03 Ocak 2014
Sayi: KB 2014/01

Çürümüş düzende sağlam çark olmaz
AKP-cemaat çatışması ve “kuvvetler ayrılığı”
İktidar dalaşı ve düzen medyası
Riyakarlıkta sınırları yok!
Her dönemin has uşağı: CHP
Yolsuzluk, yağma ve sömürü düzeninden hesap sormaya...
Sınıf devrimcilerinden yolsuzluk eylemleri
Yolsuzluklar protesto edildi
Oyak Renault’ta patron-Türk Metal işbirliğiyle işçi kıyımı...
Türk-İş asgari ücrete ‘muhalif’ kaldığını açıkladı!
Esenyurt’ta işçiler foruma hazırlanıyor
Hacettepe işçisinden zafer kutlaması!
2013: İşçi sınıfı kin ve öfke biriktirdi!
“Bürokratik-icazetçi sendikal çizgiyi aşmak için taban inisiyatiflerini yaratalım!”
Dünya basınında yolsuzluk ve rüşvet operasyonu
2013: Kriz, çatışma, savaş, direniş…
Seçim dönemi ve reformizmle mücadele
Eğitim piyasalaşırken...
İÜ’de mücadele etkinliklerle sürüyor
Roboski için yaygın eylemler
“Yargılanan değil, yargılayan olduk!”
Özgürlük ve eşitlik yürüyüşümüz sürüyor
EKK’dan yeni yıl mesajı...
Kartal Emekçi Kadın Komisyonu kuruldu
Devrimci tutsaklardan yeni yıl mesajları
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bürokratik-icazetçi sendikal çizgiyi aşmak için
taban inisiyatiflerini yaratalım!”

Devrimci temellerde yenilenme ihtiyacı
ve KESK genel kurulları / 1

 

Dün olduğu gibi bugün de kamu emekçileri hareketinin temel sorunu önderlik sorunudur. Önderlik sorunu çözümlenemedikçe sendikalarımız ile emekçiler arasındaki mesafe daha da açılacak, KESK ve bağlı sendikalar güç kaybetmeye devam edecek, sermayenin saldırıları hayat bulacaktır. Önderlik sorunu ise yalnızca dar anlamı ile “sendika yönetimlerinin dönüştürülmesi-değiştirilmesi”ne indirgenemez. Özünde bu, işin belirleyici değil, tali yanıdır. Önderlik sorunu reformcu sendikal-siyasal gruplar tarafından bu dar kapsamı ile ele alınmakta, böyle olduğu ölçüde de ‘yönetim kademelerinde temsil edilme’ye indirgenmiş ve genel kurul süreçlerini de ‘yönetim belirleme aritmetiğine’ dönüştüren bir dar pratikçiliği bizlere dayatmaktadırlar. Önderlik sorunu her şeyden önce bir sendikal çizgi sorunudur. Geniş anlamı ile sendikal çizgi, sendikalara bakışta, mücadele ve eylem biçimleri karşısındaki tutumda, sendika-siyaset ilişkisinin ele alınışında, düzen karşısındaki konumlanışta kendisini ortaya koyar. Önderlik sorununun bir başka boyutunu ise sendikal çizgi ile diyalektik bir bütünlük içinde sendikal işleyiş sorunu oluşturmaktadır. Sendikal işleyiş kavramı, üye-sendika ilişkisinde, yönetim ve karar mekanizmalarının işleyiş biçiminde ifadesini bulmaktadır.”

KESK ve bağlı sendikaların üç yıl önce gerçekleştirdikleri genel kurullar öncesinde, 2010 Kasım ayı içerisinde çıkarmış olduğumuz “KESK’te Genel Kurullar Süreci ve Sosyalist Kamu Emekçileri’nin Temel Mücadele İlkeleri” başlıklı broşürde dile getirdiğimiz tespitler bugün de geçerliliğini koruyor. Bu üç yıllık dönem içerisinde KESK ve bağlı sendikaların güç kaybı durdurulamamış, sermaye iktidarının işçi sınıfı ve kamu emekçilerine dönük kapsamlı saldırıları hayat bulmaya devam etmiştir. Emekçi yığınların devrimci eylemi yerine parlamento zemininde siyaset üretmeyi; kitlelerin demokratik hak ve özgürlükler uğruna fiili mücadelesini örgütlemek yerine düzeni kendi içinde demokratikleştirmeyi bir çizgi haline getiren Türkiye solunun reformist kesimleri, hakim oldukları kitle örgütlerinde de bürokratik-icazetçi çizginin taşıyıcıları olmuşlardır. “Hak verilmez alınır” söyleminde ifadesini bulan fiili-meşru mücadele çizgisinin yerini, uzun yıllardır, reformist solun siyasal yönelimlerine paralel olarak, günübirlik eylem biçimlerine dayalı protestocu, bürokratik ve icazetçi çizgi almış, son üç yıllık dönemde ise bu tablo değişmemiştir.

