03 Ocak 2014
Sayi: KB 2014/01

Çürümüş düzende sağlam çark olmaz
AKP-cemaat çatışması ve “kuvvetler ayrılığı”
İktidar dalaşı ve düzen medyası
Riyakarlıkta sınırları yok!
Her dönemin has uşağı: CHP
Yolsuzluk, yağma ve sömürü düzeninden hesap sormaya...
Sınıf devrimcilerinden yolsuzluk eylemleri
Yolsuzluklar protesto edildi
Oyak Renault’ta patron-Türk Metal işbirliğiyle işçi kıyımı...
Türk-İş asgari ücrete ‘muhalif’ kaldığını açıkladı!
Esenyurt’ta işçiler foruma hazırlanıyor
Hacettepe işçisinden zafer kutlaması!
2013: İşçi sınıfı kin ve öfke biriktirdi!
“Bürokratik-icazetçi sendikal çizgiyi aşmak için taban inisiyatiflerini yaratalım!”
Dünya basınında yolsuzluk ve rüşvet operasyonu
2013: Kriz, çatışma, savaş, direniş…
Seçim dönemi ve reformizmle mücadele
Eğitim piyasalaşırken...
İÜ’de mücadele etkinliklerle sürüyor
Roboski için yaygın eylemler
“Yargılanan değil, yargılayan olduk!”
Özgürlük ve eşitlik yürüyüşümüz sürüyor
EKK’dan yeni yıl mesajı...
Kartal Emekçi Kadın Komisyonu kuruldu
Devrimci tutsaklardan yeni yıl mesajları
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Eğitim piyasalaşırken...

 

Geçenlerde bir kısa filmde oynadım. Yan rollerden biri, hatta, işte bildiğin figüran diyebileceğiniz bir roldü bu. Filmin konusu şeker hastalığı üzerine bir farkındalık yaratma ya da ‘nedir bu hastalık?’ üzerineydi. Aslında ne olduğu hayati önemde değil. Neden çekildiği ve bu filme neyin kaynaklık ettiğine bakmamız daha doğru olacak.

10 Şeker Yönetmen Aranıyor’ adı altında düzenlenen bir kısa film, ya da reklam filmi çekme kampanyasıydı projenin özü. Her yere afişleri asılıp, internet portallarından duyurusu yapılan, Anadolu Üniversitesi’nin kaynak sunduğu, öğrencilere; tecrübe ve eğer yarışmayı kazanırlarsa bir miktar para kazanma şansı tanıdığı proje geçen haftalarda son buldu. Buraya kadar her şey ‘üniversite-öğrenci desteği’ konusunda güzel görünüyordu. Ancak şunu öğrendim ki, yarışma üniversite tarafından değil bir ilaç firması tarafından düzenlenmiş ve kaynağı karşılanmış.

Bunu öğrendiğimde aklıma birkaç soru ve sorun geldi. Bunlardan birkaçı şunlar: Bir ilaç firması üniversiteye neden böyle bir proje ile geldi? İlaç firmasının konumu ve düzen içindeki temsiliyeti nedir? Üniversiteden beklentisi nedir? Üniversitenin tutumu nedir? Öğrencilerin buna bakışı nedir? Eğitim neye hizmet etmektedir ve bu eğitimden geçen öğrenciler genel bir bakış olarak bilimi, sanatı kim için kullanmaktadır? Şunu öncelikle söylemem gerek, bu ve bunun gibi birçok konu bir gerçeklik teşkil ettiğinden tamamen reddetmemiz mümkün değildir. Katılabiliriz, kendi sözümüzü söyleyebiliriz, ancak bunu yaparken nerede ve ne bakışla duruyoruz? Bence asıl önemli olan şey budur.

Eğitimde ticarileşmenin boyutu gittikçe artıyor

Üniversitelerde, bilginin metalaşma süreci ve özellikle 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ‘bilgi toplumu’ olma üzerinden yürütülen politikalar, rekabete dayalı bir sistemi oluşturmuş (‘en iyi bilgi üretim yolu rekabettir’ diyen sözde naif düşünce ile) ve bu kurumlar bilginin mülkiyeti üzerinden kendini yapılandırmıştır. Son dönemlerde ise neoliberal politikalar doğrultusunda üniversitenin alacağı konum ve işlev nasıl olmalıdır konusuna yoğunlaşılmıştır. (Bologna sürecinin ciddi etkilerini görmekteyiz.) Bu konuda yapılan ve yapılacak olan uygulamalar üniversitelerde gerek yönetim gerekse eğitim personeli olarak benimsenmiştir. Bu doğrultuda; araştırmacı profesör, çalışan öğrenci, kariyer kulüpleri, şirket pazarlama ve reklam kampanyaları gibi uygulamalar somut birer örnek olarak verilebilir.

