02 Aralık 2011
Sayı: SİKB 2011/45

 Kızıl Bayrak'tan
Emperyalist saldırganlığa ve faşist teröre karşı mücadeleye!
Ülke toprakları komşu halklara saldırı üssü haline getirilemez!
Zulmünü arttırdıkça
çöküşü hızlanıyor!
KESK’lilere 156 yıl hapis
Özrü kabahatinden büyük olanlar, kanlı bir tarihi özürle temize çıkaramaz - H.Eylül
“Dersim özrü samimiyetsiz”
Genel Kurul öncesinde “Güç Birliği” sorgulandı
26 Kasım toplantısı ışığında Türk-İş Genel Kurulu
İnsanca yaşanabilir asgari ücret için mücadele saflarına!
İmpo işçisi kazandı
Mutlak sömürü, mutlak kölelik ve makinalaşan işçi - Volkan Yaraşır
Reformizm ve devrim
Mısır’da sınıflar
mücadelesinde yeni evre
Avrupa’da grev dalgası
Neo-Nazilerin arkasında Alman tekelci polis devleti var!
S21 karşıtı mücadelede referandum ve sonuçları üzerine...
Basel’de “İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği Gecesi"
Avukatlık mesleği piyasanın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendiriliyor!
Yine, yeni, yeniden: Yetkin mühendislik/1
Mücadele gününde kadınlar alanlardaydı
Yola çıkan taşlar ve yola koyulan “baş”lar - G. Umut
“Özel Yetkili mahkemeleri
boykot edebiliriz”
Zindan katliamına yalan perdesi!
Ekim Devrimi'nin ışığında mücadele çağrısı
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Yola çıkan taşlar ve yola koyulan “baş”lar – G. Umut

“...Kıskanıyorlar hepimizi kıskanacaklar

Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak

Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir…”

Edip Cansever

‘Yeni’ye olan özlemimiz her daim bir önceliği hak eder. Doğada ve toplumda eskiyerek de kıymetlenen birçok durum varolmasına rağmen bir şeyin eskimesi, tedavülden kalkmasına da yol açabilir. Bir orta nokta, durulan bir yer yoktur aslında, ya geri ya da ileri. Geleceğe kalamayan ya da evirilip de tortusunu bırakan, hep aşılması gereken bir durumdur. Bu bir insanın iç duygularında ve alışkanlıklarında da olabilir, bir tarihsel aşamada da.

Eski ve yeninin savaşımı hayatın her alanında adını ve konusunu farklılaştırarak karşımızda dikilir. Ne olduğunu, nereye gittiğini, ne istediğini bilmek birçok açıdan gelişmişlik ile mümkündür. Ve insanlık bunları yapabilen insanların olduğunu binlerce kez kanıtlamıştır. Ne olduğunu, nereye gittiğini ve ne istediğini bilme hali, kendi dışındaki durumun koşullarını tahlil edebilme, edip de buna ayak uydurabilme, değiştirme, değişme hali ile birleşemiyorsa tarihin tozlu sayfalarında kendinizi kaybedebilirsiniz, ya da tarih bunu sizin yerinize yapabilir. Yok olmak değil kastettiğimiz elbette ama vurguladığımız, “hiç” olma halidir. Hiçbir şeyin doğada yoktan var olmayacağını ve vardan da yok olmayacağını bildiğimizden kaynaklıdır bu vurgumuz. Doğa, değişen koşullara ayak uydurabildiği için soylarını evrimleştirerek sürdüren canlılar tarihine tanıklık eder. Ve koşullara ayak uyduramayanlar ‘soyları tükenen’ canlılar olarak okunur tarihte.

Soyunuz tükensin istiyoruz!

Işık Kutlu bir makalesinde “devrimcinin eskisi olmaz” diye yazıyor. Ve ardından ekliyor “En fazla eskiyen devrimciler vardır. Devrimci her daim yenidir ve yenilenmek zorundadır” diye.