Geride bıraktığımız son üç yıllık döneme damgasını vuran ise 2013 yılının Mayıs ayı sonunda patlayan ve Haziran Direnişi olarak tarihe geçen halk hareketi oldu. Bu aynı dönem, bir yandan kapitalist dünya düzeninin gittikçe derinleşen bunalımlarına, emperyalist müdahalelere, emperyalist-kapitalist devletler arasındaki rekabetin büyümesine ve gerilimlere, sosyal yıkım saldırılarının büyümesine, ama öte yandan da, kitle hareketlerine, sosyal patlamalara ve ayaklanmalara sahne oldu. Bu ve burada sayamayacağımız bir dizi gelişme, emperyalist-kapitalist dünyanın “bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemi” içerisinde olduğunu gösterdi. Gerek dünya ölçeğinde yaşanan gelişmeler ve gerekse de Haziran Direnişi bu gerçeğe işaret ederken, bu tarihsel gelişimin tersine, dünya ve Türkiye solunun büyük bir bölümünü oluşturan reformcu sol hareketin “anayasalcı” ve “parlamentocu” siyasal çizgisi daha da derinleşti. Burjuva siyasal yaşamın içerisinde siyaset üreten, ümitlerini ve gelecek tezahürünü parlamenter yaşama endekslemiş, düzeni kendi içerisinde demokratikleştirmeyi(!) eksen alan bir siyasal strateji ile kitle hareketlerine önderlik edilemeyeceğini bizzat Haziran günleri, gündelik yaşamın acımasız pratiği ile bir kez daha gösterdi.

KESK’in ve reformist solun Haziran sınavı

Haziran Direnişi, onyıllardır uygulanan ve AKP’nin 11 yıllık iktidarı boyunca da pervasızca devam ettirdiği sosyal yıkım saldırılarından kent yaşamının hoyratça yağmalanmasına, Alevilerin ve kadınların aşağılanmasından gençliğin geleceksizliğe mahkum edilmesine, toplumun yaşam biçimine dönük kaba müdahalelerden dinsel yaşam dayatmalarına, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasından polis devleti uygulamalarına kadar geniş bir yelpazede biriken tepki ve öfkenin açığa çıkmasıydı. Toplumun alt ve orta katmanlarında mayalanan tepki ve öfkeyi “AKP ve hükümet karşıtlığı” ekseninde buluşturan Haziran Direnişi, beklenmedik bir anda patlak verdi ve beklenmedik biçimde soluklu bir direniş olarak yaşandı.

Kendiliğinden bir patlama olarak gerçekleşen Haziran Direnişi, tepki ve öfkenin ötesine geçerek sınıfsal-sosyal taleplerle ve devrimci bir önderlikle buluşamadan geri çekildi. Milyonların katıldığı ve ülkeyi saran direniş, sol hareket açısından da turnusol işlevi gördü. Haziran Direnişi, Türkiye sol hareketinin emekçilere yakınlığını ve emekçilerin de -kendiliğinden gelişse bile- başkaldırı dönemlerinde sola yakınlaştığını gösterdi. Ama bu aynı direniş, reformist solun ufkunun sınırlarını göstermesi bakımından da önemli belirtiler sundu.

Milyonları kucaklayan halk hareketi, daha düne kadar kitleler gözünde meşru görülmeyen taş, sopa ve barikatı meşru birer mücadele araçları haline getirirken, hem çeşitli kanatlarıyla sol harekete ve hem de Kürt hareketine sosyal mücadeleler içerisinde emekçi kitlelerle buluşmanın olanaklarını sunuyordu. Ne var ki, her ne kadar tabandaki kadroları kitlelerin direnişinde belli ölçülerde geliştirici rol oynasalar da, reformist Kürt hareketi ve Türkiye solunun reformist kesimleri, merkezi politikaları bakımından, hareketle bağlarını devrimci bir zeminde kurma çabasından alabildiğine uzaktı. Denebilir ki milyonlar direnme gücü ve enerjisini, biriktirdikleri öfkeden ve düzenin “marjinal” diye damgalayıp hedef haline getirdiği devrimci hareketlerden alıyordu.

