26 Ağustos 2016
Sayı: KB 2016/32

Özgürlük devrimde, barış sosyalizmde!
AKP’ye uyumlu ve ayarlı bombalar
Haklarımız ve geleceğimiz için mücadeleye
Basın özgürlüğü yalnız düzenin kalemşorları için…
OHAL’de fırsatçılığa devam!
Tarihten bugüne NATO ve Türkiye gerçeğine dair…
ABD ve Türk sermaye devletinin Cerablus seferi üzerine
Emperyalizme hizmet halklara düşmanlık bakidir
Biden ve Yıldırım’dan “ilişkileri onarma” vurgusu
TKİP V. Kongresi sunumlarından... Gençlik çalışmamızın sorunları
Direnmeyi seçmeyenler teslimiyete yürürler
Sermaye-hükümet-Türk Metal ittifakı iş başında!
Japon sömürü teknikleri
“Kaybedecek neyimiz kaldı!”
“Mezarda emeklilik”ten “bireysel emeklilik” yalanına
1900-Novecento
Kapitalizm ve çocuk
Sosyal-demokrat hükümetler ve günümüzdeki rolleri
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Tarihten bugüne NATO ve Türkiye gerçeğine dair…

Z. Kaya

 

15 Temmuz darbe girişiminin ardından sermaye devleti kendi içindeki güç odaklarının iktidar kavgasının enkazını kaldırmaya çabalamaktayken, diğer yandan geçtiğimiz haftayı, burjuva kodamanların ve AKP hükümetinin dilinden ABD-NATO karşıtı söylemleri sıkça duyarak geride bıraktık. “NATO’dan çıkılır mı?”, “ABD ile ilişkiler kesilir mi?”, “Yüzünü Rusya’ya dönen ‘yeni’ Türkiye” soruları ve tartışmaları ekranlarda genişçe yer kapladı. Kitleler nezdinde katliamlarla, savaşlarla özdeşleşen NATO’dan çıkış tartışmalarının dahi yapılıyor olması özellikle ulusalcı sol çevrelerde “büyük bir sempati” yaratsa da Türk sermaye devletinin ne böyle bir gayesi ne de bunu yapabilecek sınıfsal konumu vardır. Bir kez daha 15 Temmuz darbe girişiminin ardından önce “mazlum”u, sonra ise “kahraman”ı oynayan ve kitleleri arkasına alabilmek için dini duyguları istismar eden AKP hükümeti, bunu perçinlemek için milliyetçiliği de azdırmaktan başka bir şey yapmadı.

15 Temmuz darbe girişiminin emperyalist güçlerle ilişkiler kapsamında salt ortaya çıkardığı dönemsel sonuçlara odaklanmak, burjuva siyasetinin kirli sokaklarında beyhude dolaşmak demektir. Emperyalist güçlerin askeri kanadı olan NATO’nun ortaya çıkış sürecine ve NATO-ABD ile ilişkilerin temeline eğilmeden Türkiye’nin ABD emperyalizmine ve onun aracı NATO’ya olan bağımlılığını ve dönemsel çıkmazların ani patlamalarının sabun köpüğü misali gelip geçiciliğini anlamak imkânsızdır.

NATO: Sovyet “tehlike”sine karşı askeri kalkan

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın insanlığa vurduğu ve vuracağı ketlere son veren Sovyetler’in dünya halklarının gözünde sağladığı saygınlık ve devamında dünya halklarının Sovyetler’in öncülüğünde sosyalist iktidarlara verdiği destek, emperyalist kampta doğan büyük korkunun ana sebeplerindendir. Dönemin ABD Başkanı Truman’ın 12 Mart 1947’de Amerikan Kongresi’ne sunduğu ve “Truman doktrini” diye anılan açıklama ile zemin taşları döşenen bu korkunun itilimiyle soğuk savaş başlatılmıştı. Dönemin ABD Ticaret Bakanı Hariman’ın sözleri ile “Sovyet saldırısı ‘Hitler’den daha büyük bir tehlike”ydi. Bu “tehlike”ye karşı, "ABD’nin silahlı bir azınlık ya da dış baskılarla boyunduruk altına alınmaya karşı koyan özgür halkları destekleme siyaseti" yürüteceğini ilan eden, maddi, sivil ve askeri yardım taahhütleri veren doktrinle, iki karşıt kamp arasındaki savaş ilanı açıklanmış oldu. “Komünizmle mücadele” ve “Sovyetler’in yayılmacı politikalarına karşı duruş” maskeleri arkasında ABD’nin kendine biçtiği rol uluslararası dünyanın bekçiliği oldu.

