13 Kasım 2020
Sayı: KB 2020/Özel-22

Haklarımıza ve geleceğimize sahip çıkalım!
Çürüyen düzenin aynasında burjuva siyaset
Din taciri rejimin “fikri iktidar” arayışı
Pervasızlığın dipsiz çukurundalar!
Yandaş medyanın Amerikan seçimleri tutarsızlığı
Eğitimde kaos büyüyor...
Sermaye iktidarı fonlarla emekçileri soyuyor!
Ücretsiz izin saldırısını püskürtmek için direnmeliyiz!
“Önlem” adına esnek çalışma dayatması
Kadınların ödediği fatura büyüyor!
Türkiye Komünist Partisi üzerine konuşma
Canice aptallık - G. Safarov
ABD seçimleri üzerine
Şili halk hareketi, dersler ve güncel görevler
Irkçılık ve “İslamcı terör”
Alaattin yoldaşa…
Devrimci tutsak Elif Alçınkaya’dan…
“Kafala sistemi” ve Kadirova cinayeti
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Pervasızlığın dipsiz çukurundalar!

 

İzmir depreminin üzerinden günler geçti. Depremde en az 115 insan hayatını kaybetti, bini aşkın insan ise yaralandı. Kurtarma çalışmalarının sonlanmasıyla “mucize” haberleri sona erdi ve yaşanan facianın nedenleri üzerine sorular daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Deprem vergilerinin nerede olduğu, emekçilerin neden bu “kader”e mahkûm edildiği, denetimlerin neden yapılmadığı vb. sorular öne çıkmaya başladı.

Toplumsal dayanışmanın yükseldiği bu süreçte dahi doğal afetten politik rant devşirmeye uğraşan, düşmanlığı körüklemeye çalışan dinci-faşist iktidarın bu sorulara verebileceği makul bir yanıt bulunmuyor. Deprem vergileri sorulduğunda “duble yollar ne ile yapıldı sanıyorsunuz” cevabını verme aymazlığını gösteren, deprem toplanma alanlarına bile AVM diken, müteahhitler çetesini palazlandıran AKP, her çıkışsızlığında olduğu gibi yine muhalefete yükleniyor. Yıllardır iktidarda olan kendisi değilmişçesine AKP şefi pervasızca sağa sola saldırıyor. Oysa bizzat kendisi İstanbul için “Biz bu kente ihanet ettik” sözleriyle, gerçekleştirdikleri talanı itiraf etmişti.

Bugün derinleşen açmazlarının etkisiyle, depremin yol açtığı yıkımdaki sorumluluklarını örtbas etmeye çalışan Erdoğan, İzmir Depremi’nin yarattığı yıkıma karşı 1939’da gerçekleşen Erzincan Depremi’ni örnek gösterdi. “Erzincan Depremi sırasında CHP sözcüsünün dedesi İçişleri Bakanı’ydı” diyerek yine kitlelerin aklıyla alay etti. Tıpkı Soma Katliamı’nın ardından, 1800’lerde Avrupa’da meydana gelen maden kazalarını örnek vermesi gibi...

Konuşmasının devamında “CHP, bu depremde enkaz altında kaldı” diyen Erdoğan “yatay mimariyi” savunduğunu da iddia etti. Oysa İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı olduğu 1994’ten bu yana İstanbul’da yüksek binaların hem sayısı hem de yükseklik ortalaması arttı. İnşaat alanında küresel bir kaynak olan Emperos’un verilerine göre, AKP’li belediye başkanlarının yönetimde olduğu 14 yıllık dönemde İstanbul’da 1.075 adet “47 metre veya daha uzun” bina yapıldı. AKP öncesi 80 yıllık zamanda bu sayı 2.023 idi.

Suçlu hep emekçiler!

Erdoğan yaptığı açıklamalarla kendilerini aklamaya çalışırken, başta faşist şef Devlet Bahçeli olmak üzere iktidarın diğer sözcüleri bu rezilliği bir üst boyuta taşıdılar. Depremin yol açtığı yıkımın suçunu yine emekçilere yüklemeye kalktılar. Bahçeli İzmir depremi üzerine yaptığı konuşmada “Keşke çürük binalarda oturulmasaydı...” dedi. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum “Riskli binalarda oturmayalım” çağrısı yaptı. AFAD başkanı Mehmet Güllüoğlu “Sağlam bina hayat kurtarır” diyerek, emekçilere sağlam binalarda oturmalarını tavsiye etti. Mersin Akdeniz Belediyesi’nin AKP’li başkanı Mustafa Gültak ise, “Her şeyi devletten beklemeyin, biraz para verip sıfır ev alın” dedi.

Yağma, talan, soygun ve rant düzeni kurarak açlık, yoksulluk ve işsizlik belasıyla emekçilerin yaşamını cehenneme çevirenler, kağıttan kuleler gibi yerle bir olan apartmanlara “sağlam” belgesi verenler bunları söylüyorlar.

Bu sözler, toplumsal meşruiyetini kaybeden, tabanını tutabilmek için kin ve nefret pompalamaktan başka yol bulamayan AKP-MHP blokunun aczini gösteriyor. Dinci-faşist rejim çarpıtma ve yalanlarla politika üretme çabasından vazgeçmiyor.