Kürt hareketi ilk başlarda hareketi “ulusalcı” olarak damgalayıp yalpalayan tutumlar geliştirirken, reformist sol hareket ise onu “barışçıl” bir çizgide tutmaya ve “Türkiye’nin demokratikleştirilmesi” çizgisinin bir dayanağı haline getirmeye çalışıyordu. Reformist Kürt hareketi, düzenle girdiği sözde “barış” sürecinin darbeleneceğini düşünürken, Haziran Direnişi, Kürt sorununda gerçek çözümün ancak sosyal mücadeleler içerisinde sağlanabileceğini, farklı milliyetlerden emekçiler arasına örülen milliyetçi-şoven önyargıların bu mücadeleler içerisinde aşılabileceğini gösteriyordu. Kürt hareketinin “barış” çizgisindeki ısrarı sayesindedir ki, AKP iktidarı, milyonların ayağa kalktığı bir dönemde bile “çözüm” adı altındaki -özünde Kürt hareketinin oyalanması ve tasfiyesini amaçlayan- politikasını sürdürebildi. Hareketin yüz binleri kucakladığı kentlerde Kürt emekçiler yüz binlerin arasında yerlerini alsalar da, Kürt hareketinin bütün bir tabanını harekete geçiren bir tutumdan özenle kaçınması, Kürt ve diğer milliyetlerden emekçilerin devrimci bir zeminde buluşmasının olanaklarını zayıflatan bir rol oynadı. Denebilir ki, bu tutumuyla reformist Kürt hareketi tarihsel bir fırsatı heba etmiş oldu.

Hareketin en temel zaafı, işçi sınıfının harekete, örgütlü bir sınıf olarak katılamamış olmasıydı. Bu durum hareketi “AKP karşıtlığı” sınırlarında tutuyor ve sosyal taleplerle bütünleşmesini engelliyordu. Hareket önderlikten yoksundu ve bir ölçüde bu ihtiyacı sol siyasal akımlarla çeşitli kitle örgütlerinin yer aldığı Taksim Dayanışması karşılıyordu. Ne var ki, reformist sol hareketin önemli bir bölümü hareketi sosyal-sınıfsal taleplerle bütünleştirme çizgisinden alabildiğine uzak duruyor ve onu “barışçıl” bir çizgide tutma çabasına girişiyordu. Bazıları “hükümet istifa” dilekçe kampanyalarıyla hareketten düzen içi bir zeminde yararlanma çabasına yönelirken, bazıları da “biz de vurdulu kırdılı şeylere karşıyız” gibi açıklamalarla kitleler gözünde meşrulaşan mücadele araçlarının meşruluğunu sorgulamaya yöneliyordu. Reformist solun -birkaç istisna dışında- ortaklaştığı zemin ise Gezi Parkı’ndaki çadırların sökülmesi ve temsili düzeye indirilmesi oluyordu. Hareketin daha ilk günlerinde Taksim Dayanışması içerisinde bu türden geriletici tutumlar alan reformist sol parti ve örgütler, başbakanla yapılan görüşme sonrasında, Gezi Parkı’nda oluşturulan forumların almış olduğu direnme kararına rağmen çadırlarını söküyor ve bunu bir basın açıklaması ile deklare ediyorlardı. AKP iktidarı Gezi Parkı’nın boşaltılmasına dönük saldırı cesaretini, bir yandan kitlelerde oluşturulan beklentinin yarattığı rehavetten, öte yandan da reformist solun bu tutumundan alıyordu.

Kısacası çeşitli parti ve örgütlerde toplanan reformist solun önemli bir bölümünün ufku, Haziran Direnişi’ni “barışçıl” sınırlarda tutma, ondan parlamenter amaçlar doğrultusunda yararlanmanın ötesine geçmiyordu. 4-5 Haziran tarihlerinde grev ve eylemlerle Haziran Direnişi ile bütünleşme yönünde olumlu adımlar atan KESK ise yüz binlerin hala sokakları doldurduğu bir dönemde 17 Haziran’da yapmış olduğu eylemlerde, utanç verici bir tutumla polis barikatlarının önünde basın açıklamaları yaparak eylem alanlarını terk etti.

