Devrim davası bu ülkede onlar gibi yiğit,
fedakar ve adanmış devrimcilerin
Can Yücel
Bu üç kararlı devrimci, devrim mücadelesinin büyük ölçüde bir irade,
inanç ve direnç sorunu olduğunu, bunun için yaşamın her saniyesinin
bu dava uğruna sarfedilmesi gerektiğini pratikleriyle ortaya koydular. Onlar 60lı yılların kitle hareketi içinde gençlik hareketinin
militanları olarak yetiştiler. Düzenin icazet alanında mücadelenin reddi
olarak ortaya çıktılar, devrim yolunu seçtiler. Burjuva reformizminden
kopuşun, düzene karşı militan ve ödünsüz bir başkaldırının temsilcisi
oldular. Bu özellikleriyle, kendi kuşağının devrimcileriyle birlikte
bir döneme damgalarını vurdular. Geleceğe silinmez bir mesaj bıraktılar. Bugün beyinlerini ve ruhlarını burjuvaziye satarak geçinen kimi 68lilerin
bu yiğit devrimcilerin adlarına sahip çıkıp onlar adına vakıflar kurmaları
bir samimiyetsizlik, dahası riyakarlık örneğidir. Bu, kokuşmuş düzenin
geçmişin devrimci birikimini ve mücadele içinde yaratılmış değerlerini
iğdiş etme çabasının bir parçasıdır. Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının hayatlarını
ortaya koyarak gelecek kuşaklara miras bıraktıkları dava uğruna örnek
davranışlarını siyasal içeriğinden soyutlayıp duygusal bir anıya dönüştürmekte,
böylece 71in devrimci direniş geleneğini ehlileştirme operasyonuna
soldan destek vermektedirler. Ama tüm bu çabalar boşunadır. Onlar dün olduğu gibi bugün de ölümüne
direnişin, davaya adanmışlığın simgesi olarak anılmakta, bu özellikleriyle
yeni kuşak devrimcilere yol göstermektedirler. İnsanlık tarihi hep onlar gibi, davaları uğruna ölümü tereddütsüzce
göğüsleyenler tarafından yazılmış, devrim ve sosyalizm davası sınırsız
bir fedakarlıkla direniş bayrağını yere düşürmeyenlerin omuzlarında
büyütülmüştür. Bugün zindanlardan yükselen görkemli direniş, onların fedakarlıklarının
boşa gitmediğinin en somut kanıtıdır. Onlar kendilerinden sonraki kuşaklara
umutsuzluğu, teslimiyeti ve ihaneti değil, emekçilerin davası uğruna
ölümüne direnmeyi miras bırakmışlardır. Onlar Türkiye devrimi mücadelesinde bir kilometre taşıdırlar. Devrime
ve sosyalizme aittirler; bıraktıkları direniş mirasıyla bugünkü mücadeleyi
beslemekte, bu mücadele içinde yaşamaktadırlar. Onların izlediği mücadele
çizgisinin ideolojik-politik açıdan kusurlu olan yönleri bu ülkede çoktan
bilince çıkarıldı ve aşıldı. Onlardan bugüne kalıcı olarak yaşayan ve
geleceğe aktarılacak olan, devrim davasına ölümüne bağlılıktır. Her
yeni devrimci kuşak onları bu yanıyla tanıdı, bu yanıyla örnek aldı. Devrimci yiğitlikleri, kararlılıkları ve adanmışlıklarıyla yeni kuşaklara
örnek olan bu başeğmez devrimciler parti, devrim ve sosyalizm mücadelemizde
yaşıyorlar, hep yaşayacaklar!...
İdam sehpasına inançlarını haykırarak Deniz bize döndü. Cezaevinde bizi, yangından mal kaçırır gibi
kaptılar, havalandırarak getirdiler. Ayakkabılarımızın bağlarını bile
bağlamamıza fırsat vermediler. Postallarımın bağlarını bağlasınlar;
asıldığımda ayağımdan düşmelerini istemem. dedi. (...) Deniz gardiyanların yardımıyla masaya çıktı. (...) Bir gardiyan
ilmiği açtı, genişletti, başından geçirip taktı Denizin boğazına.
