29 Haziran 2018
Sayı: KB 2018/25

Sermayenin diktatörlüğüne ve diktatörüne karşı mücadeleye!
Şaibeli seçimler zincirinde yeni halka!
Reformist solun ilk seçim değerlendirmeleri
Atı alan Fırat’ı geçemedi!
Seçim hileleri 24 Haziran’da da devredeydi
Hapishanelerde hücre saldırısının yolunu düzleyen saldırılar
Neo-liberal tarım politikalarının yarattığı tablo
Çözüm işçi iktidarında!
İstanbul’da direnen KESK’li emekçilerden açıklama
Derby işgali 50. yılında!
Karl Marks’ın 200. Doğum Yılı… / 2
‘İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği Festivali’ gerçekleşti!
Avrupa’dan ilk seçim açıklamaları: Ne özgür ne de adil!
Dünyadan kısa kısa…
Türkiye IMF kapısına doğru yol alıyor
Şenyaşar: Dövdüler, bıçakladılar, kurşun sıktılar ölü taklidi yaptım
Kocaeli’nin 24 Haziran seçimi
Sermayenin öğrettiği çaresizlik
İşçi sınıfı bu oyunu bozmalı!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Karl Marks’ın 200. Doğum Yılı… / 2

“Adı yüzyıllar boyu yaşayacak, yapıtı da!”

H. Fırat

 

Devrimci doğumun tarihsel koşulları ve düşünsel kaynakları

Karl Marks’ın kurucusu olduğu dünya görüşünü anlamada, doğuşunu olanaklı kılan maddi koşulları anlamanın önemini özellikle vurgulamak gerekir. Bu, Marksizm’in kendisini de materyalist bakış açısıyla açıklamak anlamına gelir. Yeni devrimci dünya görüşünün herhangi bir zamanda değil fakat 19. yüzyılın ortalarında doğmuş olması hiçbir biçimde rastlantı değildir.

19. yüzyılın ortaları, bazı tarihçilerin “çifte devrim” dediği iki büyük tarihsel olayın sonuçlarının kendini giderek daha belirgin bir biçimde gösterdiği bir tarihi dönemdi. “Çifte devrim”in ilki 1789’da patlak veren Büyük Fransız Devrimi, ikincisi ise 1770’lerden itibaren İngiltere’de başlamış bulunan sanayi devrimi idi. Fransız Devrimi ideolojik ve siyasal açıdan, İngiliz Sanayi Devrimi ekonomik ve sosyal yönden kapitalizmin gelişimine yeni bir ivme kazandırdılar. Bir tarafta politik devrim, feodal mutlakıyetin ve egemen sınıf olarak soyluluğun altedilmesi, bunun alabildiğine zengin ve çıplak sınıf çatışmalarına sahne olan görkemli bir devrimle başarılması. Öte tarafta ekonomik devrim, el zanaatları temelli manifaktürden makina temelli fabrika üretimine geçiş, bunun ürünü olarak modern sanayi proletaryasının gelişmesi. İkisi bir arada, kapitalizmin evrensel egemenliğini kesinleştiren büyük tarihi olaylar oldular.

Elbette bunların sonuçlarının daha belirgin bir biçimde ortaya çıkması için birkaç kuşaklık bir zaman dilimine ihtiyaç vardı. Fransız Devrimi’den yaklaşık elli ve sanayi devriminin başlamasından yaklaşık yetmiş sene sonrası, kabaca 1840’lar, işte bu tarihi koşulların iyi-kötü oluştuğu bir dönemdir. Kapitalizmin yarattığı kötülüklere karşı çok soylu duygularla hareket eden, bunları eleştirip yerden yere vuran, çalışan ve ezilen yoksul insana yakınlık duyan değerli insanlar, yani ütopik sosyalistler, 1800’lü yılların başında, yani “çifte devrim”in hemen sonrasında varlar, ama tarihsel koşullar henüz yeterince olgun değil. Burjuva toplumun doğurduğu yapısal sorunları görüyorlar ama üstesinden nasıl gelinebileceğini henüz anlayamıyorlar. Böyle olunca da yerip mahkum etmekle kalıyorlar. Oysa, söz konusu kötülükleri üreten toplumsal zemini aşabilmek için, öncelikle onu anlayabilmek gerekiyordu. Ama yeterince gelişmemiş, belli ölçülerde olsun olgunlaşmamış bir toplumu anlamak o tarihi evrede kolay değildi.

Marks’ın yetişkinliğine denk gelen tarihi dönem, kabaca 1840’lar, bu olgunlaşmaya kabaca erişildiği, dolayısıyla da artık yeni toplumsal gerçekliğin anlaşılabilir olduğu bir zaman dilimini oluşturuyor. Yeni dünya görüşünün doğumunun nesnel zemini artık iyi kötü vardı. Tarihin bir ihtiyaç haline getirdiği ve oluşumunu olanaklı kıldığı yeni dünya görüşünü geliştiren, Engels ile birlikte Karl Marks oldu. Ama yinelemek gerekir, herhangi başka bir kimse de olabilirdi. Temel tarihsel bir ihtiyaç karşılandığında, bunu başaran kişi olmasaydı bu sonuca ulaşılamazdı gibi görünür çoğu kere. Plehanov buna “tarihte göz yanılması” der ve Tarihte Bireyin Rolü başlıklı eserinde çok da güzel izah eder.

