak ve özgürlüklerin genişletilmesine dayalı bir mücadele platformu olarak somutlamak yakıcı bir ihtiyaç olarak öne çıkmaktadır.

İşçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve öteki toplumsal muhalefet akımlarının iktisadi, sosyal ve siyasal özgürlükler uğruna yürütecekleri mücadeleye -burjuva legalitesine, liberal hayallere ve parlamentarist umutlara kapılmadan- militan bir direniş ekseninde yön vermek ve elbette ki bunu devrimci bir çizgide geliştirmek, mücadelenin seyri ve geleceği bakımından büyük önem taşımaktadır.

Birleştirici bir mücadele ekseni ve devrimin temel gücü: İşçi sınıfı

Türkiye’nin bugünkü bütünlüklü tablosu, devrimci bir işçi hareketi geliştirmenin yakıcılığını ortaya koymaktadır. Türkiye’nin kapitalist sistemine ve gerisindeki emperyalizme karşı gerçek bir çıkış ancak işçi hareketi ekseninde başarılabilir. Sınıf dışı politikanın veya sınıfa rağmen devrimcilik iddiasının Türkiye’de başarı şansı yoktur. Dolayısıyla bugünkü siyasal mücadelenin en temel ihtiyacı tüm öteki toplumsal muhalefet hareketini işçi sınıfı ekseninde birleştirebilmektir.

Sermaye sınıfının yılları bulan saldırılarına ve onun yıkıcı etkilerine karşı en anlamlı tepkiler işçi sınıfı cephesinden gelmesine rağmen, sol bu sınıfa ve onun eylemine yabancıdır ve çok uzağındadır. Solun hemen tümü de kendini sınıfın öncü partisi olarak görmesine rağmen, yazık ki durum böyledir. Oysa siyaset sahnesinde sosyalizm adına yer aldığını iddia eden her ciddi siyasal akım, işçi sınıfı hareketinin politik gelişimi için sosyalist hareketle işçi sınıfı hareketini birleştirme temel hedefiyle davranmak zorunda olduğunu bilmektedir. Ama “bildiklerine” inanmamakta, sınıfın benzersiz devrimci konumu ve rolüne güvenmemektedirler. Dolayısıyla da işçi sınıfı hareketiyle birleşmeden ve ona dayanmadan, Türkiye gibi emek-sermaye kutuplaşmasının sınıf mücadelesinin temel ekseni olduğu bir ülkede burjuvaziye karşı ciddi ve sonuç alıcı bir mücadelenin işçi sınıfına rağmen yürütülebileceği, beklenen “güzel günlerin” işçi sınıfına rağmen gelebileceği rüyalarına dalmaktadırlar. Türkiye’de burjuvazinin karşısında yalnızca öncü değil fakat temel güç olarak da işçi sınıfı durmaktadır. Dolayısıyla tüm öteki emekçi sınıf ve tabakaların, her türlü toplumsal muhalefet hareketlerinin mücadelesi ancak bu eksende, sınıf mücadelesine tabi olarak gerçek işlevini ve anlamını bulabilir.

Öte yandan, özellikle de son yıllarda Türkiye’de en anlamlı tepkiler ve önemli bir hareketlilik (Kürt halkının mücadelesi bir yana) işçi sınıfı saflarında yaşanmaktadır. Sınıf hareketinde belirgin bir canlanma ve bir dizi eylemlilikler yaşanmaktadır. İşçi sınıfı bir dizi eylem çeşitleriyle direniş ve protestoların ağırlık merkezi olarak bir kez daha öne çıkmış durumdadır. İçinde bulunduğumuz yıl için de aynı şey geçerlidir. Emek çalışma grubunun İşçi Sınıfı Eylemleri Raporu 2017 bunu fazlasıyla kanıtlıyor. Şimdi yeni bir kriz koşullarındayız ve işçi sınıfı bir kez daha krizin esas hedefidir. Dolayısıyla sınıfın yeni eylem dalgası kaçınılmaz gibidir. Buna hazırlanmak, işçilerin birliğini ve örgütlülüğünü sağlayarak birleşik ve militan bir işçi hareketinin gelişimini kolaylaştırıp hızlandırmak yaşamsal önemdedir. Bunun başarılması durumunda öteki toplumsal mücadele dinamikleri de ortak ve birleştirici bir eksene kavuşmuş olacaktır.

