10 Ocak 2020
Sayı: KB 2020/02

Halkların ortak zenginliklerini yağmalama savaşı
Burjuva muhalefetin “tezkere muhalefeti”!
Bölgesel gelişmeler yayılmacı heveslere malzeme yapılıyor
Sermayenin ve AKP’nin “yerli-milli” safsatası
Kanal İstanbul Projesi üzerine Dr. Savaş Karabulut ile konuştuk…
Birleşik Metal Genel Kurulu’nun gösterdikleri
Metal işçisi kuru gürültü değil, somut ve sonuç alıcı mücadele programı istiyor!
Metal İşçileri Birliği Merkez Yürütme Kurulu Ocak ayı toplantı tutanakları
Petrol-İş Gebze Şube Genel Kurulu’ndan yansıyanlar
Halk hareketleri, işçi sınıfı ve devrimci parti
Süleymani cinayeti ve Molla rejimi
Ortadoğu’da yeni bir dönem mi?
Kadına yönelik şiddete karşı genelge
Müşteri değil öğrenciyiz, parasız yemek hakkımız!
Kapitalizm savaş demektir!
Tarım yapılmayan tarım ülkesi
Özgürlüğün kapısını aralarken…
Bedeli ödenmemiş hiçbir kazanım yoktur!
Birleşik bir mücadele hedefiyle örgütlenen İzmir İşçi Kurultayı başarıyla gerçekleşti!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kanal İstanbul Projesi üzerine Dr. Savaş Karabulut ile konuştuk…

“Tarih o raporlara imza atanları yargılayacak!”

 

- Kanal İstanbul Projesi toplumun gündemine yeniden girmiş bulunuyor. Aslında 2011 yılından bu yana bu “çılgın” projeden bahsediliyordu. Ama bu yıl kesinlikle gerçekleştirileceği söylemleriyle gündemleştirildi. Bu proje hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Öncelikle, Kanal İstanbul Projesini gündeme getiren AKP lideri Erdoğan projeyi ilk tanıttığında, adını verdiği “çılgın proje” tanımının gerçekte çok da çılgınca bir iş olmadığını belirtmek gerekiyor. Proje için “çıldırılmış” denilmesi daha doğru bence. Çünkü “çılgın” sözü insanlarda, proje sankiçok zekice, büyük ve iyi bir şeymişgibi bir algı uyandırıyor. O yüzden bu kelimeyi kullanmamak gerekiyor. Projenin ismine yapılan bu tamlama şekli halka şu mesajı vermeyi hedefliyor: “Böyle projeleri anca biz yaparız”. Evet, bu tür projelerin sadece sizin iktidarınızın aklına geleceğini biz iyi biliyoruz. O nedenle de, daha önce “Türkiye’de en uzun, en geniş, en büyük yapıları, havalimanlarını, köprüleri biz yaparız.” imajınızın, bizlere büyük vergilerle yansıdığını da çok iyi biliyoruz, demek gerekiyor.

Son süreçte özellikle Aralık 2019’da yayınlanan ÇED raporuna kamuoyunda büyük itirazlar oldu. Bu itirazlar öyle kuru kuruya, sadece muhalefet olsun diye de yapılmadı. Bu projeye itiraz edenler sadece CHP’liler değildi, bunu da bilmek gerekiyor. İnsanlar İl Müdürlükleri önünde saatlerce yağmurun, soğuğun altında bekleyip bir direniş sergilediler. Ben bu ülkede demokratik anlayışın çok fazla ilerlemediğini ve dilekçelerin çok fazla muhatap bulamayacağını düşünüyorum ama bu direnişin sergilenmesi çok önemliydi. İnsanlar “Biz boyun eğmiyoruz, bu işin arkasındayız, mücadelemizi sürdüreceğiz” mesajını verdiler. Mahallelerden otobüsler kaldırıldı, insanlar toplu olarak dilekçe verdiler, CİMER başvurularında bulundular.