Elbette ki her bireyin yetenekleri aynı değildir. Marks olağanüstü yetenekli bir insan, buna kuşku yok. Ama gene de aynı çapta olmasa da yetenekli başka bazı insanlar çıkar ve aynı işi yaparlardı. Engels, Marks bir dahi idi, oysa biz en fazlasından yetenekli insanlardık diyor. Bu büyük bir alçak gönüllülükle söylenmiş bir söz, dolayısıyla göreli bir ifade. Marks olmasaydı, belki de başka biri, aynı işi başarmış bir Engels hakkında, o bir dahi idi, oysa biz ancak onun yetenekli yoldaşlarıydık da diyebilirdi.

Sonuç olarak Marksizm, tarihin herhangi bir evresinde rastlantı olarak ortaya çıkmış bir dünya görüşü değildir. Tersine, yeni bir çağa, kapitalizmin egemenlik çağına denk gelen ve onun tüm doğasını kavrayan, böylece aşılabilmesinin koşullarını ve dinamiklerini de çözümleyip içeren devrimci dünya görüşüdür. Marksizm belirli toplumsal maddi koşullar ile düşünce birikiminin belli bir aşamasının kesiştiği tarihi evrenin özel bir ürünüdür.

Marksizm ilkin olgunlaşan tarihi maddi koşulların, ikinci olarak modern sınıflar mücadelesindeki gelişmenin ve üçüncü olarak düşünsel birikimin bir ürünüdür. İktisadi, sosyal-siyasal ve nihayet düşünsel alanlarda birbirine paralel düşen bir evrimin ve birikimin ürünüdür.

Bunlardan maddi koşullar, en açık ve anlaşılabilir olanıdır. Sanayi devriminin ürünü fabrika üretimine geçişle birlikte modern sanayi proletaryası şekillenmeye başladı. Manifaktür üretimi, aynı ürünü ortaya çıkaran çeşitli zanaat kollarının tek bir atölyede mekanik bir şekilde bir araya getirilmesini ifade ediyordu. Bu tarihi aşamada hâlâ işi esasta zanaatçılar yapmaktadırlar, bu nedenle kalifiye el emeği, zanaat bilgisi ve yeteneği burada hâlâ belirleyicidir. Oysa fabrika üretimi aynı yeteneğin giderek makineye aktarılması anlamına gelir. Kapitalist gelişme sürecinde sanayi devrimi aşaması, makina eksenli fabrika üretimine geçişte anlamını bulur. Buhar gücü kullanımıyla da sıkı sıkıya bağlantılı bir gelişmedir bu. Buhar gücünün bulunması, beraberinde buhar gücüyle işleyen makinaların icadıyla makinalı üretime geçişi, fabrika üretimine geçişse sanayi proletaryasının oluşumunu hazırladı. Üretimin makinalaşması, yüzlerce binlerce işçinin tek tek fabrikalara toplanmasının, kadın ve çocuk emeğinin üretimde geniş çaplı kullanılabilmesinin önünü açtı. El emeği yalnızca hünerini değil, cinsiyet ve yaş tekelini de yitirdi.

Tam da bu aynı dönemde Fransız Devrimi’yle başlayan süreç ise kendi yönünden kapitalist gelişmenin ideolojik, siyasal ve kültürel koşullarını olgunlaştırıyordu. Fransız Devrimi modern burjuva gelişmede, özellikle de burjuva ulusçuluğunda, kapitalist gelişme için uygun çerçeve olan iç pazara dayalı ulusal devletlerin oluşumunda bir kilometre taşıdır. Burjuvazinin ulusal düzeydeki iktidarı her türden feodal parçalanmışlığın da sonu anlamına gelir. Burjuvazinin sınıf egemenliği altında ve ulusal iç pazar etrafında ulusal birlik şekillenir. Burjuvazinin siyasal sınıf egemenliğini, ardından burjuva hukukunun egemenliği tamamladı. Fransız Devrimi’nin ürünü medeni hukuk bunun ifadesi oldu ve bugün hâlâ dünyada geçerli hukuk sisteminin temel referans kaynaklarından birini oluşturdu. Söz konusu olan, Roma mülkiyet hukukunun kapitalizm koşullarına uyarlanmasıdır. Bu Fransız Devrimi’nin ardından ve devrimin yarattığı toplumsal koşullarda, ki ancak o koşullarda olanaklı olabilirdi, Napolyon döneminde yapılmış bir iştir ve bundandır ki Code Napoleon olarak da bilinmektedir.