(...) İşte o anda Deniz son sözlerini söyledi: Yaşasın tam bağımsız
Türkiye. Yaşasın Marksizm-Leninizm. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının
kardeşliği. Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun emperyalizm. (...) Denizin asılması sırasında Yusufu alıp oraya getirmişler.
Bize dönerek Duydum Denizin sesini dedi. (...) Darağacı
hazırlanmış, tazelenmişti. (...) Masaya oradan da tabureye çıktı. Geçirdiler
ilmiği boynuna. Yusuf da gür, yürekli bir sesle son sözlerini söyledi,
taburenin üzerinde: Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu
için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler bizi asanlar şerefsizliğinizle
her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerikanın
hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm. (...) Bu arada Hüseyini getirdiler. Bildiğimiz Hüseyindi.
Her zamanki Hüseyin. Sigara içip içmeyeceğini sorduk. İçmeyim
dedi. Bize döndü. Söyleyin babama, dedi; ayağındaki lastik
ayakkabıları gösterdi, Babam, yarın ayağımdaki bu lastik ayakkabıları
görüp, doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş diye üzülmesin. Askeri
Cezaevinde, ayakkabılarımızı giymemize bile fırsat vermediler. Ayakkabılarım
cezaevinde kaldı. Onlara hediyem olsun. (...) Durdu. Sehpaya
çık diye bağırdı savcı. Hüseyin savcıya döndü masanın üzerinde,
Sabırlı ol, çıkacağım dedi. Ve tabureye çıkmadan, masanın
üzerinde, yürekli bir sesle bağıra bağıra son sözlerini söyledi: Ben
şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için
savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı
Türk halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler.
Kahrolsun Faşizm. (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 7.
cilt, s.2176, İletişim Yayınları)
Darağaçlarında Marksizm-Leninizme ve devrime bağlılıklarını haykırdılar... Devrimci yiğitlikleri ve adanmışlıklarıyla Yusuf Aslan: Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın
mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler bizi asanlar şerefsizliğinizle
her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerikanın
hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm! Hüseyin İnan: Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden
halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana
kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum.
Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm!
Deniz Gezmişten babasına son mektup... Bu yola bilerek girdim, Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum.
Ben ne kadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat
bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum, insanlar doğar, büyür, yaşar,
ölürler, önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler
yapabilmektir. Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve
kaldı ki benden evvel giden arkadaşlarım hiç bir zaman ölüm karşısında
tereddüt etmemişlerdir. Benim de düşmeyeceğimden şüphen olmasın, oğlun,
ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir, o bu yola bilerek girdi
ve sonunun da bu olduğunu biliyordu. Seninle düşüncelerimiz ayrı ama
beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiyede
yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum. Cenazem
için avukatlma gerekli talimat verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim.
Ankarada 1969da ölen arkadaşım Taylan Özgürün yanına
gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbula götürmeye kalkma,
annemi teselli etmek sana düşüyor, kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum.
Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum,
bilimle uğraşsın ve unutmasın ki bilimle uğraşmak da bir yerde nalığa
hizmettir, son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı
belirtir seni, annemi, abimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşi
ile kucaklarım. Oğlun Deniz Gezmiş
Hüseyin İnan (1949-1972) 21 yaşında lider, 23 yaşında Hüseyin İnan, 1968de, TİP ve daha sonra MDD içindeki ayrılıklarda,
giderek belirginleşen gizli ve dar örgütçülük fikri etrafında çekirdek
bir grup oluşturup, kır gerillası yoluyla anti-emperyalist mücadele
verme fikrini geliştirmeye çalıştı. Ankarada özellikle ODTÜ kökenli
olan ve temelini İnanın attığı bu grup, daha sonra THKOnun
çekirdek kadrosunu oluşturacaktı. Aynı yıl İdari İlimler Fakültesinden