Reformist güçler dışta tutulursa bugünün Türkiye’sinde küçük burjuva halkçı devrimci demokrat akımda ifadesini bulan sol, yazık ki çok güçsüz durumdadır. Dahası ağırlıklı bir bölümüyle uzun yıllardan beridir sürekli bir gerileme ve çözülüş süreci içerisindedir. İdeolojik çizgi, program ve temel stratejik hedefler bir yana bırakılmıştır. Bu kimliği ve konumuyla sol hareket, siyasal süreçlere müdahale etme olanak ve iddiasından yoksun bir şekilde başkalarının yedeğinde bir kendiliğinden sürüklenme içindedir. Bu konum ve kimliklerini aşamadıkları sürece sınıf mücadelesi alanında yapabilecekleri pek bir şey kalmayacağı gibi bu toplumun geleceğinde de bir yerleri olmayacaktır.

Sınıf ve kitle hareketini birleştirmek ve geliştirmek niyet ve inancıyla “toplumsal projeler” ve önden cömertçe “tarihi önemde” anlamlar yüklenen birlikler kurup tüketmek, şimdiye kadarki deneyimlerin de yeterli açıklıkla gösterdiği gibi, umut edilen sonucu yaratamamıştır. Ekseninde işçi sınıfının bulunduğu birleşik-devrimci bir sınıf ve kitle hareketi yaratmanın, sözü edilen güçleri bir araya getirmekle başarılacak şey olmadığı pratikte fazlasıyla kanıtlanmış bulunuyor. Sınıf ve emekçi kitleleri ortak mücadele hedeflerinde ve eyleminde birleştirmek, ancak sınıf hareketi içinde örgütlü ve etkin bir güç haline gelmek ve bunu militan önderlik pratiğiyle birleştirmek ölçüsünde olanaklıdır.

Elbette kapitalizm, yalnız işçi ve emekçiyi değil, etnik ve dinsel farklılıkları da sömürüp ezmekte, azınlıkları ve ulusları köleci boyunduruk altında tutmakta, cinsler arası ayrımcılığı geliştirmekte, laiklik talebini boğmakta, çevreyi yağmalamakta, her şeyi metalaştırmakta ve dolayısıyla tüm toplumsal muhalefet hareketini de nesnel olarak “anti-kapitalist” bir konuma itmektedir. Fakat merkezinde işçi sınıfının durduğu bir sosyal mücadele eksenine kavuşmadığı bir durumda, tüm bu hareketler düzenin çarkları arasında erime akıbetinden kurtulamayacaktır.

Krize karşı devrimci sınıf programı ve devrimci sınıf hareketi

Bugün için devrimci siyasal mücadelenin en temel zaafı, mevcut krizin de etkisiyle çelişkilerin keskinleşeceği ve çatışmaların sertleşeceği yeni bir dönemde, işçi sınıfının kendi politik gücünü ortaya koyamaması ve bu sınıfın devrimci önderlikten yoksun olarak giriyor olmasıdır. Fakat her kriz -kısa vadede olmasa da- bu zaafı gidermenin olanaklarını da sunmaktadır. Kapitalist düzenin krizini derinleştirmek ve bunu devrimci iktidar mücadelesinin imkanına dönüştürmek isteyen her gerçek devrimci parti ve siyasal akım, kapitalist krizin karşısına net bir proletarya sosyalizmi programıyla çıkmak ve bu eksene bağlanmış bağımsız bir devrimci sınıf hareketi geliştirmek göreviyle yüz yüzedir.

Yeni bir kriz dalgasıyla yüz yüze olan Türkiye’de, sorunu net bir şekilde, emek-sermaye, kapitalizm-sosyalizm uzlaşmaz karşıtlıkları üzerinden ortaya koymak, işçi sınıfını temsil etmek iddiasında olan her siyasal akımın varlık nedenidir. Zira devrimci öncünün ve her gerçek devrimci akımın görevi, sermayenin sınıf egemenliğini yıkmak ve sosyalist toplumu kurmaktır. Sınıflar ve onları temsil etmek iddiasındaki siyasal güçlerin karşı karşıya geldiği kriz koşullarında da devrimci akımlar ve devrimci sınıf partisi tüm toplum önünde göndere çekilen bir bayrak olan işçi sınıfının sosyalist programını yükseltir. Sosyalizmi somut ve güçlü bir seçenek haline getirmek temel amacıyla davranır. Bu, kapitalizmin ve onun krizinin yarattığı sorunlar ve bu sorunların işçi ve emekçi kitlelerin günlük hayatını ilgilendiren en yakıcı ve en acil talepleri uğruna verilecek kararlı bir mücadeleyi doğru devrimci bir çizgide yürütmenin ve doğru devrimci taktikler geliştirmenin de ön koşuludur.

