14 Ekim 2011
Sayı: SİKB 2011/39

 Kızıl Bayrak'tan
Kongre Hareketi ve tasfiyeci hayaller…
Emperyalistlerle suç ortaklığı
dosyası kabarıyor…
8 Ekim mitingi üzerine
Sosyal ve siyasal saldırılara karşı onbinler Ankara’da buluştu
Kürtlere yasak, faşistlere serbest
Grevli sendika hakkı için fiili-militan mücadele!
Oda çalışanları kazandı
Sağlıkta parmak
hesabı olmaz!
BEDAŞ’ta direniş
çadırı kuruldu
Metal İşçileri Birliği Merkezi Yürütme Kurulu Ekim Ayı Toplantısı
“İmpo’ya sendika girene
kadar buradayız!”
Burjuva demokrasi ve proleter demokrasi
Temo suikasti ve
Suriye’de olası gelişmeler
Mısır’da kanlı provokasyon
Grevler dalga dalga
Steve Jobs’un ardından Apple ve bilgisayar sektörü tarihine kısa
bir bakış.
Açlık ordusu büyüyor
Silikozise 48. kurban, sırada yüzlerce işçi var
Ferhat ve Berna serbest
Zorunlu bağış protestosu
Medyanın suç ortaklığı,
hükümetin sahte çözüm arayışları.
Parti, dava ve
“küçük-burjuva yiğidi!”..-Hikmet Kıvılcımlı
Tecride kalite ödülü
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Burjuvazinin “anne sevgisi” ve üstü örtülemeyen gerçekler

H. Eylül

Geçtiğimiz hafta ülke gündemi Tayyip Erdoğan’ın annesinin ölümüne kilitlendi. Kuşkusuz annesini kaybeden bir insanın yaşayacağı duygusallık anlaşılırdır. Ancak bu kişi Başbakan Erdoğan olunca olay medyatik hale getirildi ve burjuva cenah tam bir yalakalık gösterisi yaptı.

Bilinmektedir ki mevzu bahis zengin hayatlarsa her şeyin en abartılısı yaşanmaktadır. Çünkü bu burjuva hayatların kendisi şatafatlıdır. Yoksulluk içinde yaşamak zorunda bırakılanlarsa bu şatafatın sınırlarını bile hayal edemezler. Fakat abartının olduğu yerde masumiyet kalmaz.

Açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamak zorunda kalan bir işçi-emekçinin annesini kaybettiği koşulları düşünün. Annesini toprağa verir, acısını içine gömer ve sonra üretimin içinde alınteri döker. Yaşam tüm acılarıyla birlikte gözlerden uzak bir şekilde sürer. Siz hiç gördünüz mü bir işçiye bir mikrofonun uzatılıp, “annenizi kaybettiniz, ne düşünüyorsunuz” diye sorulduğunu. Bu “alt tabakanın”, bu “ayak takımının” acıları, bir ağacın dalında kalmış kedi yavrusu kadar önemli değildir. Haber değeri taşımaz. Fakat sözkonusu burjuva sınıfa mensup elit bir şahsiyet olunca hayat durur.

Konuya dönersek sermaye medyası için Erdoğan’ın annesini kaybetmiş olması onbinlerce işçi ve emekçinin gelecekleri için sokağa çıkmasından daha önemli bir olaydır. Öyle ki, cenazenin kaldırıldığı gün gerçekleşen ve onbinlerce emekçinin katıldığı 8 Ekim mitingini medya görmedi. Kabe’den getirilip Erdoğan’ın annesinin tabutunun üzerine serilen o örtü sadece annesinin tabutunu kapatmamış, gerçeklerin de üzerini örtmüştür.

Hiç değilse doğal gerçekliğiyle bir anne olan Tenzile Erdoğan, kendi tabiyeti içinde son yolculuğuna uğurlanabilirdi. Ancak daha önceki örneklerde olduğu gibi bu kez de böyle olmadı, keza olamazdı da. Zira kapitalist sistemin işleyiş yasaları buna izin vermez. Gölgesini satamadığı ağacı bile kesen bu sistemde “maneviyat” yoktur, duygu yoktur, insan yoktur. Yaşanmakta olan her ne olursa olsun ancak metaya çevrilebiliyorsa, sömürü çarklarının dönmesine kolaylık sağlayabiliyorsa bir değeri vardır.

Görünürde annelere bu derece değer veren bir insanın ağzından “kadın da olsa, çocuk da olsa gereken yapılacaktır” sözcüklerinin bu kadar kolaylıkla çıkıyor olması şaşırtıcı değil, onun gerçeğidir. Burjuva sınıfa mensup olanlar için üzüntü, çıkarlarıyla sıkı sıkıya bağlıdır. 2006 yılında Mersin ziyareti sırasında çiftçilerin sorunlarını dile getiren Mustafa Kemal Öncel’e “ananı da al git!’ diyebilen bir zihniyetin “anne sevgisi” ne kadar olur ki?

İstanbul Halkalı’da Pameks tekstil fabrikasında çalışırken sele kapılıp ölen, Bursa’da yanarak can veren kadın işçilerin çığlığını duymayan bir yürek nasıl bir anne sevgisiyle dolu olabilir? Çocuklarını göçüklerde kaybetmiş anneler çektikleri acılarla başbaşayken şu sözcükler de bizzat Erdoğan’a aittir; “Bunlar, maden işçilerinin kaderinde var.”