“Çifte devrim”in kapitalist gelişmeyi hızlandıran, coğrafik olarak genişleten, toplumsal düzeyde kendi içinde derinleştiren sonuçları var. Bu beraberinde yalnızca yeni bir sınıfı, modern sanayi proletaryasını değil, kapitalizme özgü yapısal iktisadi-toplumsal sorunları da doğurdu. Geniş çaplı mülksüzleşme, sömürü, yoksulluk, işsizlik, bunların kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği siyasal baskı, fabrika üretiminin acımasızlığı, kadınların, çocukların işgücü piyasasına kuralsızca ve hoyratça sürülmesi, dolayısıyla işgücünün alabildiğine elverişsiz koşullarda, alabildiğine ucuz ve alabildiğine uzun süreli çalıştırılması vb.

Ve elbette bütün bunlara, işçilerin kaçınılmaz tepkisi, mücadeleleri, dolayısıyla burjuvazi ve proletarya arasında modern sınıf mücadelelerinin ilk örnekleri eşlik etti. Başlangıçta Ludist hareket, makina kırıcılığı var. 1830’larda ise Fransa’da Lyon işçilerinin ayaklanması, ilk modern işçi ayaklanması gerçekleşiyor. Ardından ulusal düzeyde ilk modern siyasal işçi hareketi olan Çartist hareket geliyor. Kendimizi 1845, yani Marksizm’in doğumunun öncesiyle sınırlamamız gerektiğine göre, son olarak Silezya dokumacılarının ünlü ayaklanmasından söz edebiliriz. Özetle proletaryanın büyüyen toplumsal oluşumu ve giderek ayrı bir güç olarak sınıflar mücadelesi sahnesinde görünmesi. Yani yeni dünya görüşünün şekillenmesinde temel önemde yeri olan bir başka maddi olgu...

Üçüncü temel ön koşula, düşünsel birikim sorununa gelelim. “Çifte devrim”in olgunlaştırmakta olduğu dönemin en iyi tarihçileri, başta devrimler olmak üzere toplumsal olayları artık sınıflar gerçeği ve mücadeleleri üzerinden ortaya koymaya başlıyorlar. Dönemin en iyi ekonomistleri, kapitalizmin işleyiş yasalarını anlama, çözümleme ve kavramlaştırma çabası içindeler ve İngiliz ekonomi politiği bunda önemli başarılar sağlıyor. Ve nihayet dönemin sosyalistleri, kapitalizmin ürünü sosyal sorunlar ve kötülükler üzerinde duruyorlar, bunları sert eleştirilerin ve pratik mücadelelerin konusu haline getiriyorlar. Büyük umutlar ve şaşaalı idealler vadederek egemenliği ele geçiren burjuva sınıfının daha ilk adımda ne türden insanlık dışı bir toplumsal düzen yarattığını eleştirel bir tarzda ortaya koyuyorlar.

Bütün bu alanlardaki düşünsel birikimi elbette ki felsefedeki büyük gelişmeler tamamlıyor. Özellikle de Kant ile başlayıp Hegel diyalektiğinde doruğuna ulaşan klasik Alman felsefesi. Fransız Devrimi’ni önceleyen dönemde Aydınlanma dönemi filozofları, dinin eleştirisini de içerecek biçimde materyalizme büyük güç kazandırmışlardı. İdealist Alman felsefesinin son büyük halkası Hegel ise, aynı şeyi diyalektik yöntem üzerinden yaptı, onu derinlemesine inceledi, kapsamlı ve sistemli bir biçimde ortaya koydu. İlkini, materyalizmi, çağının damgasını taşıyan mekanizmden ve ikincisini, devrimci diyalektiği, idealizmden arındırmak gerekiyordu. Karl Marks bunu yaparak yeni dünya görüşünün sağlam felsefi temellerini attı. Elbette tam da kendisini önceleyen bu çok yönlü birikim üzerinden ve bu birikim sayesinde. Aynı şekilde tarihsel ve bilimsel gelişmenin sağladığı yeni gelişmeler, açıklıklar ve dolayısıyla olanaklar sayesinde. Bunun başarılmasında, Feuerbach materyalizminin özel katkısına da bir geçiş halkası olarak işaret etmek gerekir.

Maddi iktisadi koşullardaki evrim, sosyal-siyasal mücadelelerin biriken deneyimleri ve nihayet bilimsel-felsefi düşünsel birikim. Bütün bunların olgunlaştırdığı bir tarihi ortamda Marksizm’in, marksist dünya görüşünün doğup şekillenmesi. Daha yakından baktığımızda, Marksizm’in oluşumunda bu kaynakların dolaysız rolünü somut olarak görebiliyoruz. Marks ve Engels kendi dünya görüşlerinin kaynaklarına büyük bir yüce gönüllülük ve değer bilirlikle yeri geldikçe, üstelik hep de vurgulu bir biçimde işaret etmişlerdir. Ütopik sosyalistlere olan borçlarını cömertçe vurgulamışlardır. Marks, kendinden önceki ekonomistlere, özellikle de İngiliz ekonomi politiğine olan borcunu, Kapital’inde boydan boya vurgulamıştır, sayısız atıf, aktarma ve ayrıntılar içeren dipnotlarla. Hegel’e borcunu ise, başyapıtının önsözünde en vurgulu sözlerle ortaya koymuş, o günün burjuva ideologlarının küçümseyip aşağıladığı “bu büyük filozofun” öğrencisi olmaktan büyük bir onur duyduğunu vurgulu sözlerle dile getirmiştir. Engels, Hegel ve Feuerbach’a borçlarını, oldukça ileri bir tarihte, temel önemde bir çalışmasının konusu olarak ele almıştır.

Ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme

Sosyalizm kavramı 19. yüzyılın ilk yarısına, Marks ve Engels’in henüz ilk gençliklerini yaşadıkları döneme ait olabilir. Ama sosyalizmin özünü oluşturan toplumsal eşitlik ve özgürlük düşüncesi, denebilir ki sınıflı toplumla yaşıttır. Öncesini bir yana bırakalım. Kapitalizmin gelişme dönemine, daha doğrusu burjuva devrimleri sürecine baktığımızda, daha ilk burjuva hareketlerine emekçi sınıflara dayalı eşitlikçi komünizan akımların eşlik ettiğini görüyoruz. Burjuva devrimlerinin alt sınıfları harekete geçirdikleri her durumda, alt sınıfların içinden burjuvazinin hedeflerini aşarak, yer yer de bizzat onu hedef alarak gelişen, sosyal eşitlik istemine dayalı hareketlerdir bunlar.

Daha on beşinci yüzyılda Bohemya’daki Hussit hareketinin Taboristler diye bilinen bir sol kanadı var. Emekçilere dayanıyorlar ve adını aldıkları Tabor kentinde kısa ömürlü demokratik ve eşitlikçi bir komünal düzen kuruyorlar. Dinde reform talebinin ürünü Hussitler burjuva ulusçu eğilimin de ilk temsilcileri arasındadırlar. O dönem için kendi de devrimci nitelikteki bu hareket, çok geçmeden kendi sol kanadını doğuruyor. Hussitler dindeki bozulmaya karşı tutumlarını ulusçu eğilimlerle birleştirmişlerdi. Hareket doğal olarak hızla alt sınıflarda yankılandı. Ama alt sınıflar kendilerini burjuva gelişmenin ihtiyaçlarına yanıt veren siyasal-kültürel istemlerle sınırlayamazlardı. Onlar sosyal acılarına ve sorunlarına da çözüm istiyor ve arıyorlardı. Bunu dini kendi sosyal ihtiyaçlarına uygun bir yoruma tabi tutarak ortaya koydular. İlkel Hristiyanlığın eşitlikçi eğilimlerinden de esinlenerek komünizan düşüncelerle ortaya çıktılar ve buna kısa süreli bir pratik gerçeklik de kazandırdılar. Doğal olarak çok geçmeden ezildiler. Bu türden akımlara ve ortak akıbetlerine Fransız Devrimi’ne kadar hemen tüm burjuva devrim süreçlerinde rastlıyoruz. Buna ulusal yönü ön planda olan Hollanda ve Amerikan devrimleri de dahil.

Emekçi sınıflara dayalı eşitlikçi akımların daha ileri bir örneğiyle Taboristlerden yaklaşık yüz yıl sonra, 1520’lerde, Alman Köylü Hareketi ve Thomas Münzer şahsında karşılaşıyoruz. Almanya’da köylü hareketleri on yıllardır sürmekteydi, fakat yeni bir düzeye sıçramaları Luther’le anılan Reform Hareketi’nin ardından geldi. Hareketin lideri, başlangıçta Lutherci hareketin sol kanadını oluşturan, fakat çok geçmeden bizzat Luther’le karşı karşıya gelen Thomas Münzer’di. Engels, Thomas Münzer’i, henüz ancak bir prototip halindeki proletaryanın çok erken gelmiş bir temsilcisi olarak tanımlar. Thomas Münzer, köylüye toprak ve özgürlük isteyen devrimci bir köylü önderi olmaktan öteye, bunun çok ötesine geçerek, sınıfların kaldırılmasını ve kollektif mülkiyeti savunan, böylece çağının ötesine geçen bir devrimciydi. Dolayısıyla başta Luther olmak üzere dönemin tüm düzen güçlerinin kudurgan bir düşmanlığı ile yüz yüze kalması rastlantı değildi.

Daha sonraki bir aşamada, yaklaşık yüz yirmi sene sonra, bu kez 1640 İngiliz Devrimi’nde, ünlü Düzleyiciler şahsında benzer akımlar görüyoruz. Bunlar da Cromwell’le anılan hareketin sol kanadı idiler ve devrimin zaferinin ardından bizzat Cromwell tarafından acımasızca ezildiler. Oysa devrim tam da bunların muazzam enerjisi ve kararlı mücadelesi sayesinde başarıya ulaşmıştı. Yeni Model Ordu’nun belkemiğini oluşturuyorlardı ve o çağda kralın boynunun vurulması tümüyle onların kararlılığının bir sonucuydu. Düzleyiciler her türden toplumsal ayrıcalığın kaldırılmasından yanaydı. Düzleyiciler’in daha radikal kanadını oluşturan Kazıcılar ise sosyal eşitlik istemini özel mülkiyetin ve sınıfların kaldırılmasına kadar vardırabiliyorlardı.

