20 Ağustos 2010
Sayı: SİKB 2010/33

 Kızıl Bayrak'tan
Hak ve özgürlüklerimiz için fiili-meşru, birleşik mücadeleyi yükseltelim!
AKP şefleri efendilerinin desteğini almak için çırpınıyor!
“Ateşkes” adımı atan Kürt hareketinin düzenle bütünleşme çabası sürüyor
Acılarımızı dillerine dolayanlar hesap verecekler!.
Düzen kliklerinin kapışması söz düellosuyla devam ediyor
BDSP’nin referandum
çalışmalarından. 
Enerji özelleştirmeleriyle
sermayenin cüzdanı, emekçinin faturası kabarıyor..
BETESAN direnişçisi Zeynel Kızılaslan’la konuştuk.
BETESAN direniş güncesi
Kamuda toplu görüşme oyunu başladı
İşçi ve emekçi hareketinden.
7. Mamak Kültür Sanat Festivali başarıyla gerçekleştirildi
UPS’de direniş coşkusu
dayanışmayla büyüyor
UPS işçileriyle direniş süreci üzerine konuştuk..
Tek Gıda-İş’te maske düştü
Devrimci sınıf faaliyetlerinden
Kapitalizm için sürdürülebilir pazar: Ekolojik ürünler.
toplumcueksen.net yayında.
Ölüm mangası AEGİS Basel’de
Dink cinayetine devlet savunması
Ağırlaştırılmış müebbet
cezası üzerine
Referandum ve “Demokratik Özerklik”-
M. Can Yüce
Hacıbektaş şenlikleri üzerine
Sacco ve Vanzetti
Medya, bu düzenin vazgeçilmez bir aracıdır..
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kapitalizm için sürdürülebilir pazar: Ekolojik ürünler

İnsanla doğa arasındaki ilişkinin, neolitik çağ öncesi dönemi dışta tutarsak, çoğu zaman problemli olduğunu söyleyebiliriz. Yaşamak için doğaya uyum sağlamak zorunda olan insan giderek doğayı kendi ihtiyaçları çerçevesinde değiştirmiş, ilk kadastronun çakılması demek olan çitleme anlayışı ile de fiziki çevre sermaye birikiminin bir parçası haline gelmiştir.

Yüzyıllar süren tahribat sanayi devrimi ile ivme kazanmış, kapitalizmin temel girdisi olan enerjiyi üretmek, fiziki çevrenin talan edilmesini doğurmuştur. Atmosferin ısınması ile ozon tabakasının delinmesi, toprak ve suyun ağır sanayi atıkları yüzünden zehirlenmesi, milyonlarca biyolojik çeşitliliğin yok edilmesi gibi sorunlar da bu dönem içerisinde kapitalist üretim biçimlerinin birer sonucu olarak karşımıza çıkmıştır.

Daha çok üretim, daha çok kâr mantığına karşılık gelen kapitalist sistem içerisinde, sermayenin hizmetinde olan teknolojinin bugüne kadar tahribatı hızlandıran bir silah görevi gördüğü ortadayken, günümüzde aynı teknolojinin ekoloji ile birlikte anıldığı, uluslararası sermayenin çevreci kaygılarının ön plana çıktığı bir dönemi yaşıyoruz. Bugün sürdürülebilirlik kavramı etrafında toplanan bu gelişmeleri, ortaya çıkışından pratikteki yansımasına incelediğimizde, sorunun boyutlarını da daha iyi görebiliyoruz.

Sermayenin “çevreci” yaklaşımı ve sürdürülemez yalanlar!

Çevre tahribatının gözle görülür biçimde arttığı, atom bombası gibi insan yapımı radyoaktif elementlerin gündeme geldiği, deterjan ve sentetik plastik gibi doğada çözülemeyen ürünlerin kullanıma sunulduğu 1940’lı yıllar ile birlikte 1960 ve 1970’ler çevre üzerine kaygıların yoğunlaştığı dönemler olmuşlardır. Bu yıllardan başlayarak çevresel sorunlar ulusal ve uluslararası gündem maddeleri olarak görüşülmeye başlanmış; böylelikle çevreye karşı duyarlılık toplum içerisinde ve uluslararası arenada saygı görmenin bir aracı haline gelmiştir.