Bu proje bu yüzden başladığı gibi kapatılacak bir proje. Nasıl ki onlar “Projeyi her ne olursa olsun yapacağız” diyerek ısrar ediyorlarsa, biz de diyoruz ki “Hayır arkadaş, biz de yaptırmayacağız!” Bu proje öyle bize sormadan gerçekleştirilecek bir proje değil. Daha önce Gezi sürecinde de “istediğimizi yapacağız” söylemleri dile getirilmişti. Ancak halk muhalefeti ile, İstanbul’da yaşayan kent sakinlerinin tepkileri ile bu sürecin geri teptiğini gördüler. Aynı süreç yakın zamanda termik santraller de yaşandı, aynı süreç Kaz Dağları’nda da yaşandı ve aynı süreç tekrar burada devam etti. Ben eminim ki, bu projenin yapılmamasını isteyen binler, on binler, hatta milyonlar var.

- Siz jeofizik mühendisisiniz. Kanal İstanbul Projesi’ne dair tartışmalarda, projenin geçiş güzergahında iki aktif fay hattının bulunmasından ve Küçükçekmece Gölü’ndeki fay hatlarından bahsediliyor. Proje hayata geçerse ciddi deprem risklerinin oluşacağı ifade ediliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

- ÇED raporunun Ekler (8, 9, 16) bölümünde, Jeofizik, Jeoloji ve Geoteknik kısımlarında, depremsellik ve tsunami bölümlerinde ana raporun aksine birçok eleştiri var. Ancak günümüzde, DHL, DSI, AFAD vb. kurumlardan da raporu revize eden, raporda belirtilen deprem uyarılarına rağmen aktif fay olmadığını ve içme sularının tuzlanmayacağını belirten görüşler bildirilerle kamuoyuna açıklandı.

Devlet Hava Meydanları işletmeleri hatırlarsanız bir rapor yayınladılar (sonra raporun sonunu revize ettiler), bu proje 3. havalimanını etkileyecek ve havalimanı kullanılmayacak hale gelecek, bu proje gerçekleşirse sıkıntı yaşanır dediler. Devlet Su İşleri rapor yayınladı, değiştirdiler. AFAD’dan birilerine, “burada aktif fay yoktur” diye yazdırdılar. Fakat sanırım bunu yazdıran kişiler ya da metni AFAD aracılığıyla basına servis eden kişiler ÇED raporunu bile okumadılar. Raporun kendisinde jeolojik ve jeofizik kesitler incelendiğinde birçok fay hattının geçtiğini görüyoruz. Raporun sadece Küçükçekmece kıyısına dokunmamışlar ama geri kalan kısımların hepsinde biz şunu görüyoruz. Kısmi kesitlerde veya jeofizik kesitlerde tabakalar arasında belli dokanaklar (iki farklı jeolojik birimi birbirinden ayıran sınır -KB) doğru gitmiyor. Yani kesitlerde faylar var ve bunlar incelendiğinde görünüyor. ÇED raporunun ekler kısmında verilen kesitlerde de faylar var.

Kısacası ÇED raporunu okumayan kişiler İstanbul’u sadece iktidarın projeyi rahatlıkla kamuoyuna sunması için bilgilendiriyor. Bunun dışında ÇED raporunda aynen şu ifade var: “Burada faylar var. 5 büyüklüğüne kadar deprem olabilir” diyor. Hatırlarsanız yakın zamanda 5.8’lik Silivri depremini yaşadık. Şehrin içerisinden, evlerin arasından geçen “fayın 5 büyüklüğünde deprem üreteceğinin belirtilmesi” çok ciddi bir tehlikedir. Orta büyüklükte bir deprem yani öyle küçük değil. Raporda böyle yazıyor ama nedense AFAD bunu bilmiyor.

Bu tür projelerin yapılması ya da değişik projelerin etkisiyle depremler meydana gelebiliyor. Bunun çok sayıda örneği var. Örneğin, yeraltına yüksek basınçlı su basıp kaya gazının çıkarılması gibi işlemler neticesinde de depremler gerçekleşebiliyor. İsviçre’nin Basel kentinde zorlamalı jeotermal dediğimiz bir uygulama sonucunda 4.6 büyüklüğünde deprem meydana geldi. Bu bölgede normalde hiç deprem olmuyordu, düşünün.