Her siyasal gelişmeyi ve her imkanı, emekçilerin tüm acil ve yaşamsal istemlerini işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bilincini, örgütlenmesini ve eylemini geliştirmek için etkin bir şekilde değerlendirmek ve bunu sermayenin sınıf egemenliğini yıkma stratejik hedefine bağlamak devrimci partilerin tarihsel misyonu gereğidir. Bu, aynı zamanda başka güçlerin yedeğine düşmemek ve başkalarının ortaya koyduğu çözüm çizgisinin dolgu malzemesi olmamanın da güvencesidir. Dolayısıyla kendi programı ekseninde hareket etmek, kendi stratejik hedefine yürümek her ciddi devrimci partinin şaşmaz hedefidir. Bunu başarmak ise işçi sınıfına dayanmakla olanaklıdır. Zira toplumsal yaşamın içinde maddi sınıfsal bir zemine oturmayan ve gücünü sınıftan almayan bir çizginin ve bunun ifadesi olan bir programın pratikte herhangi bir işlevi ve çözüm gücü olamaz. İşçi sınıfı, devrimci bir programı ve stratejinin ve bunun ürünü olan devrimci taktiğin maddi taşıyıcısı olabilecek ve öteki toplumsal muhalefet hareketlerine de önderlik edebilecek tek öncü sınıftır. Dolaysıyla bu sınıfa dayanarak siyasal bir güç odağı haline gelmek yakıcı bir ihtiyaçtır.

Bugün kriz vesilesiyle sermaye iktidarı tarafından gündeme getirilen çok boyutlu kapsamlı saldırılar; kitlesel işten atmalar, fabrika kapatmalar, üretimi kısmalar, ücretlerin düşürülmesi, çalışma saatlerinin uzatılması ve çalışma koşullarının daha da ağırlaştırılması, sosyal harcamalarda yeni kesintiler, şirket ve banka kurtarmalarının her zamanki gibi işçiler başta olmak üzere halka fatura edilmesi, temel tüketim mallarına yapılan zamlar, eğitim ve sağlığın ticarileşmesi ve bu alandaki hakların gaspı, siyasal hak ve özgürlüklerin daha da budanması vb. biçimindedir.

Krizin gündeme getirdiği saldırıların niteliği ve kapsamıyla yukarıda kısa özeti yapılan pratik sonuçları şimdiden yeterli bir açıklık sağlamış bulunuyor. Bu çerçevede sınıf ve emekçi kitleler için ileri sürülecek en acil, en insani ve en yaşamsal taleplerin ne olacağı da bizzat sermayenin saldırı programından hareketle öne çıkmış durumdadır. Mesele, günlük acil talepleri yaşamsal ihtiyaç haline getiren sorunun, sermayenin egemenliğinden kaynaklandığını hoşnutsuzluk ve arayış içindeki sınıf kitlelerine göstermektir. Sorun, bu istemler uğruna gündelik olarak verilecek kararlı mücadeleyi devrim hedefine bağlayan bir devrimci/sınıfsal bakış açısıyla formüle etmektir. Tersi durumda verilecek mücadele Türkiye kapitalizmini aşmak yerine onu ıslah etmek ve düze çıkarmak sonucuna yol açar. Zira anti kapitalist-sosyalist bir perspektif ve programdan yoksun olmak burjuva toplumun çerçevesini aşmayı olanaksızlaştırır.

Kapitalizme ve kapitalizmin bunalımına karşı mücadeleyi “saray çetesine”, onun hükümetine ve bu hükümetin-diktatörün uyguladığı politikalara indirgemek de işçi sınıfının ve onun öncüsü olma iddiasında bulunanların sorunu olamaz. İşçi sınıfının ve devrimci sınıf partisinin sorunu, hükümetleri, partileri ve kişileri değil; kapitalist sömürü düzeni ve onun sınıf egemenliğini hedef almaktır. Onların sorunu, bizzat kapitalizmin yarattığı sorunlara kapitalist düzenin içinde çözüm bulmak değil, onu aşmaktır. Dolayısıyla kriz vesilesiyle, işçi sınıfının dikkati sömürünün, yoksulluğun, hak ve özgürlüklerden mahrum olmanın nedeni olan kapitalist sisteme, onun ortadan kaldırılması zorunluluğuna çekilmelidir. Zira işbirlikçi tekelci burjuvazinin sınıf egemenliği ve emperyalizme kölelik, yapısal krizlerin ve bu krizlerin ürettiği sonu gelmez ağır faturaların, bu faturaların işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamında yarattığı ağır yıkımların gerçek nedeni ve dolayısıyla sorumlusudur.

