Hollywood savaş filmleri Bir sonbahar günü televizyonlarımızı açtığımızda gördüklerimiz hepimizi şaşkına çevirdi. ABDde kıyamet günü diyordu haberler. Dünya Ticaret Merkezinin dev gökdelenleri milyonlarca insanın gözleri önünde yerle bir olurken insanlar, izlediklerinin gerçek mi yoksa büyük bütçeli bir savaş filminden bir sahne mi olduğu konusunda şüpheye kapıldılar. ABD Başkanı çıkıp televizyondan tüm dünyaya gözdağı vererek intikam yeminleri ettiğinde şüpheleri sonlandı ama bunun yeni bir dönemin başlangıcı olduğunu düşünerek kaygılanmaya devam ettiler. Nihayet, daha enkazlar kaldırılmadan tüm dünyaya sonsuz adalet getirme iddiasıyla yeni bir savaşlar döneminin başlatıldığı ilan ediliyordu. Hollywood içinse savaş 11 Eylülün çok öncesinde başlamıştı. 2. Dünya Savaşı Avrupayı yerle bir etti ve tüm bir yaşam gibi Avrupa sineması da yıkıma uğradı. Hollywoodun tüm dünyada sinema endüstrisine egemen olması bu yıllara denk düşer. Bu aynı zamanda ABDnin dünya ekonomisinin süper gücü haline gelmesi ile de paralellik taşır. Sömürgelerin bir bir bağımsız devletler kurmaları ve yeni sömürgecilik devrinin başlaması, Hollywoodu ABDnin siyasal yaşamının neredeyse vazgeçilmez bir dayanağı haline getirdi. Böylelikle hem bu ülkelere film satarak ciddi bir ekonomik gelir elde ediyor (sadece film endüstrisinden ABDnin elde ettiği kâr, pek çok ülkenin yıllık bütçesini geride bırakıyordu), hem kendi kültürünü ve onun araçlarını (hamburger, Levis vs.) tüm dünyaya pzarlıyordu. Ama bunların hepsinden daha önemlisi pek çok ülke üzerinde bir ideolojik hegemonya kurmayı başarıyordu. Özellikle soğuk savaş sırasında Hollywood, Amerikan ideolojisinin önemli bir mevzisiydi. Komünizm tehlikesinin yaratılmasına paralel olarak bir komünist düşman tipi yaratıldı sinemada. Soğuk bakışlı, cani ruhlu, az konuşan ama dünyayı felakete sürüklemek isteyen bir karakterdi o. Karşısında ise güçlü, iyilerin dostu bir kahraman olurdu. Soğuk savaşın o atmosferine çok uygun olarak savaş, cephede verilmezdi. Şüphenin paranoyaya dönüştüğü o yıllarda ajan filmlerinin bu kadar iş yapması hiç şaşırtıcı değil. Bu filmlerde de Ruslar dünyayı yoketme peşinde koşar. ABDli kahraman ise (J. Bond vs.) bir kahramanlık örneği göstererek canı pahasına dünyayı kurtarırdı. Bu filmler komünizm karşıtlığı özenle yedirilmiş, ABDnin üstünlüğü daima vurgulanmış ve doğrudan hakim ideolojinin manifestolaı olmuş filmlerdi. Bir seri halinde çoğunun versiyonları (30a yakın James Bond gibi) bugün de ekranları kaplıyor. Hollywood bu sistemi çok iyi özümsedi. Çünkü sistem aynı zamanda kendi varlık sebebiydi. ABD tekellerinin dünyanın her yerinde emeklerini sömürdüğü milyonlara komünizmi kötülemenin etkili ve kârlı bir aracı oldu Hollywood sineması. Böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş oluyordu. Soğuk savaş yılları boyunca dünyayı nükleer savaş ve komünizm tehlikesine karşı koruyan bir güç olarak kendisini dayatan, 42 yıl boyunca tüm siyasetini komünist düşmana göre belirleyen ABD, Sovyetler Birliği dağılınca kısa süreli sevinç çığlıklarının ardından bir bunalıma girdi. Bunalımı aşmak ve dünyaya hükmetme gücünü elde tutmak için yeni bir düşman bulmak gerekiyordu. Soğuk savaştan geriye, silah çöplüğüne dönmüş bir dünya ve anti-komünizm içerikli sayısız sinema filmi ve propaganda yayınları kalmıştı. Afrika kıtasında kişi başına düşen silah sayısı ekmek sayısından fazla olan ülkeler vardı. Kara mayınlar sorunu hala tüm gerçekliğiyle ortada duruyordu. 