01 Mart 2013
Sayı: KB 2013/09

 Kızıl Bayrak'tan
İmralı heyetinin ardından
Almanya Başbakanı Merkel’in Türkiye ziyareti
Türk Metal’in arsızlık “Vardiya”sı
Kamu TİS’leri yaklaşırken
Berfo Ana 105 yaşında hayatını kaybetti
İnkar, asimilasyon ve imha saldırıları
Polis copu, gaz bombası, işkenceler,
yargısız infazlar
Büro emekçileri
hakları için grevdeydi
Kamu emekçileri
kurultayda buluştu!
Suçları sendika yönetimine girmeye çalışmak!
İşçi ve emekçi eylemlerinden
Kartal Belediyesi işçileri kazandı
Kurultay çağrısı büyüyor

Önderlik, örgüt ve
kadro sorunları

Devrimci Kadın Kurultayı Sonuç Bildirgesi
Devrimci Kadın Kurultayı tebliğleri - 3
Manisa’da 8 Mart etkinliği
Suriye’de yıkıcı savaştan çıkış arayışları
Militan kitle hareketinde güçlenme eğilimi
Gerici cepheden
savaşı Lübnan’a taşıma girişimleri
Burjuvazi kriz karşısında çözümsüzdür!
Devrimci baharı kazanmak için ileri
Doğaya ve yaşama sahip çıkalım!
Gerçeği derinliklerinde,
ölümü yüzeyinde bir tarih
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Berfo Ana 105 yaşında hayatını kaybetti...

Ahı yerde kalmayacak!

 

12 Eylül askeri faşist darbesinden hemen sonra gözaltına kaybedilen Cemil Kırbayır’ın annesi Berfo Ana, 105 yaşında hayata gözlerini kapattı. 33 yıl boyunca oğlunu arayan Berfo Ana’nın ölümü bir kez daha sermaye devletinin kaçırıp kaybettiği insanları akla getirdi. Daha önce yine 12 Eylül döneminin ilk kayıplarından olan Hayrettin Eren’in babası Kemalettin Eren de kayıp oğlu için 31 yıl mücadele ettikten sonra hayatını kaybetmişti.

İnsan hakları savunucularının araştırmalarına göre sermaye devletinin sınırları dahilinde halen 1250 civarında gözaltında kayıp ve 17.500 faili meçhul cinayet aydınlatılmayı beklemektedir. Tespit edilmiş toplu mezar sayısı 253’tür. Bunlardan sadece 29’u açılmış ve toplu mezarlarda 3248 kişinin olduğu tahmin edilmektedir. Tüm bu bilgilere insan hakları örgütlerinin sınırlı imkanlarla ulaştığını ve raporlara dökebildiğini düşünecek olursak kayıpların bilinenden çok daha fazla olduğu anlaşılacaktır. Ayrıca resmi literatüre “ölü ele geçirilenler”, “hücre evlerinde dur ihtarlarına silahla karşılık verenler”, “emniyet pencerelerinden atlayarak yahut da tutuldukları hücrelerde kendilerini asarak intihar edenler”, “merdivenden düşenler”, “kafalarını duvara çarpanlar”, “polislerin silahlarının yanlışlıkla ateş alması” ve “kaçarken vurulanlar” ise başka bir gerçekliktir. Yani devletin katliam çetelesi çok daha uzundur.