 

 

 

 

Yaşamakla yaşamamak arasında ince bir çizgideyiz

 

Ekonomik kriz artık hayatımızı derinden etkilemeye başladı. Doğalgaza, elektriğe gelen zamların yanı sıra temel tüketim maddelerine yapılan gizli zamlar elimize geçen üç kuruşu da eritti. Ay sonunu getirmek zaten biz işçiler için hiç kolay değildi, artık iyice zorlaştı.

Kriz sadece zamlarla yüzünü gösterseydi, belki bunca çileye katlanmış biz işçiler hayatta kalmanın bir yolunu bulabilirdik. Yani et girmeyen evlerimize artık meyvenin de girmemesine alışır, makarnaya talim edebilirdik. Fakat krizi görmezlikten gelmekle ya da “kemer sıkmakla” hayatta kalınmıyor artık. Çünkü işsizlik kılıcı tepemizde sallanıyor. Elimizdeki üç kuruştan da olmak an meselesi. Kriz ortamında da iş bulmak mümkün değilken karşımıza tek bir seçenek çıkıyor; o da açlık.

Kriz var, dolar yükseldi” sözleri ile işçiyi kapı dışarı etmek patron için iş bile değil. Bunu türlü oyunlarla birleştirerek kazanılmış hakların da üzerine oturarak yapıyor.

Çalıştığım fabrikada bayram öncesi işten atmalar yaşandı. Sebep kriz. Ancak işçi arkadaşlara imzalatılan kağıtlarda işçinin kendi isteği ile işten ayrıldığı belirtilmiş. Böylece patron ihbarı da tazminatı da ödemek zorunluluğundan kurtulmuş oldu. İşten atılan arkadaşlarımızın sayısı ise belli değil. Fabrika korku filmi gibi. Her an çeşitli senaryolar gelişiyor. İşten atılanların sayısı her geçen gün artıyor. “Depodan da atılan varmış” gibi kulaktan kulağa yayılan bu laflar işsizlik korkusunu daha da arttırıyor. “60 kişi atılacak, liste insan kaynaklarındaymış” gibi söylentiler ise kol geziyor. Herkes bir yandan işten atılan arkadaşı için üzülürken bir yandan de kendisi işten atılmadı diye seviniyor. Ancak sıranın kendisine geleceği günü korkuyla bekliyor.

Ücretsiz izne çıkarılanlar şanslı sayılıyor. Artık işsiz kalmaktansa birkaç hafta sigortanın yatırılmaması ya da eksik maaş alınması işçiler için şans sayılıyor. Kısacası patron ölümü gösterip sıtmaya razı ediyor bizi.

Geride kalanlar ise eleman eksikliği gerekçesi ile baskı altına alınıyor. Kolayından izin alınamıyor ya da çalışma koşullarına ilişkin itirazın varsa bunu dile getiremiyorsun. Göze batmamak için herkes kafası önünde sessizce çalışıyor.

Kriz bizim için bu denli korkunç bir durum yani. İşten atılma korkusu ile iyiden iyiye köleleşmek ya da işsiz kalıp açlıkla boğuşmak! Biz bunu yaşarken patron için değişen pek bir şey yok. Az işçiyle yine aynı işi çıkaran da o. Hem de artık eskisinden daha fazla sinmiş işçilerle. Yani onun için dikensiz gül bahçesi şu an fabrika. Kulağımıza patronun kriz sebebiyle villalarını sattığı da gelmedi. Her gün işe aynı lüks otomobili ile gelen de o. Açacağı ek bölüm planını bir süreliğine ertelemenin dışında her şey yolunda. Bu da bizim patron için sadece kârını etkileyen bir husus.

Zarar mı? Patronun yanından yakınından geçmiyor. O sadece bizler için var. Bizlerin sırtına basarak krizi bir güzel fırsata çevirmiş oldular. Biz ise örgütlenmezsek açlıkla, işsizlikle, kölelikle koyun koyuna yaşamaya devam edeceğiz; ki yaşamak denirse buna!

İkitelli’den bir petrokimya işçisi