Bugün KESK’te hakim anlayışlar bu süreci “KESK sınıfta kaldı” gibi söylemlerle tarif ediyorlar. “Sınıfta kalma” deyimi çok duyulan deyimlerden birisi ve çoğu kez “mazur görme” aracı olarak da kullanılıyor. “Haziran Direnişi’nde KESK sınıfta kalmıştır” dediğinizde hiç kimse itiraz etmeyecektir. Oysa bu sınıfta kalmaların istisnai olmadığını ve özünde KESK’e hakim olan anlayışların siyasal çizgilerinden ileri geldiğini söylediğinizde, “koca” bir reformist bloğu karşınızda bulacağınızdan şüpheniz olmasın. Oysa gerçek tamı tamına budur. Siyasal yaşamda işçi sınıfının devrimci eylemi yerine “parlamentoyu”, “devrim” yerine “düzenin demokratikleştirilmesini” koyanlar, sendikal mücadele sahnesinde de fiili meşru mücadele çizgisi yerine protestoculuğu ve icazetçiliği koymaktadırlar.

İCAZETÇİ SENDİKAL ÇİZGİ,
KÖKLEŞEN SENDİKAL BÜROKRASİ VE ÖNDERLİK SORUNU

Kamu emekçileri hareketinin temel sorununun önderlik sorunu olduğunu, bu sorunun bir yanının sendikal çizgi sorunu olduğunu, öte yanının ise bununla bütünlük içerisinde sendikal işleyiş sorunu olduğunu söylemiştik. Son üç yıllık dönemde de KESK, kamu emekçileri hareketinin ihtiyaç duyduğu önderliği yaratamamış, KESK ile kamu emekçileri arasındaki bağlar zayıflamaya devam etmiştir. Bürokratik-icazetçi sendikal çizginin kamu emekçileri hareketinde yarattığı tahribatları görmek açısından son üç yıllık dönemi belli yönleriyle ele almak, izlenmesi gereken yolun belirlenmesi açısından önem taşımaktadır.

A- 2012-2013 toplu sözleşmeleri ve 23 Mayıs grevi

Son üç yıllık dönemde iki toplu sözleşme süreci yaşadık. Bunlardan ilki 2012 yılında gerçekleşti ve 2012-2013 yıllarını kapsadı. Hatırlanacağı gibi 2011 yılında KESK, toplu görüşmelerin yasa değişiklikleri sonrasında “toplu sözleşme” olarak yapılmasını kabul etmiş ve görüşmelerin yasa değişiklikleri sonrasına ertelenmesine onay vermişti. Böylece “toplu görüşme” adı ile gerçekleştirilen orta oyununun “toplu sözleşme” adıyla gerçekleştirilecek olması, KESK’e hakim icazetçi çizgi tarafından da kabul edilmişti. 11 Nisan 2012 tarihinde 4688 sayılı yasada değişiklikler yapılmış, toplu görüşme yerine grev hakkı içermeyen “toplu sözleşme” getirilmişti.

2012 Mayıs ayında yapılan toplu sözleşmelerde hükümetin sefalet zammı dayatması karşısında önemli bir tepki açığa çıkmış, Memur-Sen’in masadaki dilenci tutumu emekçiler nezdinde gözden düşmüş ve kamu emekçileri gözünü KESK’e dikmişti. KESK tabandan gelen basıncın da etkisiyle 23 Mayıs’ta grev çağrısı yapmıştı. Sosyalist Kamu Emekçileri olarak 23 Mayıs grevi öncesinde yapmış olduğumuz ve kamuoyu ile paylaştığımız değerlendirmede şunları söylemiştik:

23 Mayıs grevinin güçlü geçeceği bugünden söylenebilir. Öyle ki, belli bir mücadele deneyim ve birikimi olan sektörlerde, yoğun bir çalışma ve ön hazırlık süreci olmadan dahi güçlü bir katılımın ortaya çıkacağını söylemek abartı olmaz. Bunun en önemli belirtisi, KESK’in grev kararı sonrasında işyerlerinde oluşan olumlu havadır. Bir başka belirti ise hükümet ile karşı karşıya gelmemeyi bir çizgi haline getirmiş olan ve dahası bizzat AKP desteği ile palazlanan Memur-Sen’in basın açıklamaları yaparak tepki göstermek zorunda kalmış olmasıdır. Aynı durumu Kamu-Sen de yaşamış, 1 Mayıs’ta AKP karşıtı görünmeme adına –öteki gerekçeler olayın esasını oluşturmamaktadır- farklı mitingler yapma yolunu seçen bu konfederasyon, paçayı kurtarma telaşı ile miting kararını iptal ederek KESK’in 23 Mayıs grevini destekleyeceğini açıklamak durumunda kalmıştır.” (‘23 Mayıs grevi, birlik sorunu ve görevler’ - 20.05.2012)