Ve nihayet, burjuva devrimler sürecinin en görkemlisi ve ideolojik yönden en çıplak ya da doğrudan olanı, 1789 Büyük Fransız Devrimi. O güne kadar burjuva devrimleri ya dinle barışık olmuş ya da dinin farklı yorumlarıyla, dolayısıyla dinde reform talepleriyle ortaya çıkmışlardı. Buna bu hareketlere eşlik eden komünizan akımlar da dahil. Büyük Fransız Devrimi’nin kendisi ve ona eşlik eden daha soldaki akımlar ise hiçbir dinsel söyleme ihtiyaç duymadıkları gibi, dini doğrudan hedef alan devrimci laik hareketlerdi. Fransız Devrimi’nde burjuvazinin en sol kanadı hareket içinde öne çıkıp bir dönem için egemen hale gelmekle kalmadı, onun da solunda modern komünist düşüncenin ilk temsilcileri sayabileceğimiz akımlar da ortaya çıktılar. Jakobenlerin sol kanadından ve Babeuf’ün Eşitler Komplosu’ndan söz ediyoruz.

Burjuva devrimlerinin ilk sarsıntılarından itibaren alt sınıfların içinden çıkan siyasal akımlar, ister Fransız Devrimi’ne kadar olduğu gibi dinsel ideolojik biçimler, ister Babeuf’de olduğu gibi modern laik biçimler içinde olsun, hep toplumsal ayrıcalıkların kaldırılması, toplumsal eşitliğin gerçekleştirilmesi istemiyle hareket ettiler. Fakat son halkayı oluşturan Eşitler Komplosu da dahil, tümü de bunu gerçekleştirebilecek tarihsel-toplumsal koşullardan yoksundular. Bunun bir parçası olarak, gelişen ve geleceği temsil eden bir sınıfa değil, fakat burjuva gelişmeyle birlikte çözülen, dağılan, tasfiye olan sınıf ve katmanlara, köylülere ya da zanaatçılara dayanıyorlardı. Kurtuluşun maddi koşulları tarihte ilk kez olarak “çifte devrim”in hızlandırdığı süreçlerle birlikte oluşmaya başladı ve olgunlaşması için de henüz çok daha fazla zamana gereksinim vardı.

Sanayi devrimiyle birlikte kapitalizme özgü toplumsal sorunlar tüm ağırlığı ile açığa çıktı. Ve özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi şaşaalı şiarlarla gerçekleşen Fransız Devrimi, bu devrimi izleyen on yıllar, burjuva toplumun bu sorunlara hiçbir çözümünün olmadığını göstermekte gecikmedi. Çözüm bir yana, yeni toplumsal düzen emekçiler için, ezilen ve sömürülen sınıflar için, öncekinden de ağır, acımasız, daha kahrediciydi. Aydınlanma dönemi filozofları, burjuva düşünürleri, burjuva devriminin siyasal önderleri, akla ve sağduyuya uygun evrensel bir refah, barış ve kardeşlik toplumu vadetmişlerdi. Kapitalist sınıf egemenliğinin doğurduğu ise emekçi sınıflar için daha da ezici olan bir yeni baskı ve sömürü düzeni olmuştu.

Bu hayal kırıklığına ilk tepki ütopik sosyalizm oldu. Kapitalizmin yarattığı toplumsal sorunları ve kötülükleri sergileyip mahkum eden, böylece emekçilerin acılarına tercüman olan düşünürler çıktı ortaya. Saint-Simon, Charles Fourier, Robert Owen, ütopik sosyalist akımın üç büyük temsilcisi oldular. Ütopik sosyalistler çok haklı ve yerinde bir tutumla kapitalizmi suçluyorlardı. Bunu zekice, içtenlikle ve yüreklice yapıyorlardı. Ama kapitalizmin işleyiş yasalarını anlayamıyor, böylece onun üstesinden gelebilecek toplumsal dinamiği de göremiyorlardı. Oysa can alıcı sorun tam da bu idi. Bu nedenledir ki onların sosyalizmi, kapitalizmin kötülüklerine karşı hümanist bir tepki sınırlarında kaldı. Proletaryanın, modern toplumun çalışan ve ezilen sınıfının kurtuluşu hareket noktaları değildi. Sorunu genel olarak insanlığın kurtuluşu olarak görüyor, bunun için de insani duyarlılıklara hitap ediyorlardı.

Örneğin Saint-Simon üretken sınıflar arasında saydığı bankacıların ve sanayicilerin toplumsal sorunun çözümüne ve böylece mantıklı bir düzenin kuruluşuna ikna edilebileceğine ciddi ciddi inanıyordu. Ya da örneğin Fourier, kapitalist üretim ilişkileri ve dolayısıyla sınıf egemenliği koşullarında, örnek kooperatiflerle farklı bir toplumsal sisteme geçilebileceği, kapitalizm zemininde komünist vahalar yaratarak ve çoğaltarak sistemin değiştirilebileceği inancını taşıyordu. Robert Owen aynı inançla fabrikasını kolektif bir işletmeye çevirdi, onu bir dönem örnek ve çalışanlara refah sağlayan bir işletme olarak çalıştırmayı da başardı. Ama kapitalist düzen ayaktayken, kapitalist üretim ilişkileri toplumun geneline hakimken, yaptığının sonuçsuz bir çaba olarak kalacağını da çok geçmeden yaşayarak gördü. Örnek işletme egemen toplumsal ilişkilere yenildi ve yok oldu.