11 Eylül sonrası Pentagon-Hollywood işbirliği 11 Eylülün ardından kendine daha da rahat hareket imkanı bulan ABD şer odaklarının peşine düştü. Afganistanla başlayan ABDye sonsuz özgürlük operasyonu, şimdi Iraka sıçramış gözüküyor. Hollywood, bu yeni dönem için savaş filmleri üretmekte gecikmedi. Elbette bu filmler de, önceki dönemlerde olduğu gibi, Pentagonun tavsiyeleri ve CİAnın desteğiyle çekiliyor. Dahası ABD Savunma Bakanlığı 9 film projesini inceliyor ve beğenmediği bölümleri değiştiriyor ya da tümden çıkartıyor. Bunun karşılığında ise ordunun tüm imkanlarını Hollywoodun önüne seriyor. Örneğin geçtiğimiz yaz aylarında gösterime giren yönetmenliğini John Woonun yaptığı Windtakers filminde dişçi lakaplı bir deniz piyadesinin savaş alanınd Japon askerlerin cesetlerinden altın dişlerini sökmesi deniz piyadelerini kötü gösterdiği gerekçesiyle Pentagonun itirazı üzerine filmden çıkartıldı. Bir diğer örnek de yine geçen yıl gösterilen, Ridley Scottın yönettiği Kara Şahin Düştü filminde, kadın ve çocukları korumaya çalışırken gösterilen ABD askerlerinden bir karakter ile ilgili. Filmin uyarlandığı kitapta (ark Bowden) gerçek adı John Stebbins olarak geçen bu askerin adı, Pentagonun isteği ile John Grimes olarak değiştirildi. Bunun nedeni ise, bu askerin, Somali operasyonları sırasında 12 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz etmekten suçlu bulunması ve halen hapiste olması. Benzer örnekler çoğaltılabilir. Kuşkusuz Hollywood Pentagon ilişkisi yeni değil. 2. Dünya Savaşı yıllarında da benzer işlevi olan Enformasyon Bürosu kurulmuş ve savaş süresince Hollywoodda hangi tür filmlerin çekileceğini bu büro belirlemişti. Dikkatli gözlerden kaçmayacak bir gerçek, 11 Eylül sonrası bu bağların daha da sıkılaştığı. Son dönemlerde terör korkusunun işlendiği film sayısındaki artış, bu işbirliğinin bir sonucu. Aslında bu filmlerle sürekli iç içeyiz. İşimizden yorgun argın eve geldiğimizde açtığımız televizyon filmlerinden şehirlerarası bir otobüs yolculuğunda yolcular sıkılmasın diye gösterilen videolara, kıt kanaat bütçemizden güçlükle ayırarak hevesle gittiğimiz bir sinema filmine kadar her yerde karşımızdalar. Bizler bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu barut ve kan kokusunun içine çekiliyoruz. Hollywood seri üretime geçmiş bir film makinası ve bu haliyle zaten sinemaya herhangi sanatsal bir yön kazandırmaktan oldukça uzak. Aslına bakılırsa böyle bir kaygının güdüldüğü de yok. Pentagonun emirlerini başı önde onaylayan Hollywoodun sözde yönetmenleri, Nazi propaganda bakanlığındaki meslektaşlarını çoktan geride bıraktı. ABDnin emperyalist saldırganlıkları devam ettiği sürece, Hollywood filmlerinde kan ve gözyaşları üzerinde dalgalanan ABD bayrağını görmeye devam edeceğiz. Hollywooddan savaş karşıtı sesler Pentagonun Hollywoodun dizginlerini iyice eline aldığı böyle bir dönemde dahi, Hollywooddan savaş karşıtı yüksek sesler duyulmaya başlandı. Bunlardan ilki Washington Post gazetesine verdiği 56 bin dolarlık ilanla gündeme gelen ünlü ABDli film yıldızı Sean Penn. Penn, Busha hitaben yazdığı açık mektupta ABDnin savaşlarına karşı olduğunu dile getiriyor ve eleştiriyor. Bushun eleştirileri bir kenara ittiğini ve medyayı yönlendirerek korku saldığını söyleyen Penn, Amerikan askerlerinin ve masum sivillerin hayatlarını, egemen bir ülkeye karşı şimdiye kadar eşine rastlanmamış ölçüde kötüye kullanılan bir saldırıda feda etmenin kalıcı bir çözüm olamayacağını dile getiriyor. Mektubunda Bushun savaştan tuhaf bir tebessümle sözettiğini ve adeta sırıttığını söyleyen ean Penn, Hollywooddaki tek savaş karşıtı değil. Harrison Ford, Liam Neelson, Barbara Strissand, Susan Sarandon, Alec Baldwin ve Jessica Lange gibi ünlü oyuncular da ABDnin saldırgan politikalarını eleştiri bombardımanına tuttular. Postacı Kapıyı İki Kere Çalar, Müzik Kutusu gibi filmlerin ünlü oyuncusu Jessica Lange, Yaşam Boyu Başarı ödülü aldığı San Sabastian Film Festivalinde yaptığı konuşmada, raka yönelik saldırı çağrısının anayasaya ve ahlaki değerlere aykırı olduğunu savundu. Bushtan nefret ettiğini dile getirdi ve ABDli olduğum için kendimi adeta aşağılanmış hissediyorum dedi. Bir diğer muhalif ses, Katil Doğanlar, İnce Kırmızı Hat gibi filmlerle tanınan Woody Harrelson. Harrelson, Guardian gazetesi için yazdığı Amerikan yalanlarından bıkmış bir merikalıyım ben başlıklı yazısında şöyle diyor. 