Truman Doktrini’ni maddi anlamda tamamlayan ise Marshall Planı oldu. Yardım adı altında iktisadi bağımlılığı derinleştiren ve bu temel üzerinden siyasal bağımlılığı perçinleyen Marshall Planı İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın ardından Batı Avrupa ülkelerine uzatılan sopanın ucundaki havuç görevini gördü.

Truman Doktrini ve Marshall Planı’nın siyasi sonuçları çok geçmeden kendini gösterdi. Ekonomik bağımlılığın yarattığı siyasi bağımlılıkla kendi kampına yeni güçler katan ABD emperyalizmi, askeri açıdan da sonuç almak istiyordu. Böylece Sovyetler’e karşı “anti-komünist” kampın son ve en ileri adımı olarak askeri aşama tamamlandı. “Tehlike”ye karşı oluşturulan kalkan NATO anlaşması 18 Mart 1949’da yayınlanarak kuruldu.

Kalkandan mızrağa NATO, emperyalist güçlerin hizmetinde!

“Anti-komünizm” sosuyla kitleler önüne çıkan NATO’nun üzerinde yükseldiği temelin harcında, emperyalist güç odaklarının ABD emperyalizmi çevresinde bir araya gelerek, kendi sömürü ve talan üzerine kurulu sistemlerinin bekasını sağlamak vardır. NATO, kendi başına bir dizi ülkenin askeri dayanışma örgütü değil, anti-komünist kampın dönemin siyasal ve sosyal dokusundan faydalanarak emperyalist çıkar odaklarının çok yönlü ihtiyaçlarının bir parçası olarak kurdukları askeri vurucu güçtür. İşte bu sebepledir ki Sovyetler’in çöküşünün, Varşova Paktı'nın dağılmasının ve burjuva ideologlarının kapitalizmin “ebediliğini” ilan etmelerinin ardından dahi NATO, işlevselliğini yitirmemiş, aksine emperyalist çıkarların vurucu gücü olarak yeni misyonlarla büyümeye devam etmiştir. Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın şu sözleri NATO’nun misyonuna ışık tutmaktadır:

Dünün NATO’su, üyelerinin sınırlarına yapılacak bir askeri saldırıya karşı onların güvenliğini sağlamaktaydı. Yarının NATO’su bu görevine devam etmekle birlikte sınırlarımızın ötesinden gelebilecek tehditlere karşı da görev yapacaktır. Bunlar kitle imha silahlarının (KİS) yaygınlaşması ve etnik şiddet ve bölgesel çatışmalardır.”

NATO, karakteri ile tam uyum içerisindeki yeni misyonuna uyum sağlamakta hiç zorlanmadı. Eski Sovyet devletleri NATO bünyesine dahil edildi. İktisadi ve siyasal bağımlılık perçinlendi. 11 Eylül 2001 saldırısının ardından ise aranılan fırsat doğdu veya doğurtuldu. Dünya jandarmalığını üstlenen NATO, sınırlarının dışına çıktı; Afganistan ve Irak’ta “terörü bitirmek”, bu ülkelere “demokrasi” getirmek üzere işgallere ve katliamlara girişti. Ortadoğu’nun yeraltı zenginliklerini* kontrol altına almak adına yürüyen bu savaşta, her ne kadar ABD ve onun güdümündeki NATO bir bataklığa saplanmış olsalar da NATO aracılığı ile sağlanmaya çalışılan egemenlik, pratikte kendisini açıkça ortaya koymuş oldu.

Türkiye’nin NATO’ya üyelik aidatı: Kan!

Türk sermaye devleti, NATO’nun kuruluşundan üç yıl sonra NATO üyesi olmuştur. Sovyet “tehlike”si ve NATO’nun AB’ye giriş vizesi olarak değerlendirilmesi gibi siyasal nedenlerle birlikte NATO’ya girişte hiç şüphesiz emperyalist-kapitalist dünya içerisinde uyumla yer almaya çalışan genç Türkiye’nin iktisadi olgularının itilimi vardır. Çok partili parlamenter sisteme geçen, “demokrasi”yi kurumlaştıracağını yedi düvele ilan eden tekelci sanayi sermayesi, ’60-’71 darbeleri ve nihayetinde ’80 darbesi ile ülke içinde kaynakları kendi çıkarları doğrultusunda engelsizce kullanabilmek ve neo-liberal politikaları uygulayarak sistemin işlevli bir parçası olmak için yaptıklarının ilk adımlarını 1940’ların sonu ve 1950’lerde atmıştır. Bu adımlardan biri de NATO’ya üyeliktir. Üç yıl boyunca üyeliğe direnen NATO’ya aidat kanla ödenmiştir. Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi NATO’nun kapılarını Türkiye’ye açmıştır.