Ütopik sosyalistler sorunu görüyor, ama çözümü anlayamıyorlardı. Anlayamadıkları için de önerdikleri çözümlerle kapitalist toplumu aşamıyorlardı. Çözüm toplumun bağrında idi gerçekte ama henüz yeterince olgunlaşmadığı için kolayca görülemiyordu. Ütopik sosyalistler çözümü maddi koşullardan bulup çıkaramayınca, onu kafadan üretmeye yöneliyorlardı. Çözümleri, insan zihninin soyut ürünü ütopik tasarılardı.

Karl Marks’ın farkı tam da buradadır. Marks çözümü kafadan değil maddi toplumsal gerçekliğin içinden bulup çıkardı. Böylece sosyalizm bilimsel bir temele ve maddi toplumsal bir zemine oturdu. Bu nokta, Marksizm’in çıkışını anlamak bakımından olduğu kadar sınıf özü bakımından da son derece önemlidir. Özellikle de bugün için. Solda bugünün modası sınıf dışı sosyalizmdir. Sınıf dışı sosyalizmse bilimsel ölçülerle bir ütopyadır. Sosyalizm ütopya olmaktan çıkıp bir bilim haline gelebilmesini, proleter sınıf gerçeği eksenine oturmasına borçluydu. Marks’ın yaptığı tam da bu olmuştu, Weydemer’e ünlü mektubunu hatırlayalım. Lenin, Karl Marks’ın Öğretisinin Tarihsel Yazgısı başlıklı çok bilinen makalesinde, şunları söyler: “Marks’ın öğretisindeki asıl şey, sosyalist toplumun kurucusu olarak proletaryanın tarihsel rolünün açığa çıkartılmasıdır.” Lenin, Marks’ın düşüncesindeki en esaslı fikre işaret ediyor ve ekliyor: “Sınıf dışı sosyalizm ve sınıf dışı siyasete dayalı tüm öğretiler saçmalığın dik alasıdır.”

Lenin bunu böyle gördüğü, bu fikre en derinden inandığı içindir ki, Rusya gibi yüzde doksanı köylülükten oluşan bir toplumda sanayi kentlerini esas alan ve sanayi proletaryasına dayanma yolunu tutan bir partiye önderlik ediyor. Devrimin zaferi de bu sınıf sayesinde, onun devrimci atılımı ve köylülüğe önderlik edebilme yeteneği sayesinde elde edilebiliyor.

Sosyalizmin maddi-toplumsal temelini oluşturan biricik sınıf proletaryadır. Marks ile birlikte sosyalizmin ütopyadan bilime yükselmesi, bunun anlaşılması sayesinde olanaklı olabilmiştir. Proletaryayı bir yana bıraktığınızda, geriye sınıf dışı sosyalizm kalır. Bu ise sosyalizmi bir ütopya haline getirir. Günümüzde bu tür bir ütopya tümüyle gericidir. Ütopik sosyalistler kendi tarihi dönemlerinde haklı ve ilerici idiler. Zira onların sınırlılıklarının tarihsel nedenleri vardı. Maddi koşullar, bu koşulların bağrındaki çözüm dinamiklerini görebilmek için henüz çok yetersizdi. Maddi koşulların alabildiğine olgunlaştığı ve tarihin büyük proleter sınıf mücadelelerinin sayısız örneklerini sunduğu bir dönemin ardından sınıf dışı sosyalizme dönmek ya da buna eğilim duymak, hiçbir tarihsel haklılık, dolayısıyla ilerici özellik taşımaz. Türkiye solunun sınıftan kaçan ya da sınıfa uzak duran bir dizi parti ya da grubu bu konumdadır, sınıf dışı sosyalizm çizgisindedir.

Sınıf dışı sosyalizm, sosyalizmin mantığı açısından aldığımız zaman, gerici bir küçük-burjuva ütopyasıdır. Düşünsel yapı ve mantığı yönünden bu böyledir. Marks sonrasında sınıf dışı sosyalizme dönüş, açıkça devrimci proleter sosyalizmden bir kaçıştır. Çoğu durumda da gerçekte sosyalizmi ara sınıflara uyarlama çabasıdır. Bu sorunda asıl önemli, can alıcı nokta da burasıdır. Sınıf dışı sosyalizm arayışları her zaman sosyalizmi işçi sınıfı dışındaki bir sınıfın ufkuna ve çıkarlarına uyarlama çabasının bir ifadesidir. İşçi sınıfının yerine küçük-burjuvaziyi ikame ettiğinizde, küçük-burjuva sosyalizmi çizgisinde hareket ediyorsunuz demektir...