Kanal İstanbul Projesinin güzergahı üzerinde gerçekleşecek patlatmalarda günlük 43 kilo, yıllık yaklaşık 4 milyon kilo amonyum nitrat kullanılacak. Birçok kazı yapılacak. Deniz suyu karayı basınca, yerin boşluk suyu basıncı değişecek ve bu patlatmalar yeraltı boşluk suyu basıncının değişmesine sebep olacağı için depremler olabilecek. Belki de 5 büyüklüğünde depremler olacak ve bunlar şehrin merkezinde olacak. O yüzden AFAD’ın raporunun hiçbir bilimsel dayanağı yok. Bilimsel olmayan bir ÇED raporunda bile daha net bilimsel tanımlar var. AFAD önce o bilimsel raporu okusun, ondan sonra yazsın raporunu.

- Birçok bilim insanı ve ilerici akademisyen ÇED raporunun çok çelişkili, yanlış ve hatalı yanlarının olduğunu belirtti. Bu rapor hakkında ne düşünüyorsunuz?

ÇED raporunun ana metni yaklaşık 1600 sayfa ve ekleri 16.000 sayfa. Raporun tamamını değil ancak anahtar bazı kelimeleri rapor içinde arayarak raporu hızlıca inceleyebiliyoruz. Bir bilim insanı olarak nelere odaklanacağımı biliyorum, nerede ne tür ayarlamalar yapılacağını biliyorum ve bunlara bakarak bazı incelemeler yaptım. Fakat ekler kısmında verilen bir sürü olumsuz görüş ana metinde yok. Tsunami, depremler, heyelanlar, zemin problemleri, ormanlar, tarım alanları, meralar, arkeolojik alanlar ve kültürel varlıklarla ilgili aklınıza gelebilecek bütün bahsettiğimiz problemlerle ilgili eleştiriler var. Ama ana metinde yok. Yani ekler kısmında bir sürü olumsuz görüş bildirmiş ama ana raporu hazırlayan kişiler bunları görmezden gelmiş ve ÇED raporunu olumlu kılmış.

Raporun kendi içinde de çelişkileri var. Raporda en büyük sorun su sorunu. Bugün bazı akademisyenler, “su sorunu yaşanmayacak ve içme suları tuzlanmayacak” diyorlar. Biz jeofizik mühendisleri olarak tuzlu sularla ilgili çalışmalarda yapıyoruz, Terkos Gölü’nde yapılan çalışmalar var. Bu gölde tuzluluk başlamış bile. Bu yüzden raporda tuzlu su girişinin olmayacağını iddia edenler doğru söylemiyorlar. Tuzlu su girişi olacak, bunu önleyemezsiniz. Çünkü oradaki kayaçlar çatlaklı ve kırıklı. Birçok patlayıcı kullanılacak, denge iyice bozulacak. Tuzlu su öyle bir şey ki, girdiği an içme suyunun yapısını da bozar. Geri dönüşü yok bu işin.

1/100000’lik çevre düzeni planı için İTÜ’nün dört farklı Ana Bilim Dalından görüş aldılar. Mesela İstanbul Teknik Üniversitesi Ulaştırma Ana Bilim dalı tarafından yayınlanan, 1/100000 ölçekli çevre düzeni planına yapılan sözde “bilimsel katkıyı” okuduğunuzda donup kalıyorsunuz. ÇED raporunda 5 tane güzergah belirlenmişti, 4 numara alternatif kabul ediliyor. Terkos’dan başlayıp Küçükçekmece’ye giden yol. O anabilim dalında görevli öğretim üyelerinden her kimse diyor ki; “Burada en iyi alternatif yol burasıdır. Topografya şartları daha doğrudur ve Küçükçekmece gölü içme suyu amaçlı kullanılmamaktadır.” Ey hoca, sana sormazlar mı? “Çekmece gölü kullanılmıyor da Sazlıdere ve Terkos gölleri de mi kullanılmıyor?”.

Diyorlar ki “10.000 kişiye istihdam sağlayacağız.” Panama Kanalı yapılırken 27.500 işçi, kanal kazısı sırasında ve salgın hastalıklardan hayatını kaybetmiş. 10.000 kişiye mezar mı kurmaya çalışıyorsunuz? Bu arada mezarlıklar da kanal sularının altında kalıyor. Arnavutköy’de sadece 11 tane mezarlık su altında kalıyor. 16 tane arkeolojik alan önemli derecede etkileniyor. ÇED raporunun ekler kısmında olup da ana metinde yer almayan Florya’da bulunan Atatürk Deniz Köşkü bile etkilenme alanı içinde bulunuyor. Ama emin olun bu projeyi savunanların birçoğu ekler kısmını okumamıştır bile.