çıkarılan Hüseyin İnan, ODTÜ yurtlarında kalmaya devam etti. 14 Ekim 1969da, grubun önemli bir kesimiyle birlikte Suriye üzerinden
Ürdüne, FKÖnün asıl gücünü oluşturan El Fetih kamplarına
gitti. Burada FKÖnün yanında İsraile karşı savaştı. İsrail
içlerindeki karakol baskınlarında bizzat yer aldı. Şubat 1970de
Türkiyeye geri döndüğünde, Diyarbakır-Antep yolunda bir otobüste
yakalandı. Diyarbakırda devam eden yargılama sonunda, Ekim 1970de
tahliye oldu. İnan Ankaraya döndüğünde, kafasındaki kır gerillası fikri iyice
berraklaşmıştı. Benzeri düşünceler taşıyan ve aynı eylem çizgisini benimseyen,
başlarında Deniz Gezmişin yer aldığı İstanbul grubuyla biraraya
gelerek THKOyu kurdu. İnan, kitle hareketleri içinde hemen hiç
tanınmayan biri olmakla birlikte, örgütleyici niteliği, insanlarla ilişki
kurma becerisi ve kararlılığıyla grup içinde sivrilmişti. O dönemlerde
önemli ölçüde karizması olan Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve Cihan Alptekinin
de yer aldığı THKOnun tartışmasız önderi haline geldi. Daha sonra, yaygınlaşan silahlı eylemlere önderlik etmekle kalmadı,
bütün eylemlerin bizzat içersinde oldu: 29 Aralık 1970de, Dev-Genç
üyelerinden İlker Mansuroğlunun öldürülmesi üzerine, THKOnun
örgüt olarak kendini ortaya koyduğu Kavaklıdere Polis Karakolunun
kurşunlanması, 1 Ocak 1971de Türkiye İş Bankası Emek Şubesi soygunu,
Amerikan askeri tesislerinin basılarak bir Amerikalının kaçırılması
ve daha sonra 4 Amerikalının kaçırılması eylemlerinde gösterdiği
gözüpek tavrı ve kararlılığıyla THKOnun varlığında büyük etken
oldu. 24 Mart 1971de Kayserinin Pınarbaşı ilçesinde yakalanarak,
Deniz Gezmiş ve Yusuf Arslanla birlikte Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim
Askeri Mahkemesi tarafından 9 Kasım 1971de idama mahkum oldu.
İdamlarının önlenmesi için gerek Mecliste, gerek kamuoyunda ve
gerekse örgüt arkadaşları tarafından çeşitli girişimlerde bulunulmasına
rağmen Deniz Gezmiş ve Yusuf Arslanla birlikte 6 Mayıs 1972de
idam edildi. (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 7.
cilt, s.2168, İletişim yayınları)
Yusuf Arslandan babasına ve akrabalarına son mektuplar... Biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiyenin
bağımsızlık mücadelesi uğruna şerefimizle öleceğiz... Sevgili Babacığım, Bu mektubu aldığın zaman ben ebediyen bu dünyadan göç etmiş olacağım.
Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir-buçuk seneden beri benim
yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malûm. Bu son olayı da metanetle
karşılamanızı sadece dileyebiliyorum. Babacığım bu olaydan da annemin ve Yücelin senin tesellilerine
ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için ne kadar metin olursan,
hem senin sağlığın için hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette
ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğlun, bir günde öldürülmesi
kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat siz benim ne için, kimlere
karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz. Ben bu açıdan rahat ve vicdan
huzuru içinde gidiyorum. Sizlerin de bu bakımdan rahat ve huzur içinde
olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum. Babacığım, annemin ve Yücelin senin desteklerine muhtaç olduklarını
yukarıda söylemiştim. Onları rahat ettirmek için bütün gücünü kullanacağından
zaten eminim. Babacığım, burada şunu ilave edeyim ki, Yücelin
hastalığından kendini sorumlu hissediyorum. Yücel için her şeyinizi
ortaya koyacağınız konusunda da kuşkum yok. Ablamlar için söyleyeceğim;
fazla üzülmesinler, olayın sarsıntıları geçtikten sonra normal hayatlarını
devam ettirsinler. Mehtapa ne diyeyim... Benim için her zaman
bol bol öpün. Babacığım, cezaevinde kalan arkadaşları arasıra yoklarsan, hallerini
hatırlarını sorarsan çok memnun olurum. Herbirisi oğlun sayılır. Dışarda
bizler için uğraşan dostlarımı ve dostlarını unutmayacağını biliyorum. Mektubum burada biterken sizi, annemi, Yüceli, ablamı, Aziz abiyi,
Mehtapı hasretle kucaklarım babacığım... Sağlıcakla kalın. Hoşçakalın Not: Akrabalara da bir mektup yazdım. Fakat belki vermeyebilirler. *** Bütün Akrabalara, Bu mektubumu okuduğunuz zaman artık aranızda olmayacağım. Mektubumu
Senatonun idamlarımızı tasdik ettiğini öğrendiğim anda yazıyorum. Şundan
emin olmalısınız ki, bugüne kadar davama olan inancım sarsılmamıştır.