Soru: Marksizm’in büyük tarihsel başarısına rağmen bunun örneğin Türkiye’de bu denli yaygın olmasının sebebi nedir?

Bunun bir sınıf mantığı var, olayın başka bir açıklaması olamaz. Aynı biçimde Marksizm’in büyük tarihsel başarısına rağmen oportünizm neden bu kadar güçlü diye de sorulabilir. Lenin’in andığım makalesi tam da bu konu üzerinde durmaktadır. “Tarihin diyalektiği öyleydi ki”, diyor Lenin, “Marksizm’in teorik zaferi, onun düşmanlarını, marksist kılığına bürünmeye zorladı. İçten çürüyen liberalizm, kendini, sosyalist oportünizm biçiminde canlandırma yolunu denedi”.

Türkiye’nin yakın tarihini, son elli-altmış yılı alalım. 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’de her zaman gözle görülür bir işçi sınıfı hareketi vardı. ‘60’lı yıllara ilk büyük kitlesel işçi gösterileriyle girdik ve bütün bir on yıl boyunca işçi sınıfının sayısız eylemine, grev ve işgallerine tanık olduk. ‘70’li yıllara 15-16 Haziranlarla girdik ve bu şanlı eylem, ‘60’lı yıllardaki büyük mücadelelerin doruk noktasını oluşturdu.

12 Mart askeri faşist darbesinin yarattığı kısa süreli kesintinin ardından işçi sınıfı hareketi yeniden tüm ülke sathına yayıldı ve günden güne militanlaşarak çok değişik biçimler aldı. ‘70’li yılları içinden yaşadık, yaygın, etkili ve zaman zaman militan biçimler alan bir sınıf hareketi gerçeğine bizzat tanık olduk. Ama buna rağmen küçük-burjuva sosyal hareketlilik içerisinde kendini bulan akımlar, kendilerini bizzat üreten bu zemine sıkıca yapıştılar ve bunun da çeşitli türden teorisini yaptılar. Küçük-burjuva katmanlar daha hareketli ve verimli görünüyordu, bir bakıma öyleydi de. Aslında bu Rusya’da da öyleydi. Rus devrimcilerinin büyük bir bölümünün narodnik gelenek içinde kalması dikkate değerdir. Devrimi önceleyen tarihsel dönem boyunca Sosyalist Devrimciler her zaman Rusya’nın en güçlü siyasal partisi oldular. Şubat Devrimi’nden sonra Sovyetlerin ağırlıklı gücü Sosyalist Devrimcilerdi. Demek istiyorum ki, maddi koşullar varsa, böyle akımlar yeşerir. Türkiye’nin ‘70’li yıllarında güçlü ve dinamik bir küçük-burjuva toplumsal muhalefet vardı. Çok sayıda devrimci parti ve akım da bizzat bunun içinde doğmuş, şekillenmiş ve buna uygun ideolojik biçimler kazanmıştı.

Rusya’da toplumun yüzde doksanını oluşturan koca bir köylülük vardı, ama Bolşevikler köylülüğe değil işçi sınıfına gittiler. O çok sınırlı sayıdaki sanayi vahalarında çalıştılar. Bu bir dünya görüşü sorunudur temelde. Bakınız, Lenin, sözünü ettiğim makalesinde, Marks öncesi küçük-burjuva sosyalizminin “hak”, “hukuk”, “adalet”, “özgürlük” vb. söylemlerine ve bunun da özellikle “halk” söylemiyle birleştirilmesine işaret ederek, bunun tarihsel hareketin materyalist temelinin anlaşılamamasıyla, kapitalist toplumda her bir sınıfın rolünün ve öneminin ayırt edilmesindeki yeteneksizlikle bağına işaret eder. Dönüp ‘70’li yıllar Türkiye’sine, hatta ‘90’lı yıllar Türkiye’sine bakınız, aynı “halk”, “hak”, “adalet” söylemlerinden geçilmediğini görürsünüz. Bunun anlaşılır bir sınıfsal mantığı var, bunlar küçük-burjuva sosyalizminin ayırdedici kavramlarıdır. Bunlar 1830’lar-‘40’lardaki küçük-burjuva sosyalizminin dilinden düşmeyen sözlerdi. Eğer buna rağmen 60-70 yıl sonra Rusya’da ve neredeyse 150 yıl sonra Türkiye’de de yankılanabiliyorsa, bunun gerisinde aynı sosyal gerçeklik, aynı sınıfsal mantık var demektir. Küçük-burjuva kafası ve sosyalizmi. Gecekondu emekçileri, sınıf dışı emekçi katmanlar, köylüler işçilerden daha fazla eziliyor, nitekim işçilerden daha devrimcidirler deyip çıkıyorlar işin içinden küçük-burjuva sosyalizminin temsilcileri. Marksizm’in bilimsel içeriğinin bu denli açıklığına rağmen bunu söyleyebiliyorlar. Bu, belli bir sınıfsal zeminde gerçekleşmiş, sürekli bir biçimde ondan beslenen belirli bir ideolojik-kültürel şekilleniştir. Bilip bilmeme, ikna olup olmama sorunu değildir. Benzer söylemleri Kürt hareketi mensuplarından da yıllarca aynı doğallıkta duyabilirdiniz...