23 Mayıs grevi burada söylediklerimizi olduğu gibi doğrulamış, ülke tarihinin en geniş katılımlı grevlerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Öyle ki, Memur-Sen’e bağlı kimi sendikalar dahi greve katılma yönünde kararlar almak zorunda kalmıştır (Grevi örgütleyen ise gerici kontra sendikalar değil, KESK ve bağlı sendikalar olmuştur). Yapmış olduğumuz bu değerlendirmede KESK’e önden bir uyarı yapmayı da gerekli görmüş ve değerlendirmenin sonunda şunları söylemiştik:

Önümüzdeki süreçte en önemli risk bizzat KESK’in mücadele anlayışından ileri gelmektedir. Günübirlik, stratejik plan ve hedeflerden yoksun bir anlayış, doğaldır ki süreçlerin arkasından koşmayı beraberinde getirmektedir. Kuşkusuz süreçler değerlendirilmek ve gözetilmek zorundadır. Ancak emekçi yığınların beklentilerini bir günlük eylemlere sıkıştırmak ve kazanıma odaklanmış bir çizgi izlememek KESK’in kitleler içerisindeki gücünü zayıflatan bir rol oynamaktadır. Bu ise gerici odaklar tarafından beslenen ‘ancak bu kadar olabiliyor’ gibi bir düşüncenin kitleler içerisinde gelişmesi sonucunu doğurmakta, bilinç bulanıklığını beraberinde getirmektedir. Eğer KESK, kendi kuyusunu kazmak istemiyorsa, 23 Mayıs sonrasını da planlamak ve Kamu-Sen’in getireceği sınırlamalara takılmadan yönünü çizmek zorundadır. Aksi bir durum kamu emekçilerinin beklentilerini ortada bırakmak anlamına gelecektir.” (Adı geçen yazı...)

Ne var ki KESK’e hakim icazetçi anlayış bu uyarıyı ve tabandan gelen eleştirileri dikkate almamış, Kamu Sen ile birlikte yaptığı açıklama ile Memur-Sen’e ‘hakem kuruluna katılmama’ çağrısı yapmış, ancak bu çağrıya bizzat kendisi uymayarak, 23 Mayıs grevini ikinci bir grevle taçlandırmak yerine Kamu Hakem Kurulu’na katılmış ve Memur-Sen’in tutumuna yedeklenmiştir. 23 Mayıs grevi sonrası süreç, KESK’e hakim icazetçi-bürokratik ve reformist çizginin kamu emekçileri hareketini en uygun koşullar altında dahi kötürümleştiren bir rol oynayabileceğini göstermiştir.

Kısacası KESK en uygun koşullarda 23 Mayıs grevine ve bu grevle özgüven kazanan kamu emekçilerinin mücadele dinamiklerine -ihanet etmiştir demiyoruz- sırtını dönmüş, hakem kurulunu yeni bir grevle karşılamak yerine, gerisin geri Memur-Sen’in kuyruğuna yedeklenmiştir.” (‘KESK’e hakim çizginin iflası olarak toplu sözleşme süreci’, Sosyalist Kamu Emekçileri broşürü, Ekim 2013, İşçi Bülteni Özel Sayı: 1046)

Böylece KESK, kamu emekçilerinin kendisine yönelen ilgisini kaybetmiş ve emekçiler nezdinde gözden düşen Memur-Sen’e can simidi olmuştur. Ülke tarihine geçen 23 Mayıs grevi, KESK’e hakim reformist-icazetçi çizgi sayesindedir ki, dönüp dolaşıp kamu emekçileri hareketini zayıflatan bir araca dönüşebilmiştir. 23 Mayıs grevi sonrasında bir yıl boyunca ise KESK neredeyse ortadan kaybolmuştur.

B- Bir iflas tablosu: 2014-2015 toplu sözleşmeleri

2014-2015 dönemini kapsayan toplu sözleşmeler, Memur-Sen’in ihanetçi kimliğinin emekçiler nezdinde açığa çıkmasını sağlarken, KESK’e hakim icazetçi çizginin de iflasını tescilleyen olgulardan biri olmuştur. Denilebilir ki KESK, yasada tarihi belli bir toplu sözleşme için, aylar öncesinden bir program çıkarmak yerine her zamanki alışkanlığı ile “yumurta kapıya dayanınca” bir tutum belirlemiştir. Saldırı yasalarının meclis gündemine gelmesini beklemeyi bir alışkanlık haline getiren KESK, toplu sözleşmeler söz konusu olduğunda ise görüşme sürecinin başlayacağı dönemleri beklemeyi tercih etmiştir. Bu koşullar altında KESK’in Ankara yürüyüşü çağrısına da kamu emekçileri bir yana öncü kadrolar dahi riayet etmemiştir. İlgili dönemde yapmış olduğumuz değerlendirmelerde şunları söylemiştik:

Memur-Sen’in satış sözleşmesini imzalaması ve bunu arsızca “müjde” olarak sunması şaşırtıcı değil. Burada dikkate değer olan, Ağustos başında başlayan ve bir ay sürmesi beklenen görüşme sürecinin, bir haftada ve üstelik KESK ve Kamu Sen’in bypass edilerek bitirilmesidir. Sözleşmenin bayram öncesi bitirilmesi, AKP hükümetinin, kamu emekçilerinde gelişebilecek tepkileri eritme ve bayram süresince bu tepkileri çaresiz bir kabullenişe dönüştürme niyetiyle davrandığını ortaya koymaktadır. Bu durum, hükümetin, Haziran Direnişi sonrası yaşadığı panik ve korkuyu ortaya koyması bakımından anlamlıdır. KESK ve Kamu-Sen’in bypass edilmesinin de, hiç değilse görüşme sürecinin kısa tutulması açısından hükümetin bu niyetiyle örtüştüğü söylenebilir.

Ne var ki, bu aynı tablo, KESK ve Kamu-Sen’in kamu emekçilerini harekete geçirebilecek bir konumdan uzak bulunduğunun hükümet tarafından iyi algılandığına da işaret etmektedir.” (agy.)

2014-2015 Toplu İş Sözleşmeleri Memur-Sen’in ihanetçi kimliğini, KESK’in (ve bağlı sendikaların) ise bürokratik-reformist sendikal çizgisinin iflasını tescillemiştir. Kuşkusuz bu iflas yeni bir durum değil. Bu toplu sözleşme sürecinin ayırt edici yanı, KESK’e hakim icazetçi çizginin iflasını tescillemiş olması değil (ki bu, kaçıncı tescil?), bu tescillemenin “kör gözün” görebileceği kadar açık biçimde gerçekleşmiş olmasıdır. Öyle ki, mevcut çizginin tabandaki dayanağını oluşturan ve reformist solun etrafında kümelenmiş kadrolar dahi süreçten duydukları rahatsızlığı daha yüksek sesle dile getirir olmuştur. Zaten, değil kamu emekçilerinin geniş kitlesi, hakim çizginin dayandığı sendikal gruplar içerisinde yer alan kadrolar dahi, düne kadar tabandan gelen tepkilere kulak tıkayan KESK’in çağrılarına benzer şekilde yanıt vermiş ve kulak tıkamıştır. Kuşkusuz kadrolarda yaşanan ‘umursamazlık’ bir olumluluğa değil, icazetçi-bürokratik-reformist çizginin yarattığı tahribatın boyutlarına işaret etmesi bakımından önem taşımaktadır.” (agy.)

Bu aynı değerlendirme içerisinde bütçe dönemini hedefleyen bir çalışmanın örgütlenmesinin gerekliliğine de vurgu yapılmıştı:

Memur-Sen’in imzaladığı satış sözleşmesinin programlı bir mücadele ile yırtılması, Memur-Sen’in etkili bir teşhirini de içeren “satış sözleşmesini tanımıyoruz” eksenli bir kampanyanın örgütlenmesi bugün önemli bir ihtiyaç olarak durmaktadır. KESK ve bağlı sendikalar toplu sözleşme sonrası bırakalım bir mücadele programı ortaya koymayı, Memur-Sen’in etkili bir teşhirine dahi yönelmemiş, ikide bir yapılan açıklamaların ötesine geçen bir tutum geliştirilmemiştir. Her ne kadar sefalet artışlarını öngören toplu sözleşme imzalanmış olsa da, kamu emekçilerinin yakıcı talepleri orta yerde duruyor. Her türlü ek ve yan ödemenin emekli keseneğine dahil edilmesinden iş güvencesine, insanca bir ücret ve ücret adaleti talebinden geçmiş kayıpların giderilmesi talebine kadar bir dizi talep ile kamu emekçilerini harekete geçirmek ve önümüzdeki bütçe dönemini bir mücadele sürecine dönüştürmek bugünün güncel görevleri olarak durmaktadır. ‘Yaz dönemi’nden şikayet edenlere ‘kış’ın geldiğini hatırlatmak ise öncü kamu emekçilerine düşmektedir.” (agy.)