Anlaşmayı kanla imzalayan Türk sermaye devleti için NATO üyeliği kendi sınıfsal konumu için vazgeçilmez bir eşiktir. Gelinen yerde ise ABD/NATO ile çok yönlü bağlarla sımsıkı bağlıdır.

AKP hükümeti: NATO’ya tam sadakat!

Üyeliğinden bu yana NATO’ya kusursuzca hizmet eden Türkiye 2003 Irak tezkeresine “hayır” oyu verme taktik “hata”sına düştüğünde ise başına çuval geçirilerek hizaya getirilmiştir. Kıbrıs krizi, NATO’nun Türkiye’nin “terör” sorunlarını merkezi olarak gündeme almayışı, Suriye’ye dair siyasal ve askeri müdahalelerde dikkate alınmayışı vs. gibi ayrım noktalarındaki çatlak sesler, büyüklerine küsmüş bir çocuğun milli-dini duygularının mazlum halklar nezdinde istismarı ile oy devşirme manevraları adına mızmızlanmalarıdır. Tersinden bu sıralar sıkça dillendirildiği gibi Türk sermaye devletinin “onurlu dış politikası” ile yakından uzaktan alakası olmadığı gibi, emperyalist kapitalist sisteme göbekten bağımlı kapitalist ülkelerin bağımlılık ilişkilerine de ışık tutmaktadır.

AKP hükümetinin iktidarda olduğu dönem boyunca 2003 Irak tezkeresi dışta tutulursa NATO’ya hizmette kusur edilmemiştir. ABD’nin Ortadoğu’daki mızrağı olan NATO’nun “mızrak ucu” görevine tayin edilen Türkiye, bu görevi büyük bir "onurla" karşılamış, gereğini yerine getirmiştir. Bu “başarılı” işlerinin bir sonucu olarak ise dış politika çerçevesinde görünüşte ABD, NATO ve İsrail’le Suriye, YPG vs. konularda ayrımlar yaşasa da özünde emperyalist odakların çıkarları doğrultusunda hareket etmeye devam etmiş, parçası olduğu bütünü unutmamıştır. Yine de son darbe girişiminin de gösterdiği gibi “şımarıklığının” bir bedeli de olmuştur. AKP hükümeti cephesinden Suriye’de Esad’lı geçişe yeşil ışık yakılması bunun göstergesidir.

NATO’dan çıkmak!..

Bugün bulanık sularda balık avlanmaya çalışılmaktadır. Ancak gerçekler inatçıdır. NATO ve ABD ile ilişkilerin gerildiği ve kesilebileceği tartışılırken, gerisin geri ABD’nin çizgisinde açıklamaların yapılması, emperyalist kapitalist dünya sisteminin gerçeklerini anlatmaktadır. Emperyalist sisteme göbekten bağlı kapitalist bir Türkiye için başka türlü düşünmek mümkün değildir. Sular durulmaya yüz tutmuş, güç ilişkileri eskisinden daha kuvvetle kurulmaya başlanmıştır.

NATO’dan çıkmak, ABD emperyalizmi ile ilişkileri kesmek ne AKP hükümetinin ne de başkaca bir burjuva partisinin harcıdır. Burjuvazi bindiği dalı kesemez. NATO’dan çıkmak, emperyalist güçlerle iktisadi, siyasi ilişkileri kesmek ancak ve ancak sosyalist bir devrim ile mümkündür. Ancak sosyalist bir devrim içeride kapitalist sistemin alaşağı edilmesi ile birlikte emperyalistlerle olan kölece bağımlılık ilişkilerine son verebilir.

Bunun için anti-emperyalist mücadeleyi yükseltmek, sömürü ve talan üzerine kurulu kapitalist sisteme karşı mücadeleyi onun parçası olduğu emperyalist sisteme karşı mücadeleyle birleştirmek gerekmektedir. Türk sermaye devletinin dönemsel çıkarları doğrultusunda sözde emperyalist güç odaklarına yükselttiği sesin iç yüzünü kitlelere anlatmak ve anti-emperyalist mücadeleyi devrimci bir perspektifle örmek günün yakıcı görevidir ve sınıf devrimcilerinin omuzlarındadır.

* Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP) olarak bilinen BOP (GOP) ülkelerinin sahip oldukları enerji kaynakları dünya üzerindeki enerji kaynaklarının %75’ini oluşturmakta ve bunların %65.8’i ise Ortadoğu’da bulunmaktadır.