80lerin sonlarında İran-Irak savaşı devam ederken, İngilterede bir Iraklıyla basketbol oynamıştım. O zamanlar ABD ve İngilterenin iki tarafa da silah sattığını bilmiyordum. Ona neden sürekli birbirleriyle savaştıklarını sormuştum, hiç unutamadığım bir yanıt vermişti bana: Halklara kalmış olsa barış olurdu. Savaşı devletler yaratıyor. Yazısının devamında Saraybosnaya Hoşgeldiniz filminin gösterimi için Beyaz Saraya gittiğini anlatıyor. O günlerde gündemde Saddamın BM denetçilerini Iraktan kovması varmış. Clintona ne yapacağını sorduğunda Bombalamam lazım, ama tek bir masum insan dahi ölürse, bunun yükünü taşıyamam yanıtını almış. Kendisi yazıya şöyle devam ediyor; Gözlerine baktım ve ona inandım. O zamanlar Clintonun tam da o sırada insani yardımları bloke ederek binlerce masum insanın ölmesine göz yumduğunu bilmiyordum. Irakta yapılması planlanan savaşa net bir karşı tutum alan Harrelson, Körfez Savaşı ve ambargolar nedeniyle ölen yarım milyon çocuğa ilişkin Ben bir babayım ve ne kadar çok, ne kadar yoğun olursa olsun hiçbir propaganda yarım milyon çocuğun ölümünü zaiyat olarak kabul etmeye ikna edemez beni diyor. Öyle görünüyor ki, savaş tırmandıkça, savaşın kanlı yüzü açığa çıktıkça savaş karşıtı bu sesler de giderek yükselecek. (İşçi Kültür Evi Bülteninin 3. sayısından alınmıştır...)
Haksız savaşlara karşı savaşan bir sanatçı, kan ve Bertolt Brecht 1920 yılının başında Adolf Hitler önderliğinde Nasyonal Sosyalizm adıyla yeni bir parti kurulur. 10 yıl sonra kazanılan seçim zaferi ile Hitlere yönetime katılma şansı doğar. 1933te Reichin yaşlı başkanı Hindenburg, Hitlere şansölyeliği sunar ve sermaye çevrelerinin desteğiyle Hitler iktidara taşınır. İktidara gelir gelmez parasını sanayicilerin ödediği silahlar komünistlere, yahudilere doğrultulur, işçilere saldırılar başlatılır. Almanyanın kültürel değerleri de tehdit altındadır. Kitaplar yakılır, kültür merkezleri kapatılır, edebiyatçılar iktidarın düşünceleri doğrultusunda yazılar yazmaya zorlanır. Faşizme karşı çıkan aydınlar katledilir, tutuklanır, sürgüne gönderilir. Bu aydınlardan biridir Bertolt Brecht. Sanatını silahı yapmış, yazdığı oyunlarıyla, şiirleriyle egemenlerin karşısında, ezilenlerin mücadelesinin yanında olmuştur. II. Dünya Savaşı yıllarında Almanyanın sömürgeci /yayılmacı/ırkçı politikalarının karşısında net tutum alır. Aslında savaş onun için yeni bir şey değildir. Savaşın acılarını, yıkımını ilk olarak I. Dünya Savaşında görür Brecht. Sağlıkçı olarak gönderildiği cephede hastanede görevlendirilir. Paramparça edilmiş bedenleri, kopmuş kol ve bacakları, cinnet geçiren askerleri görür. Savaşın gerçek ve soğuk nefesini hastanede solur. Bu yaşadığı süreç, bundan sonraki yaşamı için de sarsıcı olmuştur. Savaşın ve savaş sonrası yılların yıkımını, askerlerin memleketlerine döndüklerinde hissettiklerini, yaşadıklarını çarpıcı bir şekilde eserlerinde yansıtır. Nasıl bulacağım memleketim seni Nasıl karşılayacak memleketim beni? Toplumsal sistemi ve toplumsal değer yargılarını çarpıcı zekası ve yaratıcılığının ürünü olan kendine özgü tarzı ile eleştiren B. Brecht, 30lu yıllardan sonra yaklaşan savaş felaketine karşı da açık ve net bir tutum alır. Savaşın sınıfsal ayrımları kafasında çok belirgindir. Ona göre savaş, yukarıdakiler için zaferi aşağıdakiler için mezarı anlatır. Savaşa katılan tüm halklar için bu böyledir. Yenen ülkenin de yenilen ülkenin de halkı açlıktan kırılır. Brecht, çok yönlü bir sanatçı olmasına rağmen, aslolarak tiyatro kuramcısı ve yönetmeni yanıyla bilinir. 