- ÇED raporlarını hazırlayanlar kendilerini bilim insanı olarak niteleyen kişiler. Sizin de dikkat çektiğiniz bir durum var; bugünkü akademisyenlerin bilime, eğitime ve topluma değil de sermayeye hizmet ettiklerine dair. Bu raporları hazırlayanlar da insan hayatını tehlikeye atıyorlar. Akademideki bu duruma dair ne denilebilir?

- Tarih o raporlara imza atanları yargılayacak. Halka ve topluma karşı suç işlemektedirler. Biz mühendis projelerini teknoloji projeleri olarak görmeyiz. Mühendislik projelerinin aynı zamanda insana, doğaya, ekolojiye ve topluma olan yararı ile bir ilişkisi söz konusu. Ama bu süreç yeni de başlamadı. Yani 1980 öncesindeki akademisyenlerin gücü ile şimdiki akademisyenlerin gücü aynı değil. O zamanlar süreç başka işliyordu. 1990’lardaki Bologna süreci ve GATS anlaşmaları ile birlikte Türkiye’de özel üniversiteler açılmaya başlandı. Mahalle aralarında üniversiteler kuruldu, birer işletme dükkanı gibi. İki tane bina alan hemen bir üniversite açtı. Günümüzde bu durum katlanarak devam ediyor. Devlet üniversitelerinden hocaları transfer ediyorlar ve bir hocaya on tane ders verdiriyorlar. Ayrıca bu anlayış hocaya doğru düzgün para vermez ama çok iş yaptırmaya çalışır. Aynı zamanda “piyasanın ihtiyaçlarını nasıl daha rahat karşılayabiliriz?” sorusuna yanıt ararlar.

Aslında üniversite sermayenin işlemlerini kolaylaştırmak üzere bilim üreten mekanlar haline dönüştürüldü. Entegrasyon süreci, üniversite-sanayi işbirliği, teknokentler, AR-GE’ler kullanılarak yapıldı bu. Neredeyse bütün üniversitelerde Teknokentler var ve bu teknokentlerin çoğunda hocaların şirketleri var. Hocalar şirket kurarak piyasaya iş yapıyor. Çünkü artık süreç piyasaya entegre olan hocaların piyasanın ihtiyaçlarını karşılama ve bundan para kazanma yolu ile işliyor. Doçentlik, profesörlük, doktorluk gibi unvanlarını kullanıp piyasaya iş yapıyorlar. Üniversitenin unvanını kullanarak iş yapabiliyorlar. Üniversiteler de döner sermayeden para kazanıyor. Ayrıca piyasanın ihtiyaçları da olumlu şekilde karşılanmış oluyor.

ÇED raporuna katkı sağlayan ve sorun yokmuş gibi gösteren o hocalar da tam olarak bu durum içindeler. ÇED raporuna imza atan akademisyenlerin ve birçok mühendisin ismi raporda mevcuttur. Bu mühendisler, projeyi teknik boyutu ile değil insani boyutuyla, bilim etiği boyutuyla düşünmek zorundalar. Ekolojik yönünü de düşünmek zorundalar. Fakat bunlar düşünmüyorlar. Independent Türkiye’de bir haber okudum. Hoca diyor ki, “yeni bir şehrin kurulmasına ihtiyaç var, çok temel bir ihtiyacımız”. Bir diğeri de diyor ki, bu proje uygulandığında “içme sularımız artacak”! Bilimsel veriler üzerinden bunları söylemiyorlar. Bir başka örnek daha aktarayım: Tsunami riskini hesaplayan bir hoca, Orta Marmara çukurunun yani bize yakın olan fay hattının tehlikesini değil de, daha uzaktaki fay hattının tehlikesini alarak, projenin etkilenmesi riskini küçültmüş. Sihirli dokunuşlar bunlar! Ama aynı hoca raporda şunu da belirtmiş: “Tsunami olursa kanaldaki gemiler birbirine veya kıyıya çarpabilir, büyük patlamalar olabilir, hemen gemileri çıkarmak gerekir.”

