Geçen Mart ayında yapılması gereken Arap Birliği Zirvesi iki aylık bir gecikme ile Tunusun başkenti Tunusta yapıldı. 22 Arap ülkesinden sadece 14ü toplantıya devlet başkanı düzeyinde katıldı.
Son dönemde emperyalistlere uşaklığa soyunan Libya lideri Muammer Kaddafi, gündemdeki görüşlere katılmadığını iddia ederek zirveden çekildi. Kaddafi, düzenlediği basın toplantısında, zirveden çekilme gerekçesi olarak, ülkesinin zirvenin gündemini kabul etmemesini gösterdi. Uşaklığa hızla adapte olan Kaddafi, bu konuda diğer Arap liderlerini de geride bıraktığını gösterdi.
Arap Birliği Zirvesine uydu bağlantısıyla katılan Filistin lideri Yaser Arafat, Filistinlilerin korunması için uluslararası güç oluşturulması ve barış planlarının uygulanması için bir sistem kurulması çağrısında bulundu. Ancak Arafatın çağrısı yankı bulmadı.
Iraktaki işkence vahşetinin dünyanın gündeminde yeraldığı, siyonistlerin Filistinde etnik kıyım noktasına varan katliamlar yaptığı günlerde toplanan zirve, herhangi somut bir karar almadan sonuçlandı. Böylesine kritik bir süreçte bile kayda değer bir karar alma iradesinden yoksun olduğunu gösteren Arap Birliği, kof bir birlik olduğunun bir kez daha kanıtlamış oldu.
Filistin ve Irakta yaşananlara dair sergilenen tutum en hafif ifadeyle utanç vericidir. İşkenceyi değil işkenceci askerleri mahkum eden Arap liderler, Irakta işgal güçlerinin Iraklı esirlere yaptığı insanlık dışı ve gayri ahlaki muameleyi kınamak, işkence yapan askerlerin ise yargılanması gerektiğini bildirmekle yetindi. Bu çürümüş rejimlerin de işkenceyi yaygın bir şekilde uyguladıkları gözönüne alındığında, bu rezil tavrın nedeni anlaşılır.
Filistin halkı etnik temizliğe uğrarken, Refahta yaşananları siyonist bakanlar bile Nazi katliamlarıyla kıyaslarken, Arap liderler ilk defa Filistinlilerin yanısıra İsrailli sivillerin de saldırıya uğramasını kınamakla meşguldü. Arap Birliği, Filistin sorununun Birleşmiş Milletler kararlarına danışılmadan çözülmesine yönelik girişimleri eleştirme lütfunda bulundu. Bu utanç verici kararların muhatabı Filistin ya da Arap halkları değil Bush-Şaron katilleridir. Denebilir ki, Arap Birliğinin en ileri tutumu, ABDnin uygulama kararı aldığı ekonomik yaptırımlar karşısında Suriyeye destek verdiğini açıklamasıdır.
Bu arada zirvenin sonunda yayımlanan Tunus Deklarasyonunda Arap dışişleri bakanları, ülkelerinde demokrasiyi geliştirme, halkın siyasete ve kamu işlerine katılımını artırma, sivil toplumu genişletme ve kadın haklarını güçlendirme sözü verdi. Bu göstermelik demokrasi vaadi, ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) içinde yeralan argümanlarla aynıdır. Bunların muhatabı da Washingtondaki savaş çetesidir. Arap halklarını demokratik mücadelesini bastıran bu gerici rejimlerin demokrasi vaadinin ciddiye alınması mümkün mü? Deklarasyonda yeralan terörizme karşı savaş çağrısı ise, olsa olsa Filistin ve Irak halklarının katillerine verilmiş bir mesaj anlamına gelir.
Kuveytte yayımlanan bir gazete, Irak İletişim Bakanı Haydar El Ebadinin açıklamalarına dayanarak, koalisyon güçlerinin 30 Haziranda bölgeyi terketmesi ya da güvenlik konularını Iraklılara bırakması durumunda, Irakın komşu olmayan Arap Birliği ülkelerinden en az 130 bin barış gücü askeri isteyeceğini iddia eden bir haber yayınladı. Bu haber üzerine bir açıklama yapan Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa, hiçbir Arap ülkesinin, BM Güvenlik Konseyi ya da Iraklılar tarafından istenmedikçe Iraka asker göndermeyeceğini söyledi. Böylece Arap Birliği ne zirvede, ne deklerasyonda ne de Amr Musanın sözlerinde, Irak işgaline dönük tek bir eleştiri bile gündeme getirmedi.
Arap Birliği Zirvesi, bir kez daha gösterdi ki, Arap halkları ile çürümüş rejimleri arasında derin bir uçurum var. Bu birliğin isminden başka Arap halklarıyla ortak bir yanı kalmamıştır. Ortadoğu halklarının acil ihtiyacı olan demokratik gelişim, ancak emperyalizme ve çürümüş gerici rejimlere karşı mücadele ile sağlanabilecektir.