Üniversitelerde okutulan, öğretilen ya da deneyimlediğimiz bütün alanlarda ne varsa, ilerideki emeğimizin ve düşüncelerimizin nitelikli olması içindir. Buraya kadar yine sıkıntı yok gibi. Ancak mezun olduktan sonra, bize sunulan yaşam; ‘insanı değil, sermayeyi yeniden nasıl üretebilirsin?’ olduğu için, üniversitelerin işlevi, yapılanması, bahsettiğim doğrultuda, sömüren ya da sömürülen ikilemi içerisindeki sisteme öğrenciyi entegre etme tesisi olarak dönüştürülmüştür. Üniversite denetimini ve yönetimini sağlayan, işlev ve içerik belirleyici yapılar ve kişiler (YÖK, MEB, rektörler) bu dönüşümün içinde yerlerini sabitlemiş ve içinde bulunduğumuz kapitalist sömürü düzeninin birer temsilcisi durumda varlıklarını devam ettirmektedirler.

Böyle bir düzen içerisinde üniversiteye şirketlerin ortak olması, firmaların, bankaların birer şubesinin açılması, dekanların birer şirket sahibi ya da ortağı olması, eğitimcilerin de sermayeye ters düşecek sunumları ve hayatı benimsememesi ya da benimsese dahi bunu dillendirmemesi, dillendirdiği anda yaptırımlara maruz kalması kaçınılmaz bir durumdur. Hal böyle iken üniversitede bilim ve sanat üzerine yapılan eğitim, üretim ve uygulamalar da sermayeye hizmet etmek durumundadır. Toplum ve ihtiyaç için değil, tüketime yeni ve para kazandıracak ürünlerin, fikirlerin öğrenciler tarafından eğitim süresi boyunca olabildiğince üretilmesi veya tasarlanması bu doğrultuda doğal bir süreçmişcesine gelişir.

Gelen ilaç firması da bu sömürü düzeni içinde sömüren taraflardan biridir. Nasıl ki, ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında, fabrika sahipleriyle işbirliği yaparak çalışan kadın istitihdamı azaltmak için yoktan hastalık var edip, kadınları işten çıkartmanın yolunu açmışlar, sattıkları ilaçlarla, hem kendi ceplerini doldurup hem de fabrika sahiplerini rahatlatmışlarsa; bugün de aynı görevi üstlenmektedirler. Üniversitelere gelmeleri ise elbette reklamlarını kolayca yaptırıp, kâr oranlarını arttırma amacının bir ürünüdür.

Buradan yola çıkıp genelleyecek olursak; öğrenciler büyük şirketler, holdingler ve fabrika sahipleri için muhteşem bir üretim kaynağı sunar. Hem öğrenci hem deneyimsiz olunduğu için reklamlar, araştırma ve geliştirmeler, büyük projeler ücretsiz bir biçimde yaptırılabilir. Durumun kendisi öğrenciye bir fırsatmış gibi gösterilir, çünkü mezun olan kişi yaşamını devam ettirmek zorundadır, bunun için paraya ihtiyacı vardır ve onlara muhtaç kalacaktır. Öğrenci de ‘ben daha iyi sömürüleceğim’in yarışına başlar. Bazıları bu yarışta sadece sömürülen olup, işçi ve emekçi sınıfına dahil olurken, bazıları ise istisnai bir durum sergileyerek deneyimini arttırıp sınıf atlayabilir ve sömüren sınıf, yani burjuva durumuna geçebilir.

Üniversiteler, sözde, ‘toplum inşasında en önemli yerlerden biri ve nitelikli meslek elemanı yetiştirme’ kurumlarıdır. Ancak her öğrencinin gelecek kaygısı yaşaması boşuna değildir. Adaletin güçlünün adaleti, eğitimin parası olanın eğitimi olduğu, ezilenin yanında olan bir ÇHD’li avukatın hapis edildiği, derste sorgulamayı öğreten eğitimciye soruşturma açıldığı, sağlığa gereken yatırım yapılmadığı için sağlıkçıların uzun saatler çalışmak zorunda bırakıldığı, sanatçıların sermayedarlarla birlikte iş yapmadığı zaman tutunamadığı her parçası çürümüş bu sistemde, geleceksizlik genel bir hal almış durumdadır.

Yukarıda bahsettiğim baskı ve şekillendirme mekanizmaları açıkça görülebilinecek şeyler olmasına rağmen sürekli pompalanan bireycilik ve yapay olarak ustaca sunulan ‘fırsat eşitliği’ düşüncesi bu noktada işlevini eksiksiz görmektedir. Yapılan işler ve düşünceler de zorlamayla itaat değil, “özgürlük” ve “birey iradesi” olarak kendini bulmaktadır.

Toplumsal değiştirici dönüştürücü etkisi çok yüksek olan üniversite ve gençlik ise bu sistemin içinde siyaseti gündelik bir yaşam biçimi haline getirmediği için sorunları görmezden gelmekte, yapılan yolsuzlukları, katliamları ve sistem içindeki tüm adaletsiz uygulamaları unutmaktadır.

Bizlere düşen görev ise; çözümün bu sistem içinde gerçekleşemeyeceği bilinci ile, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum inşasında, üniversitelerden başlayarak, dinamik, örgütlü, militan bir gençlik hareketini örmek ve mücadeleyi büyütmektir.

Eskişehir’den bir Ekim Gençliği okuru

 
§