Bu tartışmaların bir sonucu olarak, 1972 yılında toplanan Birleşmiş Milletler tarafından 113 ülkenin katılımıyla düzenlenen Stockholm Konferansı ile “Çevre ve İnsan” kavramı ilk kez uluslararası düzeyde gündeme alınmış, bu kavram 1983’e gelindiğinde ise “Çevre ve Kalkınma” olarak değiştirilmiştir.

Dönemin çevreci yaklaşımları ile birlikte tanımlanan çevre ve insan kavramının 20 yıllık bir süre içinde çevre ve kalkınmaya dönüşmesi, son olarak günümüzde kendini “Sürdürülebilir Kalkınma” kavramı olarak göstermektedir. 1992 yılında imzalanan Orman İlkeleri, Kyoto Protokolü, İklim Değişikliği Sözleşmesi ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi gibi pek çok anlaşma da sürdürülebilir kalkınmanın birer altbaşlığı olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Başlarda olumlu gözüken bu gelişmeler, 1990’ların ikinci yarısını kaplayan ilk uygulama aşamasında kendi gerçekliğini ortaya koyarak, başta Kyoto Protokolü olmak üzere, Rio Üçlüsü’nü oluşturan sözleşmelerin (İklim Değişikliği, Biyolojik Çeşitlilik ve Çölleşme ile Mücadele Sözleşmeleri) DTÖ uygulamalarının birer parçası olduğunu, sürdürülebilme kavramının doğal varlıkların değil sermayenin, serbest piyasanın, ekonomik kalkınmanın özetle kapitalizmin sürdürülebilirliği olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Hindistan, Güney Afrika ve Etiyopya gibi ülkelerin temsilcileri bu anlaşmaların iyiye gidişe değil şirketlerin çıkarlarına yaradığını açıklayarak ortada küresel ayrımcılığın olduğunu vurgulamaları, sermaye temsicilerinin bulduğu çözümlerin niteliğini o dönem gözler önüne sermiştir.

Bu noktada vurgulanması gereken, DTÖ ve İMF’nin sürdürülebilir kalkınmanın küresel ölçekte uygulamasının temel altyapısını, bu “çevreci” anlaşmaların oluşturduğudur. Bunun halihazırdaki kapitalist bir kalkınma anlayışının parçası olduğu gerçeğini unutmazsak, sermaye sahipleri için tercihin çevre olmadığı görülecektir. Öyle ki, Almanya’nın eski devlet yetkilisi Edda Müller’in görevli olduğu dönemi değerlendirirken yaptığı “Yeşil teknolojiler, çevre ile ilgili olmaktan öte ekonomik bir strateji değişikliğinin sonucudur” açıklaması ve pratikte yaşananlar, sermayenin sürdürülebilirliğe biçtiği rolü ve her gün yenisi çıkan yeşil ürünlerin akıbetini de açıklamaktadır.

Yeni modele yeni pazar: Ekolojik ürünler

Sermaye açısından çevreye duyarlılık, çıkan yeni ürünler ve bu ürünlerin pazarlanmasında kullanılan reklamlarla sınırlıdır. Ekoloji, ağırlıklı olarak tüketicinin çevreye olan kaygılarını kullanmanın bir parçası olarak, önemli bir rekabet unsuruna dönüşmüştür. Çevre ile uyumlu teknolojilerin geliştirilmesi konusunda çözümler aranmakta, oluşturulan yeni sertifikasyonlarla bu alanda tekelleşme hedeflenmektedir. Ortaya atılan yeşil nokta uygulaması da, pek çok üreticinin pazardan nemalanmasını önleyecek tedbirler olarak kullanılmaktadır.