Gözaltında kayıpların en yoğun yaşandığı dönem ise ‘90’lı yıllar olmuş ve özellikle 1994 yılında artış göstermiştir. Sonraki yıllarda ise devrimciler ve yurtseverler devletin atış menzilinin içinde olmaya devam etmişlerdir. Daha da ötesi bu tarihten sonra infazlar eskisi gibi sürerken artık neredeyse 12 Eylül’ü aratmayacak bir şekilde aleni yapılmıştır. Devlet kurşunlarının yaş ayrımı yapmadığı birçok Kürt çocuğunun katli ile açığa çıkmıştır. AKP hükümeti rastlantı sonucu bulunan kemiklerden bile “kararlı hükümet” izlenimi yaratmaya çalışırken, 2001’de Sîlopi’de kaybedilen HADEP Sîlopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ve İlçe Yöneticisi Ebubekir Deniz’in akıbeti AKP’nin de kendinden öncekilerden farksız olduğunu göstermektedir. Tanış’a “ya bu işi bırakın ya da seni öldürürüm” diyen dönemin Şırnak İl Jandarma Alay Komutanı emekli Tuğgeneral Levent Ersöz’e tek bir soru sorulmadığı gibi, Tanış ve Deniz’in gömüldüğü yeri söyleyen askerin ifadesi de yok sayılmıştır. Bugün Kürdistan’da toprak neresinden kazılsa içinden insan kemikleri çıkmaktadır. Garnizon bahçelerinden asit kuyularına ve daha birçok yere kadar her yer toplu mezarlarla doludur. Fırat’ın berisindeyse toplu mezarlar haritasında, kontrgerillanın “ölüm üçgenleri” bulunmaktadır.

Gözaltında kayıplar bir devlet politikasıdır

Tüm bu kayıpların bir devlet politikası olduğunu, her şeyden önce kaçırılıp kaybedilenlerin politik kimlikleri ispatlamaktadır. Sermaye devletinin gizli anayasasında bu politika karar altına alınırken, kontrgerilla tetikçilerini ise yine rejimin açık anayasası ve hukuku korumaktadır. Burjuva siyasetçilerse tetikçilerin her zaman arkalarında durarak, olası bir motivasyon eksikliğine mahal vermemişlerdir.

Hüseyin Toraman, 27 Ekim 1991 sabahı, pazar kahvaltısı için ekmek almak üzere evinden çıktıktan sonra, mahallelinin gözü önünde silahlı, telsizli, sivil giyimli kişiler tarafından 34 ATZ 56 plakalı bir araca bindirilerek kaçırılır. Olay üzerine çağırılan polis, kaçıranların da polis olduğunu anlayınca olaya müdahale etmez. Baba Ali Rıza Toraman olaya müdahale etmeyen karakol polisinin kaçıranların da polis olduğu yönündeki açıklamasını içeren ses kaydını dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’e verir. Sezgin, “Gözaltında olduğuna ve sorgulandığına ilişkin bir husus yoktur” der. Dönemin Başbakan’ı Süleyman Demirel de anne Hatice Toraman’a yine tarihe geçecek yanıtlar verir; “Ne yapalım, oğlun cebimde mi ki çıkarıp vereyim.” TBMM İnsan Hakları Komisyonu bünyesinde oluşturulan kurul ise olayın üzerine örten bir rapor hazırlar. Raporda oturduğu evdeki son kiracının Ermeni olmasına dayanılarak Toraman’ın Ermeni örgütleriyle bağlantısının olabileceği ve onlar kanalıyla yurtdışına çıkmış olabileceği yazılıdır.
1994 yılında Ankara emniyetinde gözaltına alınan ve işkencede öldürüldükten sonra cesedi kaybedilen Kenan Bilgin’in abisi ise o dönem İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Azimet Köylüoğlu’yla görüşür. Köylüoğlu, “yerin dibine de girse onu bulur çıkarırım” der. 3 gün sonra ise Bilgin’in abisine “sosyal demokrat” İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Köylüoğlu’nun yanıtı Demirel’den farklı değildir; “Kardeşine işkence yapmışlardır, öldürmüşlerdir. Atmışlardır bir yere. Ben de bulamam, haberim yok.”

Şubat 2010’da ise kayıp yakınları İHD yetkilileri ile birlikte Erdoğan’la görüşmüş, bunun üzerine Berfo Ana’nın oğlunun akıbetinin araştırılması için TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nda alt komisyon kurulmuştu. Demokratikleşme söylemini 12 Eylül’le hesaplaşma yalanıyla harmanlayarak ulaşılan “ileri demokrasinin” nimetlerini yaşamaya şu günlerde devam ediyorken, AKP hükümeti sorunları nasıl çözdüğünü bu konuda da göstermiştir. Oluşturulan komisyon raporu ile Cemil Kırbayır’ın gözaltında öldürüldüğü, ancak cenazesinin bulunamadığı belirtilmiştir. Kısaca “ileri demokrasi” işçi ve emekçilere, işlediği cinayeti itiraf edebilecek kadar cüretkardır. Roboski de bu cüretkarlığın bir eseridir. 