Elbette bunun dünya komünist hareketinin geçen yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı süreçle sıkı sıkıya bağı var ama buna burada giremeyiz. Buna gerek de yok, zira halkçılığa karşı ideolojik mücadeleler içinde bunlar üzerinde yeterince durulmuştur.

Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Engels’in ünlü kitabının başlığıdır. Peki sosyalizmi ütopyadan bilime yükselten neydi? Tam da sosyalizmi maddi bir sınıf temeline oturtabilmekti. Yani Lenin’in sözleriyle, Marks’ın öğretisindeki asıl şey, sosyalist toplumun kurucusu olarak proletaryanın tarihi görevini açığa çıkarmaktı. Marksizm’i, yani modern sosyalizmi bilim haline getiren temel fikir, temel keşif budur. Düşünceyi maddi bir eksene oturtmak. Daha doğrusu maddi gerçeğin soyutlanıp genelleştirilmiş teorik ifadesi olmak. Gene Engels, modern sosyalizm modern sınıf hareketinin teorik ifadesidir diyor. Ondan soyutlanmıştır son tahlilde. Kuşkusuz teorik düşünceyi sınıf hareketine indirgeyemeyiz, ilerici düşüncenin bir evrimi ve birikimi var. Ama düşüncenin bu evrimi, modern zamanlarda proleter sınıf maddi ekseni üzerinden anlam kazanıyor. Ondan önceki birkaç yüzyıl boyunca burjuva sınıf ekseni üzerinden bir anlam kazanıyordu. Kapitalizm çağıyla birlikte proleter sınıf ekseni üzerinden bir anlam kazanmaya başladı. Bu da Marksizm’de ete-kemiğe büründü. Bilimsel niteliği buradan geliyor, tekrar ediyorum. Sosyalizmin bilimsel niteliği, onun proleter sınıf ekseninden ve kimliğinden gelir. Bilimsel yöntemi ise devrimci diyalektiktir. Bu nedenledir ki biz halkçılığa karşı mücadelemizde, Marksizm’in devrimci diyalektik yöntemi ile proleter sınıf özü üzerinde özellikle durduk. Öylesine ki, halkçılıktan kopuşumuzu bu iki noktada yakaladığımız üstünlüğe borçlu olduğumuzun altını yeri geldikçe çizdik. Küçük-burjuva sosyalizminin eleştirisiyle ortaya çıktığımız otuz yıl öncesinden itibaren ve daha en baştan söylediğimiz şey buydu.

Marks diyalektiği Hegel’den aldı, ama onun diyalektiği idealistti. Bunu materyalist bir temele oturtan Marks oldu. Aynı şekilde materyalizmi Feuerbach’tan almıştı, ama materyalizm Feuerbach’ın elinde tümüyle işlevsizdi. Feuerbach bir hümanistti. Onda da tıpkı ütopik sosyalistlerde olduğu gibi genel ve soyut bir insanlık davası ve sevgisi vardı. Sevgi dininin kurucusuydu. İnsanoğluna sevgiyi aşılamakla toplumsal sorunların çözümü sağlanır sanılıyordu. Bu bir idealist ütopyaydı. Tarih sınıf mücadeleleriyle ilerler. Marks’ın büyük başarısı ise düşüncesini maddi bir sınıf eksenine bağlayabilmesidir. Yeni dünya görüşünün daha ilk adımında, felsefe proletaryada maddi silahlarını, proletarya felsefede düşünsel silahlarını bulur, diyordu Marks. Düşünce ile maddenin, teori ile eylemin devrimci diyalektik birliğinin en veciz bir anlatımıdır bu. Aynı düşünce Komünist Manifesto’da, “proleterler ve komünistler” ara başlığı altında, bu kez öncü devrimci parti ile işçi sınıfı ilişkisi üzerinden ortaya konulmuştur. Marks’ın iyi bilinen veciz sözü, eleştiri silahı ile silahların eleştirisi ilişkisine de buradan yaklaşabiliriz. Eleştiri silahı felsefedir, devrimci teoridir. Silahların eleştirisi proletaryanın devrimci sınıf mücadelesidir, onun doruğu olarak devrimdir. Eleştiri silahından silahların eleştirisine geçiş, düşünceden maddeye, teoriden eyleme geçiştir. Marks’ın teori kitlelere mal olunca maddi bir güç haline gelir düşüncesi de aynı devrimci diyalektik birliği dile getirir.

Sosyalist Ekim Devrimi’nin 100. Yılını kutluyoruz ve onun hâlâ da tarihsel olarak aşılamadığını vurguluyoruz. Peki, Ekim Devrimi’nde ete-kemiğe bürünen nedir? Marksist teori, program ve politikanın proletaryanın devrimci tarihsel eyleminde maddi güce dönüşmesidir.

(Devam edecek...)

TKİP Merkez Yayın Organı EKİM’in, Haziran 2018 tarihli 312. sayısından alınmıştır.