Sehpaya gidene kadar da en ufak bir sarsılma olmayacaktır. Biz bunlara karşı çıktık. Bunun için biz vatan haini, onlar vatansever
oldular. Bizi bu mücadelemizden dolayı, güya adil mahkemelerinde yargılayan
ve yine adil kurumları eli ile asacak olanlar bilmelidirler ki; biz
halkımızın kurtuluşu ve Türkiyenin bağımsızlık mücadelesi uğruna
şerefimizle bir defa öleceğiz. Bizi asanlar, ... Son sözüm; Yaşasın İşçiler, Köylüler! Yaşasın Devrimciler! Yaşasın
Halkımın Kurtuluşu ve Bağımsızlığı İçin Savaşanlar! Yaşasın Tam Demokratik
Türkiyenin Kurulmasından Yana Olanlar! T. Yusuf Arslan
Hüseyin İnandan yakınlarına son mektup... İleride durumumu çok daha iyi
Candan selamlar... Hüseyin İnan
İdamın öncesinde Ölüm Orucu... Faşizme, katliamlara, işkenceye, zulme
ve zamlara karşı,
18. 4. 1972 gününde Mamak 1 numaralı Askeri Cezaevinde 12 gün süren
bir ölüm orucuna başlıyorlar. 1972 yılının ilk aylarında kontr-gerilla denilen ve artık gizliliği
kalmayan gizli örgütlerde yapılagelen işkenceler yoğunlaşmıştır. Cezaevlerinde
bulunan tutuklular, mahkemeye götürüyoruz, savcıya götürüyoruz
gibi bahanelerle cezaevinden alınıyor, kontr-gerillanın işkencehanelerine
götürülerek onlara ağır işkenceler uygulanıyor. Siyasi cinayetler yoğunlaşıyor. Yusuf Arslan, Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan, bu işkenceleri, yasa-dışı
uygulamaları, basına konulan sansürü, yapılan Anayasa değişikliklerini
ve zamları protesto için ölüm orucuna başlıyorlar ve bunun nedenlerini
şöyle açıklıyorlar. 1- Son getirilen zamlar ve hayat pahalılığı fakir emekçi halkımızın,
zaten son derece güç olan hayat şartlarını, çıkarcıların menfaatı uğruna
daha da dayanılmaz hale getirmiştir. 2- Halka dönük olan 1961 Anayasası, elbise değiştirir gibi
değiştirilmiş, bununla da yetinilmeyerek, halkımıza anayasamızca tanınan
hakları tamamen ortadan kaldırmak için yeni Anayasa değişikliğine gidilmek
istenmektedir. 3- Sıkıyönetim mahkemelerinde, MİT ajanlarına mahkemelerin
temsilcileri görüntüsü verilmek istenmiş ve (ANARŞİST) deyimi ile devrimcilerin
katline gidilmiş ve aynı nedenle siyasi cinayetler işlenmiştir. 4- Bizim bugün hücrelerinde kaldığımız Mamak Askeri Cezaevinde
bulunan diğer tutuklu arkadaşlarımızdan bir veya birkaçı her gün mahkemeye
götürüyoruz denilerek MİTin işkence odalarına götürülüp
çağ ve insanlık-dışı işkenceye tabi tutularak yapılan işkencenin bütün
belirtileri üstlerinde olarak geri getirilmektedir. 5- Bütün bu yasa-dışı, çağ-dışı ve insanlık-dışı uygulamaların
halkımız ve ilerici aydınlar tarafından bilinmemesi ve duyulmaması için
basına sansür konulmuş, basın ancak sıkıyönetimin izin verdiği haberleri
verebilecek duruma getirilmiştir. Bütün bu nedenlerle 18. 4. 1972 tarihinden itibaren (ÖLÜM
ORUCUNA) başladık, bu davranışımızın, kötülükleri sona erdirmeyeceğini
biliyoruz. Ancak, halkımıza ve onun haklarına cezaevi hücrelerinde sahip