 

 

 

 

Emperyalist-kapitalizmde barış gerçekleşmez

 

Dünya Barış Günü’nü Türkiye ve KKTC 1 Eylül’de kutluyor. Birleşmiş Milletler ise 21 Eylül’de kutluyor. Oysa 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak kabul eden de aynı BM idi. 1 Eylül 1939’da faşist Alman ordusu Polonya’yı işgal etmiş ve 2. Dünya Savaşı başlamıştı. Savaş sonrası kurulan BM, 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak kabul etti. Ama aynı BM 1981’de Eylül ayının 3. Salı’sı, 2001’de ise 21 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak belirledi. Türkiye ve KKTC 1 Eylül’de kutlamaya devam etti.

BM’nin niye tarih değiştirdiğinin nedenleri açıklanmıyor. Herhalde barışın kapitalizmde yalan olduğunu onlar da biliyor, bu yüzden bir yalanın tarihini değiştirmekte çekince duymuyorlar!

Dünya Barış Günü 21 Eylül’de 1 günlüğüne de olsa silahların patlatılmadığı söyleniyor. Bu yalanı doğru kabul etsek bile, savaş sadece silahların karşılıklı patlatılması değil ki. Savaşta taktik hileler de yapılıyor. Hiçbir şey yapılmasa, sadece silahlar temizlense bile, bu, savaş hazırlığı olduğu için barıştan 1 günlüğüne bile söz etmek kocaman bir yalan olur. İşte egemenler bu yalanı söylüyorlar...

Kapitalizm savaş demektir!

1. Emperyalist Paylaşım Savaşı başında 2. Enternasyonal dönekleri “anayurt savunması” söylemiyle emperyalist savaşa yedeklendiler. Bu hain politika, Alman işçi ve emekçilerin Fransız ya da başka ülke işçi ve emekçilerine silah sıkması anlamına geliyordu. Lenin bunun ihanet olduğunu açıkça söyledi ve işçi ve emekçilerin silahlarını kendi egemen sınıflarına çevirmelerini istedi. Çünkü zorla asker üniforması giydirilen işçi ve emekçilerin başka ulustan kardeşlerine silah sıkması kapitalizmin çıkarınadır. Kapitalizm ise savaş demektir.

Çünkü kapitalistin varlığı artı değer sömürüsüne, anlaşılır bir ifadeyle söyleyelim, kâra dayanır. Emperyalizmde kapitalistlerin varlık koşulu “daha, daha çok kâr”dır. Kâr elde etmesi için sömürüyle ürettiği “ürünü” satması, satmak için de pazar bulması gerekir. Daha geniş pazar, daha çok “ürün” satması anlamına geldiğinden, emperyalistler her zaman daha geniş pazara hakim olmaya çalışır. Bütün emperyalistler pazar için sürekli savaşım halindedir. Ama özellikle ekonomik krizleri derinleştiğinde bu paylaşım savaşı, silahların dilini kullanmaya başlar. Emperyalistler “vatan, millet, Washington” derler ama kendileri savaşmaz. Savaşı başlatan onlardır ama cephelere gidip ölen-öldürenler, asker üniforması giydirdikleri işçi ve emekçilerdir. Bir ülke galip geldikten sonra kapitalizmde geçici bir süreliğine barış olur. Ama paylaşım savaşı hâlâ sürer. Gün gelir bu paylaşım savaşı, yine silahların diliyle sürer, işçi ve emekçiler ölmeye devam eder.

2. Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan sonra 3’üncüsü olmadı. Ama savaşlar bitti mi? Bugün Suriye’de süren savaş (Suriye son örnek, bunun dışında pek çok savaş oldu ve oluyor) savaşların bitmediğini gösteriyor. Suriye’deki savaş ise Rusya ve ABD’nin emperyalist paylaşım savaşından başka bir şey değil. 3. dünya savaşı da artık dillendiriliyor. Emperyalist-kapitalizmde bölgesel savaşlar hiç bitmiyor ama 3. dünya savaşının başlaması potansiyel olarak hep var.

Barış sosyalizmle gelecek!

Kapitalizmde savaşı zorunlu kılan neden, daha çok pazara hakim olma ihtiyacıdır. Sosyalizmde ise kâr için pazar arayan burjuvazi iktidardan alaşağı edilip işçi sınıfı iktidara geçecek ve sömürüyü ortadan kaldıracaktır. Üretim kâr için değil, toplumun ihtiyacına göre yapılacaktır. Bu durumda pazar diye bir kavram dahi kalmayacak. Pazara ihtiyaç yokken, pazar paylaşım savaşı da ortadan kalkacaktır. Barış sadece bu koşullarda, yani sosyalizmde kalıcı ve gerçek olacaktır.

Komünistler Türkiye’de 1 Eylül’de, dünyada 21 Eylül’de barış için alanlara çıkmalı, kapitalizmin savaş olduğunu, barışın sosyalizmle geleceğini haykırmalıdırlar.


 
§