İşgal güçleri Şii direnişçilerin mevzilendiği Şii kentlerine dönük saldırılarını sürdürüyorlar. Bağdattaki Sadr semti dahil olmak üzere direnişin devam ettiği Şii kentlerine yoğun hava akımları yapılırken, yüzlerce kişinin katledildiği bildiriliyor.
Necef kentinde, ABD askerleriyle Şii lider Sadra bağlı direnişçiler arasında çatışmalar şiddetlenerek sürerken, çatışmalarda havan toplarına hedef olan Hazreti Ali Türbesi zarar gördü. Saldırının ardından türbenin önünde toplanan Şiiler protesto gösterileri düzenledi. Mukteda El-Sadrın da saldırıdan sonra türbeye gittiği belirtildi.
Şii milislerin direnişi üzerine ABD güçleri Kerbeladan da çekilmek zorunda kaldı.
İşgal ordularının bir diğer vahşi saldırısında ise 45 Iraklı katledildi. Aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu Iraklılar, bir düğün esnasında yapılan hava bombardımanı sonucu öldürüldü. ABD ordusu, Irakın batısında bir düğünün bombalanarak 45 sivilin öldürüldüğü haberlerini reddederek, Suriye sınırında şüpheli yabancı savaşçılara saldırdıklarını iddia ettiler. Ancak yalana dayalı bu iddia bir işe yaramadı. Zira ölenler arasında 15 çocuk ile 10 kadın da bulunuyor. Bu arada düğünde yapılan ve basında da yeralan video çekimlerinde org çalan müzisyen ve halay çeken Iraklılar ile kucakta taşınan küçük çocuklar net bir şekilde görünüyor. Bu vahşeti savunan Bush yönetimi, göstermelik bir özür dilemeye bile gerek görmedi.
Hatırlanacağı üzere Amerikan ordusu düğünleri bombalamakta deneyimlidir. Afganistan işgalinden sonra benzer sahneler birkaç defa tekrarlanmıştı. Bu katliamlardan biri iki yıl önce Uruzgan eyaletinde olmuştu. ABD askerleri hava saldırısı düzenlemiş, düğüne katılan 48 sivili öldürmüş, 117sini yaralamıştı.
Patlayan bombalar ortalığı kaplayan işkence fotoğraflarının gölgesinde kalmış gibi görünse de, işgal karşıtı direniş devam ediyor. Yine işgalciler günübirlik saldırılara maruz kalıyor ve hergün kayıp veriyorlar. İşkence belgelerinin tüm iğrençliğiyle ortalığa saçılması, işgalci askerlerin itirafları, emperyalist işgalciler ile uşaklarının birbirine düşmesi, kırılamayan direnişin yarattığı basınçla bağlantılıdır.
Irak halklarını içinde bulunduğu bu kaostan ve tutsaklıktan kurtaracak olan da direniştir. Sadece işgale değil, aynı zamanda işbirlikçiliğe, teslimiyete ve yağmaya karşı durarak Irak halkının onurunu ayakta tutan da direnişin kendisidir. Irakın istiladan kurtulup gerçek özgürlüğe kavuşabilmesi de ancak anti-emperyalist direnişi yükseltip güçlendirmesi ile mümkün olacaktır.
Kolombiyada 24-25 Mayıs günü yaşanan çatışmalar sonucu 47 kişi yaşamını yitirdi. FARC gerillaları ve ordu güçleri arasında yaşanan çatışmaların ardından onlarca köyü basan karşı-devrimci çeteler, dokuz köylüyü katlederek birçok evi ateşe verdiler. 90 kişi de bu çatışmalarda yaralandı.
40. yılını geride bırakan FARC gerilla hareketini bugüne kadar yenilgiye uğratamayan ABD ile uşağı oligarklar ve paramilitarist çeteler, saldırılarını sivil halka yöneltmiş bulunuyorlar. Kolombiya, her 24 dakikada bir kişinin öldürüldüğü bir ülke olarak dünyada birinci sırada yeralıyor. Günde ortalama 59 kişi yaşamını yitirmekte.
2004 yılının ilk aylarında 5.300 kişi çatışma, gasp vb. nedenlerden dolayı yaşamını yitirdi. Geçen ay içinde 178 kişi faşist paramilitarist çeteler tarafından katledildi. Paramilitarist çetelerin egemen olduğu bölgelerde katliam ve terör sistematik bir karakter kazanmış bulunuyor. Bugüne kadar bu saldırılardan dolayı 5 milyon kişi Kolombiyayı terketti. Kendisi de yeminli kanlı bir katil olan devlet başkanı Uribeyi bölgedeki tüm oligarklar destekliyor.