Ne var ki, KESK ve bağlı sendikalar bütçe dönemi öncesini güçlü bir teşhir çalışmasına konu etmek ve programlı bir mücadele ile emekçileri bütçe dönemine hazırlamak yerine “sessiz sedasız” geçirmişlerdir. Çıkartılan birkaç bildirinin ötesinde bir çalışma yürütülmemiş, BES’in bütçe dönemi eylemlerini ve Eğitim-Sen’in 23 Kasım Ankara eylemini bir yana bırakırsak, neredeyse tümüyle sessiz geçirilen bir dönemin ardından 19 Aralık grevi ilan edilmiştir. Bütçe dönemi Kasım ayında başlamasına rağmen, KESK erken bir tarihte bölge toplantıları gerçekleştirip bir mücadele programı ortaya koymak yerine bir günlük uyarı grevi ilan ederek süreci geçiştirme yolunu tutmuştur.

19 Aralık grevi öncesi yapmış olduğumuz değerlendirmede “Tüm bu tablo 19 Aralık grevinin zorluklarını göstermesi bakımından önemli olsa da, sorun, 19 Aralık’ın örgütlenmesinin zorluklarından ibaret değildir. Aslolan 19 Aralık sonrasında nasıl bir süreç örüleceğidir. Kamu emekçileri hareketinin içinde bulunduğu -daha doğrusu bizzat KESK’in çizgisi ile içine sürüklendiği- bugünkü tablo, 19 Aralık’ın hemen bir gün sonrasına bir grev daha örgütlemeyi neredeyse olanaksız kılıyor. Bu nedenle 19 Aralık grevini uzun soluklu bir mücadele programının bir parçası olarak ele almak ve devamında, grevin talepleri doğrultusunda ayları bulan ve fiili kazanımı hedefleyen bir program oluşturmak büyük önem taşıyor.” (‘Grev, soluklu bir mücadelenin parçası olarak değerlendirilmelidir’, Sosyalist Kamu Emekçileri broşürü, Aralık 2013, İşçi Bülteni Özel Sayı: 1074) denilmektedir.

C- İşkolu eylemleri, gözaltı terörü ve
reformist çizginin sonuçları

KESK’in son üç yıllık dönemde işkolu eylemleri karşısındaki tutumu da önceki dönemleri aratmamıştır. 21 Aralık 2011 tarihinde gerçekleştirilen “uyarı grevi”ne, kamu emekçileri önemli oranda katılım göstermiş ve onbinler alanlara çıkmıştı. 21 Aralık grevi, KESK’in grev kararı almasından çok, SES’in de içerisinde yer aldığı çeşitli sağlık örgütlerinin aldığı grev kararının yaygınlaştırılması niteliğindeydi. Bu ilgili dönem 2012 yılını kapsayan toplu görüşmelerin 4688 sayılı yasada yapılacak değişiklikler sonrasına ertelendiği, grev hakkı içermeyen yasa değişikliklerinin gündemde olduğu, bir gecede çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnameler ile sağlık hizmetlerinin tasfiyesine dönük adımların atıldığı, performans sisteminin dayatıldığı, “eşit ücret” söylemi ile eşitsizliğin arttırıldığı ve kamu emekçilerinin gelir kayıplarına uğradığı bir dönemdi. Kısacası kamu emekçilerinde önemli bir tepkinin geliştiği bir döneme denk düşüyordu 21 Aralık grevi. Ne var ki KESK, yüz binlerin sahiplendiği grev sonrasında her zamanki tutumuyla günübirlik tepkilerin ötesine geçen bir mücadele programı ortaya koymamış, kamu emekçilerinde biriken tepkinin örgütlü ve birleşik bir mücadeleye yöneltilmesi yönünde bir tutum geliştirmemişti. Bu aynı dönem sağlık emekçilerinin yanı sıra büro işkolunda da 666 sayılı KHK karşısında tepkilerin büyüdüğü bir dönemdi.