çıkıp onu savunacak tek hareketimiz (ÖLÜM ORUCU)nu sürdürmek olacaktır. Ölüm orucu başladığı günlerde İstanbulda Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerinde
görülmekte olan ve gün-aşırı devam eden duruşmalarda bulunuyorum. Ankaraya
döndüğüm zaman ölüm orucu 11. gününü doldurmuştur. Avukat arkadaşlarım,
ölüm orucunun sürdürülmekte olduğunu ve bütün çabalara rağmen Gezmiş,
Arslan ve İnanın açlık grevinden vazgeçmediklerini söyleyerek
bir kez de benim görüşmemi ve onları vazgeçirmeye çalışmamı öneriyorlar. Düşünüyorum. Başlatılan ölüm orucu, nedenleri yönünden haklıdır. Ancak
ölüm cezasına hükümlü olanlar açısından zamansız ve sakıncalı. Adalet
Partili parlamenterlerin, kin ve intikam duyguları ile tam kadro halinde
katıldıkları oylamalar sonunda idam kararları TBMM tarafından onanmış.
İnönünün yönetimindeki CHP, 17.3.1972 günlü bu onama kararının
iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmuşsa da, yüksek mahkemenin usul
yönünden iptal kararı üzerine TBMM tarafından verilen ikinci onama kararı
için yeniden Anayasa Mahkemesine başvurmamıştır. Anayasa Mahkemesine
böyle bir davanın açılabilmesi için yasama meclislerinde gerekli 1/6
üye imzası bütün çabalara rağmen tamamlanamamıştır. Parlamento-dışı
çalışmalar ve dış etkenler sonuç vermemektedir. Yasal yollar tıkanmıştır.
Bu ve benzeri nedenlerle infazlar yaklaşmış ve artıkr gün beklenir duruma
gelmiştir. Açlığın fiziksel çöküntü doğurucu etkisi korkunçtur. Bu etkinin genç
ve yaşlı her insan üzerinde kendini göstereceği kuşkusuzdur. Bu tür
çöküntüye uğramış bir insanın infaza dayanabilme gücünün son derece
azalacağı da ortadadır. Moral güç ne kadar yerinde ve sağlam olursa
olsun, fiziksel çöküntünün infaza olumsuz bir görüntü vereceği ve bunun
maksatlı çevrelerce kullanılabileceği ve giderek yersiz ve olumsuz propagandalara
neden olacağı da açıktır. O halde ölüm orucu bırakılmalıdır. Ölüm orucunun 12. günü Askeri Cezaevine gidiyorum. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslanla görüşüyorum. Gözler
çökmüş, yüzler sararmış, sarı-yeşil bir görüntü almıştır. Deniz ayakta
duramıyor, karşımda diz çökerek benimle konuşuyor, İnan bitkin gönünüyor,
12 gün süren açlığın doğurduğu fiziksel çöküntü yüzlerde okunuyor. Yusuf
Arslan ayakta durabiliyor ve daha dayanıklı görünüyor. Ölüm orucunun nedenlerini anlatıyorlar. Cezaevinden alınarak gizli
merkezlere götürülen tutuklulara işkence yapıldığını, şikayet yollarının
kapandığını, basına sansür konularak bu yasa-dışı, insanlık-dışı uygulamaların
kamuoyundan gizlendiğini, zamların fakir emekçi halkın yaşantısını dayanılmaz
hale getirdiğini, bu baskıları, bu zulümleri protesto etmek için ölüm
orucuna başladıklarını söylüyorular. Ölüm orucunun bu 12. gününde bütün gücümü toplayarak onlara şunları
söylüyorum: Açlık her insan üzerinde olumsuz, fiziksel etkiler yaratır. Bu
etkilerin sizlerde de kendini göstereceği kuşkusuzdur. Dışarda infazların
önlenmesi için her türlü çalışmalar yapılmakta ve sürdürülmektedir.