Arkeolojik alanlar ile ilgili kısımda (Ek-35) açık açık demişler ki; “biz proje güzergahı üzerindeki alana gittik ve ilgili kuruldan arkeolojik ve kültürel varlıklar ile ilgili veriler aldık ve incelemeler de bulunduk.” Fakat inceleme yaparken ekstra kültürel varlık buluyorlar ve diyorlar ki; “Bu bölgenin tamamı incelenmemiştir. Önce bu bölgenin tamamı arkeolojik olarak incelenmeli, incelendikten sonra kazı yapılmalıdır.”

Kısacası, bu rapor bir tez değil biz de anti-tez üretecek konumda değiliz. Boşuna bizim zamanımızı çalmasınlar, bıraksınlar bu proje işini. Bu proje kesinlikle uygulanacak bir proje değil.

- Son olarak he söylemek istersiniz?

- Sonuçta bu süreçte mahallerde, derneklerde toplantılar yapılıyor. Hayvan haklarını koruyanlar, ekolojik yaşamı savunanlar, ormanlarımızın ve sularımızın yok olmasını istemeyenler var. Şehirlerimizin yaşanabilir ve sürdürebilir şehirler olması için mücadele eden birçok siyasi parti, dernek, demokratik kitle örgütleri var. İnisiyatifler ve platformlar oluştu. Bunlar şu an yan yana gelmiş durumdalar. Ve mahallerde çalışan bağımsız gruplar da var.

Burada aslında şunu da söylemek gerekiyor. Bu meseleye karşı çıkmak İmamoğlu’nun bakış açısıyla da, Erdoğan bakış açısıyla da olmaz. Ben ne Erdoğancı ne İmamoğlu’cuyum. İnsanların da burada kutuplaşma içerisinde olmasını istemiyorum. Bugün karşı çıkmanın yegâne koşulu, bilim ve mühendislik kriterleridir. İBB tarafından her konuda yapılan çalıştaylar önemli. Bu konu hakkında da yapılacak ancak projeye olumlu görüş sunan akademisyenleri neden davet ettiler, bu bir soru işareti.

Mesela ben şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Boğaziçi olmasaydı, gelin burada kanal yapın konusu konuşulabilirdi. Çünkü Karadeniz’e ulaşım sıkıntısı olurdu. Mesela Panama Kanalı bir ihtiyaçtı. Süveyş Kanalı bir ihtiyaç. Ama bu kanal bir ihtiyaç değil. Toplumun ihtiyaçları ne ise biz onu söylüyoruz. Kanal İstanbul gemiler için ulaşımı kısaltmıyor, hatta daha da uzatıyor! Gemi geçiş sayılarının da yıllara bakıldığında azaldığı görülüyor. Yani bu projeye ne ihtiyaç var? Para kazanacağız diyorlar. Bu projen kendisini 40-50 senede amorti etmez. Bu projenin ömrü ne kadar peki? 100 senelik. Nedeni bilinmiyor.

Daha önce Avrasya Tüneli, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Osmangazi Köprüsü gibi projeler için alınan vergiler gibi halka ek vergiler gelecek. Bu işin AKP’si, MHP’si veya CHP’si yok. Bu işin tek tarafı var: Sınıfsal taraf. Sınıfsal tarafa baktığımızda, ekonomik kriz koşullarında emekçilerin ve emeklilerin durumu ortada. Pazara gidemiyorlar. Bu projeyle emekçilere ek vergiler gelecek. Yeni yapılan köprüler de paralı olacak.

Ortada, EYT’lileri seçim kaybetsek de emekli yapmayacağız diyen, öğrencileri üniversite kapılarında yemekhane zamlarına karşı direnişe geçiren, çevre katliamı yapıp insanları kanser eden, bunu özellikle de emekçi mahallelerinde yapan, tarımı bitiren, fabrikalarda istihdamı düşüren ve bütün kamu kuruluşlarını özelleştiren bir iktidar var. O yüzden kimse buradan para kazanılacağını falan düşünmesin.

Bu proje halka ekolojik ve yaşamsal anlamda yıkım getirir. İstanbul gibi deprem bekleyen bir kentin depreme hazırlanmayacağını da biliyoruz. Bu proje ile halkın depremle yüz yüze kalacağını, yüzbinlerce insanın hayatını kaybedeceğinin garantisini verebiliriz. Bu projeye harcanacak para ile İstanbul’da depreme dayanıklı 150 bin tane bina yapılabilirdi. Ama şu anda insanlar evlerinde büyük deprem olursa ne yapacağız diye bekliyorlar.