“Evladının kemiğini isteten sisteme lanet olsun”

Berfo Ana’nın cenazesinde konuşan kayıp yakınlarının şu sözleri ise oldukça anlamlıdır. Fehmi Tosun’un eşi Hanım Tosun: “Berfo Ana’ya söz veriyoruz ki kayıplar sahipsiz değildir hesabını soracağız.” Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak: “Biz birlikte çile çekiyoruz. İşkence görüyoruz. Gaz yiyoruz. Cop yiyoruz. Şimdi senin fotoğrafın da benim elimde. Gözün arkada kalmasın.” 12 Eylül faşist darbesinde kaybedilen Nurettin Yedigöl’ün kardeşi Muzaffer Yedigöl: “Analar artık yaşlanıyor. Başbakan onlara ‘evladınızı bulacağız’ sözünü verdi. Ne duruyorsun? Müslümanlıkta insanlara ızdırap çektirmek var mı?” Gözaltında kaybedilen Rıdvan Karakoç’un kardeşi Hasan Karakoç: “Kayıp ailelerine ‘Ben kaybettiğim kişinin kemiğini istiyorum’ dedirten sisteme lanet olsun!”

Kayıp yakınlarını bu kadar öfkeli konuşturan bu coğrafyada yaşanan gerçeklerin ta kendisidir. Berfo Ana’ya ölümünden hemen önce bile oğlu Cemil’in adını sayıklatan, son vasiyeti olarak, “eğer ölürsem Cemil’imin kemikleri bulunmadan beni toprağa vermeyin, beni Cemil’imin kemikleriyle birlikte gömün” dedirten sisteme duyulan bir öfkedir bu. Ancak bu öfke sadece ne devrimci Cemil Kırbayır’ın annesi Berfo Ana’ya ne de diğer kayıp ana ve babalarına aittir. Cemiller işkence tezgahlarında ya da karanlık uçurum kenarlarında şakaklarına soğuk bir namlu dayalıyken, kuşkusuz atılan o son slogandan ve söylenen o son marştan sonra annelerine atfen muhtemelen şu şiiri mırıldanmaktaydılar:

“Ah.. verebilseydim keşke
yüreği avucunda koşan her bir anneye
tepeden tırnağa oğula ve kıza kesmiş
bir ülkeye armağan.
Bekle beni anne bir sabah çıkagelirim.
Bir sabah anne bir sabah,
acını süpürmek için açtığında kapını,
adı başka sesi başka, nice yaşıtım,
koynunda çiçekler, çiçekler içinde yeni bir ülke getirirler.”

Berfo Analar elbette ömürleri boyunca çocukları için ya gelirlerse diye kapıyı asla kilitlemeyecekler, sofraya hep bir sandalye ve bir tabak fazla koymaya devam edeceklerdir. Tabakta yemek soğuyacak ancak devrimci analarının yüreği asla soğumayacaktır. Berfo Ana son vasiyetini tıpkı Cemil gibi kendi öz çocuklarına yani biz devrimcilere bırakarak aramızdan ayrıldı. Yazık ki Berfo Anamız’ın vasiyetini yerine getiremedik. O’nu, kemikleriyle bile olsa da çok sevdiği oğluyla birlikte gömülmesini sağlayamadık. Bu vasiyet de boynumuzda bir borç olarak kaldı. Ancak henüz hiç bir şey bitmedi. Ahı yerde kalmayacak. Biliriz ki:
“Saraylar saltanatlar çöker,
kan susar bir gün.
Zulüm biter, menekşelerde açılır üstümüzde,
leylaklarda güler.
bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır,
bir de yarınlar için direnenler...”

Ölümsüzlüğe uğurladıklarımıza ve o mezarsız neferlerimize; devrim, Berfo analarımıza ise armağan edeceğimiz “çiçekler içinde yeni bir ülke” sözümüz var. Unutmayacak ve unutturmayacağız!