Şimdi yenilen bir kuşağın ardından “eskiyen devrimciler” ile bol bol karşılaşan bir kuşağa mensup olarak ben, eskiyen devrimcilerin, solcuların soyları tükensin istiyorum artık. Bunu istiyorum ki aynı devlet gibi, aynı polis gibi, aynı bu düzenin bekası için her şeyi yapanlar gibi “eskiyen devrimciler” de dikilmesin karşımıza. Hoş benzerlik taşıdıkları tüm kurum, kişi, kuruluşlar gibi onları da ezip geçeceğiz günün birinde ya. Belki kimisi iyi niyetli, kimisi “bizi düşünen” tavırlarla dikiliyorlar karşımıza ama bu onların da içerisinde debelendikleri bataklığa bizi çekmek istemeleri gerçeğini değiştirmiyor. İnsanların niyetleri tek başına hiçbir şey ifade etmiyor. Sonuçları, cümleleri, yaşam tarzları ile birlikte niyetler anlamlanıyor. Ve çıkan anlam da genelde hep kokuşmuş oluyor.

İnsanı hiçe sayan, eksik ve edilgen ilan eden bir sistemin her devrimciyi aldatılmış, beyni yıkanmış olarak gören eskiyen insanları, insanlıklarını bir kenara koyup kendi gemisini kurtarma çabasında onursuzluklara batmış ve geçmişine küfreden eskiyen solcuları… kimi zaman babacan tavırları ile kimi zaman “bizi düşünen” cümleleri ile bize hayatı anlatmaya çalışırlarken her nasılsa hep işkenceden, hep devletin güçlülüğünden dem vururlar. Hep “körü körüne”, hep “boşu boşuna” ölen, kaybedilen gençlere ne kadar üzüldüklerini anlatırlar. Hep bin bir parça olan solun tablosundan, örgüt içi iktidar kavgalarından, dar grupçu kaygılardan bahsederler. Bunları söylerken aslında alttan alta sizin birer “kör” ya da daha kaba ifadeyle “aptal” olduğunuzu fısıldar cümleleri, ama ne dediklerini bilmezler çoğu zaman. Günah keçisi ilan edilecek o kadar çok kişi, olay, örgüt vardır ki hangisinden bahsetseler bilemezler. Bir tek kendilerine ucunu dokundurmazlar, dokundursalar bile “gençtik, kanımız kaynıyordu” cümlelerini duyarsınız. En son günah keçisi ilan edilen “Marksizm” olmuştur da ona da serdeki erkeklikten direk laf söyleyemez bazıları. Bazıları için zaten taraflar nettir, onları anmaya bile gerek yoktur.

Bedel bir ‘an’ı kurban verir. Anı küllerinden dağılır ve küllerinden doğar insanlar yeniden ve yeniden… Şimdi bu ateş zamanın, bu durgun ve bulanık suların, bu coğrafyanın ‘yeni’ ve genç devrimcileri bizler, ellerimizde geçmişin kendi süzgecimizden geçirdiğimiz değerleri ile, yüreğimizde öfke ve umut ile, bilincimizde doğanın ve bilimin ışığı ile adımlıyoruz yolları. Belki ufak ufak belki kocaman, ama adımlıyoruz. Bizler bugünün gerçekliğini, düşmanın zalimliğini, geçmişin hatalarını biliyoruz! Bu coğrafyanın 80’li dönemlerini ve öncesini, Diyarbakır zindanlarını, Dörtler’in gecesini, oluk oluk kan akan derelerini, sorguların adressiz olanını, yolda faaliyet sırasında katledilen liseli İrfan Ağdaş’ı, 17 yaşımızın idamını, zindanlarda, sokaklarda katledilen onlarca devrimciyi ve insanlıklarının haklarını verenleri biliyoruz! Geleneksel hareketin kendisini güncelleyemediğini, dönemin dogmatiklikleri, sapmaları, tasfiyecilikleri, örgüt içi iktidar mücadelelerini hatta merak etmesinler sosyalizmin tarihsel sorunlarını da biliyoruz! Tam da bunları bildiğimiz için Marksizm’e sırt çevirmiyoruz. Bunları bilmek daha da yakınlaştırıyor bizi bilimselliğin ateşine. “Çözüm devrimde kurtuluş sosyalizmde” sloganı sadece duvarda bir yazı, kaba bir ajitasyon, ezbere söylenen bir cümle değil yaşamımızda.

Bu ölüm ve meta düzeni var olmaya devam ederken yolunu ve gözünü bunun dışına çıkarmayan herkes ortaktır bu yazgıya ve sonuçlarına. Bu çürümüşlüğe ortaktır. Ve bir kez bunu öğrendikten, gördükten sonra başka yolumuz kalmamıştır. Şimdi sırf sana/ bana bir şey olmasın diye her gün ölmeyi, çürümeyi kabul etmek insanlığınız ile alakalıdır.