Çocuklarının kemiklerini toplu mezarlarda arayan annelerin yaşadığı bir ülkedir burası. On yıllardır hiç değilse çocuklarımızın bir mezarı olsun diyen anaları görmezden gelenlerin, körelen gözleri değil yürekleridir. Tüm bunlar sadece Erdoğan’ın şahsına münhasır gerçekler değildir. Yaşanan burjuva sınıfın refleksleri, duygu dünyasıdır.

Bu topraklarda öyle anneler yaşadı ve yaşıyor ki, çocuklarına duydukları sevgi tarif bile edilemez. Çünkü bu anneler aynı zamanda tarifsiz acıların da sahibidirler. İdam edilen devrimcilerin, çocukları işkence gören, devlet güçleri tarafından öldürülen, yakılan, asit kuyularına atılan, toplu mezarlara gömülenlerin anaları yaşamaktadır bu ülkede.

Bu ülke, aydınlık geleceğin, umudun, direncin sembolü olmuş “Cumartesi Anneleri”yle, saçlarına yıldız düşmüş tutsak analarıyla ünlüdür. Bu annelerin “ana yüreğinin” nasıl yandığını bu yangına sebep olanlar asla bilemezler. Ölüm orucunda şehit düşen kızının fotoğrafını taşıyan annelerin 5 yılla yargılandığı bir kara parçasıdır burası. Devrimci analarına tarifsiz acılar ve kederler yaşatanlar, yüreklerinde yangınlar çıkaranlar bu öfkeyi asla dindiremezler.

Tutsak çocuğunu birkaç dakikalığına görmek için gittiği hapishanede tüm sevgisini, tüm duygularını bildiği üç Türkçe kelimeye, “Kamber Ateş nasılsın”a sığdırmak zorunda kalmanın ne demek olduğunu en iyi Kürt anneleri bilebilir.

Yine bu ülkede annelerine olan sevgilerini; “Geride masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem. Bağışla beni güzel annem. Oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana. Elleri değsin istemedim. Gözleri değsin istemedim. Ağlayıp koklayacaktın. Belki bir ömür taşıyacaktın koynunda” diyerek gösteren devrimciler yaşamaktadır.

Yazılan son mektupların yıllarca anne ve babalara verilmediği, acının ve öfkenin birlikte yoğrulduğu bir coğrafyadır burası.

Son olarak Mukaddes Gezmiş, Naciye Çayan, Mediha Kaypakkaya, Nazife Cemgil, Kebre Doğan, Gevhel Çiftçi şahsında tüm devrimci analarına sözümüz var; “Bekleyin bizi. Bir sabah çıkageliriz. Acınızı süpürmek için açtığınızda kapınızı”, çocuklarınızın “adı başka sesi başka, nice yaşıtı, koynunda çiçekler, çiçekler içinde yeni bir ülke getirecekler” size.

Ve “yüreği avucunda koşan her bir anneye”, verilebilecek en güzel anneler günü hediyesi olarak “tepeden tırnağa oğula ve kıza kesmiş bir ülkeyi armağan” edeceğiz.

 

 

 

Devrimci önderleri anmak suç

Yargı iki ayrı davada devrimci önderleri anmayı suç saydı.

Dersim’in Hozat ilçesinde 2007 yılında gerçekleştirilen Grup Yorum konserinde “Mahir, Hüseyin, Ulaş kurtuluşa kadar savaş!”, “Devrim şehitleri ölümsüzdür!”, “Tutsaklar onurumuzdur” sloganlarını atan Mesut Geyik, Emrah Sarıtaş ve Sinan Yıldırım isimli üç gencin 10’ar aylık hapis cezası Yargıtay tarafından onaylandı.

Hozat Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı polislerin kamera kayıtlarından yola çıkılarak başlatılan soruşturmada gençlerin DHKP/C’nin propagandasını yaptıkları iddia edilmişti. Malatya 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada mahkeme heyeti; üç genci ‘terör örgütü propagandası yapmak’tan suçlu bulmuştu.

Adana’da da 9 Mayıs 2009 tarihinde gerçekleştirilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı anma etkinliğine katılan 6 kişiye hapis cezası verildi. 10 Ekim günü görülen duruşmada mahkeme, eyleme katılan 6 kişiye 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na muhalefet etmekten 18’er ay hapis cezası verdi. Mahkeme, “5 yıl içinde aynı suçu tekrar işlememek kaydıyla” verdiği hapis cezalarını erteledi.


2 Temmuz anmasına dava

2 Temmuz Sivas anmasıyla ilgili tertip komitesine dava açıldı.

Sivas’ta Madımak Oteli’nin önünde, katledilen aydın ve sanatçıları anmak için yapılan 2 Temmuz eylemine azgınca saldıran devlet şimdi de tertip komitesine dava açtı. Sivas Sulh Mahkemesi’nde açılan davanın gerekçesi ise 2911 sayılı Gösteri ve Yürüyüş Kanunu’na muhalefet. “Polise mukavemet” ve “izin olmayan yerde gösteri yapmak” suçlamalarıyla açılan davanın yanısıra otelin önünde gösteri ve anma yapılması da yasaklandı. 2 Temmuz Anma Komite Başkanı ve Eğitim-Sen Sivas Şube Başkanı İbrahim Erdoğan ise bu tür yaklaşımların önümüzdeki senelerdeki anmaları etkilemeyeceğine dikkat çekti.