Bu çabalar başarılı olabilir ya da olmayabilir. Çalışmalar olumlu sonuç
vermediği taktirde infazların yapılması kaçınılmaz olacaktır. Bu takdirde
sizlerin, idam sehpası altına, sağlam ve zinde olarak gitmeniz gerekir.
Açlıktan bitkin ve çöküntü içinde sehpa altına gitmeniz sakıncalıdır.
Bu takdirde açlığın doğurduğu bitkinlik ve çöküntü, maksatlı çevrelerce
kullanılacak, kamuoyuna korku olarak gösterilecek ve aleyhinize propagandalar
yapılacaktır. Böyle bir propagandaya olanak vermeye hakkınız yoktur.
Bunları düşünerek ölüm orucuna son vermeniz gerekir. Dinliyorlar. Bakışlarından sözlerimi yerinde bulduklarını anlıyorum. Gezmiş, kendilerini on dakika kadar beklememi, koğuşta arkadaşlarıyla
görüşeceklerini ve verecekleri kararı bana bildireceklerini söylüyor. Müdür yardımcısı binbaşının odasında bekliyorum. Onbeş dakika kadar
sonra bir görevli görüşmenin bittiğini ve benimle konuşmak istediklerini
söylüyor. Cezaevi müdür yardımcısı, hükümlülerin odaya getirilmelerini
emrediyor. Geliyorlar. Ölüm orucuna son verdiklerini söylüyorlar. Beş gün sonra bir geceyarısı, elleri arkalarından kelepçelenerek, ayaklarına
prangalar takılarak, Gezmiş, Arslan ve İnan, infaz için apar-topar Merkez
Cezaevine götürülüyorlar. (Halit Çelenk, İdam Gecesi Anıları, Onur Yayınları, s.71-75)
Deniz Gezmişten Avukatı Halit Çelenke... Bizler ölüme, hiç korkmadan,
1- Taylan Özgürün babası Cebeci Mezarlığında kendi ailesi için
üç mezar satın almıştı. Bunu öğrenmiştik. Taylanın babasına haber
gönderin, babalarımıza da söyleyin, o mezarları bize versinler, üçümüzü
bu mezarlara yanyana gömsünler. 2- İnfazlarda en azından bir avukatımız ve olanak varsa, özellikle
siz bulunun. İnfazlar hakkında ileride maksatlı çevreler tarafından
spekülasyonlar yapılabilir. İnfazda bulunacak avukatlarımız ya da avukatımız
tanık olsunlar, durumu görsünler, bu tür olası yayınlar hakkında açıklama
yapsınlar. 3- Başbakan dün bir konuşma yaptı, dinledik ve gazetelerde okuduk.
(Konuşmayı yapan Nihat Erimdir.) Bu konuşmayla bizlerin
kendilerinden af dilememiz, eylemlerimizden pişmanlak duyduğumuzu açıklamamız
istenmektedir. Bizler böyle bir şey düşünmüyoruz. Af dilemeyi hatırımızdan
geçirmiyoruz, ölüme seve seve gideceğiz. Yurdumuzun ve halkımızın yararına
olduğuna inandığımız bir eyleme girdik. Af isteme sözkonusu değildir.
Böyle bir şey yapmayacağız. Sizden rica ediyoruz, annelerimize ve babalarımıza
söyleyin, bizler için kimseden af dilemesinler, bu küçüklüktür. Bunu
yapmasınlar. Bizi küçük düşürmesinler. 4- Emniyette alınan ifademize, söylemediğimiz ve düşünmediğimiz şeyler
eklenmiştir. Bunun sonradan farkına vardık. Ne maksatla yapıldığını
bilmiyoruz. İfademize eklenen bu cümlerlere göre güya biz Sovyetler
Birliği Büyükelçisini de kaçırmak istediğimizi ve bunu planladığımızı
söylemişiz. Biz kardeş sosyalist bir ülkenin elçisini kaçırmayız. Bunu
reddediyoruz. Bu yalan sözler bizi bağlamaz, bunu da biliniz ve gerektiği
zaman açıklayınız. (Halit Çelenk, İdam Gecesi Anıları, Onur Yayınları, s.61) |
|||||