Gündelik hayatta kullandığımız armatürlerden, gökdelenlere, yeni satışa çıkarılan arabalara, cep telefonlarına.. “doğaya saygılı” olduğu reklam edilen ürünler adeta vicdan rahatlatmanın pazarı haline getirilmekte; doğaya saygı, ekonomiye katkının önüne geçmemektedir.

Bu yarışta, elbette çevreci oluşumları arkalarına alanlar kazanacaklardır. Öyle ki, kendini çevresel felaketlere karşı uluslararası tepki adresi olarak tanımlayan Greenpeace’in bu noktadaki tavrı, uluslararası sermayenin ekmeğine yağ sürer cinsten olmakla birlikte, bize göre teşhir edilmesi gerekmektedir.

Çevrenin tahribatına karşı ses getiren eylemlerle azımsanmayacak bir kesimin ilgisine konu olan bu oluşumun her yıl yayınladığı “en çevreci” bilişim firmaları sıralaması, böylesi oluşumların yeri ve sınırını göstermesi açısından manidardır. Listeyi oluştururken toksik kimyasallar, küresel ısınmaya olumsuz katkı yapma ve geri dönüşüm gibi kriterleri gözönünde bulundurduğunu açıklayan Greenpeace’in, geçtiğimiz dönem desteklediğini açıkladığı firmaları incelediğimizde, aralarında, yakın dönemde işçi intiharları ile birlikte anılan HP’nin de yer aldığını görüyoruz. HP öne çıkan bir örnek olmakla birlikte, özünde bilişim devi diğer firmalardan farklı çalışma koşullarına sahip olmadığı da bilinmektedir. Üretim gücünü arttıran her firma gibi HP de kölece çalışma şartlarını dayatmaktadır. Böylelikle pazarlamada doğanın sürdürülebilirliği ön plana çıkarılırken arka planda karın sürdürülebilirliği için “insanca yaşam” sona erdirilmektedir.

Ortada dönen rantın büyüklüğünü, bu pazarı etkisi altında tutan ülkelerin ekonomileri üzerinden okuyacak olursak: Japon ekonomisinin önemli kısmının “yeşil” teknolojiden elde edildiğini söyleyebiliriz. Kölece çalışma koşullarının her geçen gün sayısı artan ihtiharlarla devam ettiği Japonya’yı yakından takip eden Almanya’nın ise aynı pazarda ABD ile yarıştığı bilinmektedir.

Sürdürülebilir çevreci yaklaşım

“Dünya Biziz!... bu dünya ne intihar politikalarına nede onları uygulamak isteyenlerin insafına terk edilemez. Dünya biziz! ... bu dünya bencil, sorumsuz ve küstah bir azınlığın yok etmesine izin vermeyeceğiz!...(Fidel Castro, Habitat-2 Konferansı)

Yaşam sürdükçe, sürdürülebilirlik de öncelikli gündemlerimiz arasında olacaktır. Ancak, sürdürülebilirliği savunmak, günümüz insanlığının karşı karşıya olduğu çevre sorunlarını çözebilmek için olduğu kadar insan gibi yaşama gereksinimi de kapsayacak bir bütünlükte kavranmak zorundadır. Sermayenin bizi sıkıştırdığı cenderede, sorunu ekonomik kalkınma olarak okumaktansa, toplumsal bir dönüşüm mücadelesi içerisinde bu sorunu tartışmak soruna bütünlüklü çözümü bulmak için de zorunludur. “Sürdürülebilirlik yeni bir toplumsal projeyi ima etmediği, buna yönelik politik pratiğe bir katkı sunmadığında ise, sürdürülebilir kalkınma ekseninden bir kopuşu temsil edemeyecektir.” (Semih Yüksel, Toplumsal Eşitlik Olmadan Sürdürülebilirlik Olmaz)

(Mühendislik, Mimarlık ve Şehir Planlamada Toplumcu Eksen, Sayı: 4 / Ağustos-Eylül)