Pandeminin derinleştirdiği ekonomik krizin yükü sırtına yıkılan, bir yandan salgınla diğer yandan açlık, yokluk ve işsizlikle mücadele etmek zorunda bırakılan, doğal afetler karşısında ölümü “kader” görülen işçi ve emekçiler bu yalan rüzgarına daha fazla katlanmamalıdır. Yaşam alanlarımızı talan eden, emeğimizi azgınca sömüren, ülkemizin tüm kaynaklarını sınırsızca yağmalayan, ölümü ise “kader-fıtrat” olarak göstererek bizimle alay eden iktidara karşı birlik olup haklarımızı, onurumuzu, geleceğimizi savunmalıyız. Unutmayalım ki, iktidara bu cüreti veren bizim yalnızlığımız ve sessizliğimizdir. Haklarımız için birlik olup ayağa kalktığımızda, arsızlıkta ve yalancılıkta sınır tanımayan bu düzenin efendileri ile onların siyasi temsilcilerini tarihin çöplüğünü göndermeyi başarabileceğiz.

Y. Zehra

 

 

 

 

 

Yaşanabilir dünya için tek yol sosyalizm!

 

‘99 Marmara Depremi, Van, Elâzığ, İzmir depremleri ve daha niceleri… Doğal afet olan deprem, daha fazla kâr ve rant uğruna insan canının hiçe sayıldığı kapitalist sistemde yıkıcı bir felakete dönüşüyor. Rüşvet ve yolsuzluğa batmış sermaye devleti, sermayenin kâr mantığına uygun rantçı ve talancı zihniyetiyle hiçbir yasa, yönetmelik vb., tanımıyor. Deprem için gerekli önlemleri almayan sermaye iktidarı, ‘99 Marmara Depremi sonrası toplanan 35 milyar dolar tutarındaki deprem vergisini ise rant ve talan uğruna harcıyor.

***

Depremin yaşandığı bölgelere giden devlet bürokratları, timsah gözyaşları eşliğinde şov yapıyorlar. Öyle ki, İzmir depreminde Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli enkaz halindeki bir evin üzerine çıkarak, enkaz altında kalan birisiyle konuşan görevlinin elinden telefonu alıp konuşabiliyor.

Dahası, depremin ağır faturasının sorumluluğunu, yani kendi sorumsuzluklarını topluma yüklüyorlar. AKP’li Mersin Akdeniz Belediyesi Başkanı Mustafa Gültak, emekçileri “sığındıkları eve baktırmamak”la suçlayıp,“Her şeyi devlet mi yapacak? Cebimizden de biraz para verip sıfır bir ev alacağız” deme arsızlığını gösterebiliyor.

AKP şefi Erdoğan ise son derece gülünç rakamlar olan “devletin yaptığı yardımlardan” övünçle bahsediyor. Tıpkı Elazığ depreminde yıkılan binaların yenilerini yapacakları sözünü verdiği gibi İzmir’de de aynı sözü veriyor. Ancak verilen sözlerin tutulmadığı ortada. Elazığ Depremi’nin üzerinden yaklaşık 9 ay geçmesine rağmen 5 bin 24 deprem konutundan sadece 446’sı depremzedelere teslim edildi. Hala binlerce kişi çadır ve konteynerlerde yaşıyor.

Başta Erdoğan olmak üzere sermaye iktidarının sefahat içerisinde yaşayan şefleri, depremin yıkıcı etkilerinin sorumluluğunu halka yüklemeye çalışıyorlar. Oysa deprem gibi doğal afetlerin yıkıcı sonuçlar yaratmasının önüne geçmek, bunun için gerekli tedbirleri almak bizzat siyasal iktidarların sorumluluğudur. Örneğin, binaların sağlamlığının ölçülmesi, deprem toplanma alanlarının gerekli donanıma ve koşullara sahip olması, en önemlisi de deprem önlemleri için gerekli bütçenin ayrılması gerekmektedir. Ancak depreme bütçe ayırmak bir yana toplanan deprem vergilerinin nereye harcandığı dahi bilinmemektedir. Deprem için gerekli önlemler alınmadığı gibi, imar afları çıkarılarak, çürük binalara “hasarlı olmadığı” belgeleri verilerek, deprem toplanma alanları imara açılarak vb., emekçilerin yaşamı hiçe sayılmaktadır.

Yağma ve rant uğruna uygulanan politikalar depremin ardından da yeni örneklerle sürüyor. Örneğin İzmir depremi sonrası oluşturulan hasar tespit birimlerinde yer almak isteyen İzmir TMMOB, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İzmir İl Müdürlüğü tarafından reddediliyor.

Türkiye’de yaşanan her ciddi deprem öncesi ve sonrasında bilim insanlarının ihmallere ve yapılması gerekenlere dikkat çeken açıklamalarına kulak tıkanıyor. Böylelikle her depremde aynı yıkım yaşanıyor.

Sermayenin sınırsız birikimine, doğanın talanına ve insanın sömürüsüne dayalı kapitalist sistem var olduğu sürece, her doğal afetin birer büyük felakete dönüşmesi tehdidiyle karşı karşıya olacağız. Depremlerin öldürmediği, doğanın yıkıma uğratılmadığı, insan yaşamının merkeze konulduğu bir sistem yaratmak tek çıkış yolumuz. Böyle bir yaşam ancak sosyalizmde mümkündür. Ancak sosyalist toplum düzeni yaşanabilir bir dünya yaratabilir.

P. Sevra