13 yaşındaki bir çocuk hayat ile, rahmine düşen başka bir döl ile karşılaşıyorsa, 4 yaşında Turgay yaşamaya annesinin babasını gözleri önünde öldürmesi ile başlıyorsa, üniversiteye giden Esra okul masrafları için bedenini pazarlıyorsa, sizin, çocuklarınızın ya da hiç tanımadığınız milyonların ırzına geçiliyor, yaşam hakkına tecavüz ediliyorsa, toplumun büyük çoğunluğu cinnet geçiriyorsa, sizin o çok görmüş geçirmiş cümleleriniz hayat karşısında tuz ile buz olur!

“Ateş iyidir… İnsan nereye gittiğini iyi bilirse, gözünden ayağından korkusu yoksa, yanmaktan korkmaz” (Fabrika, Sayfa 399)

Bizim de bildiğimiz ve çokça tekrarladığımız bir nokta vardır ki bu noktayı bilmemeleri imkansız. Eskiyen devrimcilerin ayakları altında ezmeye çalışırken insanlıklarını takınıp üzüldükleri “bedel ödeyen devrimciler” olmasaydı eğer bugün o kırıntı haline getirilen haklarınız dahi olmayacaktı. Dönemsel hareketliliklere atıfta bulunanlar “şimdi 3-5 kişi var” diyenler, o kitlesel hareketler öncesindeki durgunluk dönemlerini ya gerçekten bilmiyorlar ya da yok sayıyorlar. Ya gerçekten mücadelenin bilimsel yanından, ideolojik altyapısından, toplumların gelişim aşamalarından haberleri yok ya da uygulanan baskılar korkularını tetiklediği için gözleri, yürekleri, bilinçleri işlevini yitirmiş. Ve bu bataklıkta savrulup gidiyorlar. Hiçbir toplumsal süreç, ne yoktan var olur ne de düz bir çizgide ilerler. Hep aynı yükselişi bekleyemezsiniz. Tarihin ilerleme hattı içerisinde yerinizi belirleyip, yönünüzü tayin edip hazırlık yapar, çalışırsınız. Ve tüm bunları yaparken de birçok durum ile karşılaşabilirsiniz. Tutsak düşebilir, öldürebilir, ölebilirsiniz. Ama doğa da böyle değil mi? Tohumu toprağa koyduğunuzda bir fidan ve bir ağaç olduğunda artık ona tohum demiyorsunuz, fidan ağaç olduğunda ona fidan demiyorsunuz, civciv bile var olmak için yumurtasını kırmak zorunda, mum etrafına ışık vermek için kendisini eritmek zorunda. Doğada ve hayatta her şey başka bir hale geçmek için bir önceki halini yadsımak zorunda. O çok kullandığımız tabir ile eşyanın tabiatı böyle.

Az buçuk bir tarih bilgisi bile yolumuzu mücadeleye çıkartıyor. İnsanlığın ortak bir hafızası var. Kölelik koşullarında yaşayan insanlar bugünkü anlamında bile “demokrasi”yi bile hayal edemezlerdi Spartaküs olmasaydı… Aynı bugün sosyalizmi hayal bile edemeyenler gibi…

Hayat size küçük bir şans olarak ev, iş veya daha rahat koşullar sunmuş olabilir ki bu bile çok büyük bir çoğunluğun kölelik koşullarında yaşadığı gerçeğini değiştirmiyor. Hadi siz bencil mutluluklarınızla, küçük adalarınızda yalıtık ve ya çok sosyal bir yaşam sürdürebiliyorsunuz, mideniz, bünyeniz bunu kaldırıyor. Bunu böyle yaşamayı tercih etmeyenlere ne hakla dil uzatıyorsunuz? Tabi bizler eşyanın tabiatı gereği zaten bunu yapmanız gerektiğini de biliyoruz.

Egemenlerin dilini kullanmak kolaydır, “yol dümdüzken, engel yokken” yürümek kolaydır, omurgasız olmak hepten kolaydır, güce tapmak zaten olağan davranışınızdır. Şimdi bu zor zamanlarda/ dönemlerde geleceğin mutlak geleceğine inananlar yani bizler tırnaklarımız ile kazırken geleceğin yollarını, yola çıkan taşları da yola koyulan “başları” da unutmayacağız! Unutmayacağız, bilinçle, umutla, öfke ile olmazsa olmaz bilimsellikle…

‘Yeni’yi ürettiğimizde insanlık eskinin hainini de, puştunu da, dostunu da, kurdunu da, kuşunu da bilecek!