Büro ve sağlık işkollarında özellikle metropol illerde yaygın eylemler gerçekleştirilmiş, farklı günlerde binlerce büro ve sağlık emekçisi Taksim’de kitlesel yürüyüşler örgütlemişti. Bu dönem tabanda gelişen tepkilerin örgütlü bir mücadelenin konusu haline getirilmek yerine, bizzat sendikalara hakim anlayışlar tarafından eritildiği bir dönem olmuştur. Örneğin BES, 666 sayılı KHK nedeniyle tabanda gelişen yoğun mücadele dinamiklerine ve grev beklentilerine rağmen 21 Aralık sonrasında bu beklentilere yanıt vermemiş, tepki ve mücadele dinamikleri geri çekildikten sonra şubelerin genel kurul süreçlerini yaşadığı bir dönemde (Maliye Bakanlığı bünyesindeki vergi dairelerinde sınırlı olmak üzere) 22 Şubat 2012 tarihine grev kararı almıştır. Gerek işkollarına dönük sendikaların geliştirdiği mücadele çizgisinin ve gerekse de KESK bütünlüğünde geliştirilen mücadele çizgisinin ortak özelliği, taban dinamiklerini geliştiren değil eriten, programsız, günübirlik ve kazanıma yönelen bir bakış açısından uzak “protestocu” bir tarza sahip olmasıdır.

Dönem içerisinde öne çıkan eylemlerden biri de Eğitim Sen’in “kademeli ve 4+4+4 eğitim sistemi”ne karşı 28-29 Mart 2012 tarihli iki günlük grev kararı ve merkezi eylemi olmuştur. 4688 değişikliklerinin de sonuna yaklaşıldığı bu dönemde KESK, 28-29 Mart grev çağrısını genelleştirmek yerine onu Ankara merkezli bir kadro eylemine dönüştüren bir çağrıya yönelmiş, Eğitim Sen de “grev” çağrısının altını boşaltırcasına “sevk, vizite vb.” biçimler önererek grevi özünde merkezi bir alan eylemine dönüştürmüştür. Hizmet üretimini durdurmaya dönük bir yönelim geliştirilmemiş olsa da, 28-29 Mart’ta azgın polis şiddeti ve eğitim emekçilerinin bu şiddet karşısında gösterdiği direnç kamu emekçilerinde önemli bir tepkinin gelişmesine yol açmıştır. Ancak yine KESK bu atmosferden yararlanıp işkollarının bütününü kucaklayan bir tutum geliştirme yolunu tutmamış, KESK’e bağlı sendikalar da gerici eğitim sistemi dayatmaları karşısında tutumsuz kalmıştır. Sağlık alanının tasfiyesi ve 4+4+4 gerici eğitim sistemine karşı mücadele yine bu alanda örgütlü emekçilerin ve sendikaların sırtına yıkılmış ve bu sendikalar yalnız bırakılmıştır. Benzer bir durum hemen her dönemde tüm işkollarında yaşanmış, 2013 yılında büro, sağlık, haberleşme, ulaşım vb. işkollarında yapılan grevlerde de aynı tablo yaşanmıştır.

Geride bırakılan üç yıllık dönem KESK’e dönük gözaltı ve tutuklama terörünün ardı ardına yaşandığı bir dönem olmuştur. AKP iktidarının kamuda tasfiye politikalarına tutuklama terörü eşlik etmiş, KESK ve bağlı sendikaların gözaltı ve tutuklama terörü karşısında gösterdiği tutum basın açıklamaları ve mahkeme önlerinde yapılan eylemlerin ötesine geçmemiştir. Oysa KESK’e yönelen baskı ve tutuklamalar özünde kamu emekçilerine dönük saldırıların bir parçası olmasına rağmen, tutuklama terörü karşısında kamu emekçilerinin mücadeleye sevk edilmesi yönünde hiçbir tutum geliştirilmemiştir. İşyerlerini eksen alan ve kamu emekçilerinde sahiplenmeyi geliştirecek hiçbir kampanya örgütlenmemiş, merkezi noktalarda yapılan basın açıklamaları ve mahkeme önü eylemleri dışında öncü kadroların ötesine geçen bir mücadele çizgisi geliştirilmemiş, denebilir ki tutuklama terörünü kamu emekçilerine dönük bir çalışmanın parçası yapmaktan özenle kaçınılmıştır.

Özetle son üç yıllık dönemde reformist-icazetçi çizginin sonuçları işyeri örgütlülüklerinin alabildiğine zayıflaması, KESK ve sendikalar ile kamu emekçileri arasındaki bağın “sırat köprüsü” kadar incelmesi, kamu emekçilerinin KESK’e duyduğu güvenin daha da zayıflaması, kamu emekçileri hareketinin kötürümleştirilmesi olmuştur. 19 Aralık grevi ile bu gerçeklik, pratikte bir kez daha sınanmıştır.

(Devam edecek...)

Sosyalist Kamu Emekçileri

 
§