30lu yıllardan sonra da savaşa karşı yer yer mizahi dille oyunlar hazırlar. 1934te yazdığı Yuvarlak kafalarla, sivri kafalar oyunu da Hitlerin ve Nasyonal Sosyalistlerin iktidara gelişini anlatır. Oyunda İberin adlı kahraman (yani Hitler), kral naibi Missena tarafından önemli bir göreve getirilir. Emekçi devrimi engellenecektir. İberin kendi statüsünü korumak adına ırk kuramını ortaya atar. Halkı yuvarlak ve sivri kafalı olmak üzere ikiye ayırır. Bir tarafın geçici mutluluğu, öbür tarafın mutsuzluğuna bağlıdır. Oyunun sonunda İberin ve ekibinin yenilgisi kaçınılmaz olur. Arturo Uinin önlenemez yükselişi Hitlerin yükseliş dönemini anlatırken, 3. Reichin korku ve düşkünlüğü ise Nazi rejimi altında Alman halkının yaşamını, acılarını, dramını anlatır. B. Brechtin savaşla ilgili oyunlarından biri de Schwayk. Bu oyunda Brecht savaşa farklı bir yerden, savaşın dışından, bir Çek gencinin penceresinden bakıyor. B. Brecht oyunda Stalingrada giden Alman askerlerine korkuyla bakan Çek genci Schwayka soruyor: Ya Hitlerin orduları senin memleketini işgal etmiş olsaydı ne yapardın? Savaş varsa, zulüm varsa umut da var! Nazilerin iktidara gelişinden bir süre sonra B. Brechtin de sürgün hayatı başlar. Avrupanın bir dizi ülkesine geçer. Buralarda yaşamıyla, duruşuyla, eserleriyle Nazi faşizmine karşı mücadeleyi örgütler. Örnek tavır gösteren bir sanatçı olur. B. Brechtin sürgün yaşamında son durağı ABD olmuştur. ABD ülkesine gelen ilerici aydın ve sanatçılara bir dizi olanaklar yaratır. Onların rehabilitasyonunu hedefler. İdeolojik propaganda malzemesi olarak kullanmaya çalışır. Brecht ise bu oyuna gelmez, ABDde kaldığı süre içersinde siyasal tutumunu kararlılıkla sürdürür. Kendisi gibi bir dizi aydına ajanlık suçlamasında bulunulur o dönemde. Yapılan sorgulamasında komünizmi açık ve net bir şekilde savunur. Bertolt Brecht ABDde hiçbir zaman kalıcı olmayı düşünmez. Ülkesine dönebilmek için zorunlu ve geçici bir uğrak yeridir Amerika onun için. Ülkesine dönebilmek için sabırsızlanır. Daima özlemini canlı tutar. Çivi çakma duvara B. Brechtin savaşa karşı yazdığı ve yönettiği bir çok oyun 2. Dünya Savaşı yıllarında Avrupanın bir dizi ülkesinde hatta, Nazilerin işgali altındaki Almanyada bir çok kez sergilenir. B. Brecht, işçilerin yalın dilinden yola çıkarak yaptığı eserlerde bir o kadar sade, bir o kadar akıcı bir dil kullanır. Günlük hayatın içinden çıkıp gelen anlatımlarla seyircisini düşünmeye, eleştirici gözle bakmaya, tavır almaya ve hatta eyleme çağırır. İşte herşeye rağmen onu iyimser kılan yan da burasıdır. Brecht savaşa daha geniş bir tarihsel ölçekten baktığı ve devrimci bir sorumlulukla meseleye yaklaştığı için iyimserdir. Çünkü o, hiçbir zalim diktatörün, hiçbir kan emicinin halkın iradesini sonsuza kadar baskı altında tutamadığını, tutamayacağını bilir. Caniler, silahlarına, zorbalıklarına güvenirken Brecht, durmaksızın direnişin övgüsünü yapar. ABDnin Iraka müdahaleye ve Ortadoğuyu kan gölüne çevirmeye çalıştığı bu günlerde, bu ülkenin aydınlarına büyük görevler düşüyor. Sanatı işçilerin emekçilerin elinde bayrak olan Brechtin, paylaşım savaşları karşısında aldığı tavır ise bugünlere yol gösteriyor. (İşçi Kültür Evi Bülteninin 3. sayısından alınmıştır...) |
|||||