19 Temmuz 2019
Sayı: KB 2019/27

Tek yol devrim!
S-400’ler sermayeye lazım
Sermayeye peşkeşler, işçi ve emekçilere yeni saldırılar
AKP-Erdoğan iktidarını işçi ve emekçiler görevden alacak!
“Ağaç Dikme Bayramı”
Suruç Katliamı: IŞİD taşeronluğuyla korku imparatorluğu
Sendikal bürokrasinin panzehiri: Sınıf bilinci, taban örgütlülüğü
Hak-İş 14. Genel Kurulu’ndan yansıyanlar
MKE işçilerinin kararlılığı geri adım attırdı
KESK kamu TİS taleplerini açıkladı
Partinin gençlik çalışması
Lise çalışmamızın üç ayağı
“Popüler kültür” üzerine…
ABD’nin İran’a 40 yıldır dinmeyen öfkesi
LSG Sky Chefs’te direniş ve dayanışmayla kazanabiliriz!
“Doğu Almanya” işçisi eşit haklar için direniyor
Almanya’dan silah sevkiyatında Türkiye yine başta
Kadınlar Clara Zetkin’e ne borçludur? / 2
İmamoğlu’nun kreş vaadi ve TÜSİAD’ın raporunun gösterdikleri
Tutsak sınıf devrimcisi Hasan Akman’dan mektuplar
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Popüler kültür” üzerine…

 

Son dönemlerde popüler müziklere, kitaplara, filmlere vs.ye bakınca içler acısı bir tabloyla karşılaşıyoruz. Tam da düzenin istediği gibi, toplumdaki gerçek sorunlardan uzak kitaplar, müzikler vb. ön planda. Pizzanın mutlu etmesinden nasıl aşık olunacağına dair her şeyi anlatıyor bu kitaplar!

Sanat ve edebiyat, toplumun kötü zamanlarında topluma yön gösterici olmalı, toplumu aydınlatmalıdır. Toplumun sorunlarını ele almalı ve toplumun sesi olmalıdır. Ancak son dönemlerde “sanat” gerçekten birkaç zenginin halk ile adeta dalga geçtiği bir faaliyet haline geldi. En kötüsü de “popüler kültür” ürünü kitaplar, en çok satılanlar arasında yer alıyorlar. Bu, özellikle TV ve sosyal medya özendirmesiyle sağlanıyor. Tabii tüm bunları yönlendiren bir burjuvazi var.

Sanattan her zaman korkmuştur burjuvazi. Burjuvazinin Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ve daha nice sanatçıya yönelik tutumu, bu konuda başka söze gerek bırakmıyor. Kitapların halkın sesi olması bu sistem ve sahipleri için tehlikelidir. O yüzdendir ki egemen sınıf, sanatı her zaman elinde tutmak istemiş ama bunu tam olarak başaramamıştır.

Bu yeni dönemde ise ortaya birkaç “sanatçı” çıkıyor ve anlamsız şeylerden bahsederek, yığınla kitap piyasaya sürüyor. Reklamlarda, TV’de ve sosyal medyada gördüğümüz kişiler oluyor bunlar genelde. Satışları da iyi oluyor bu kitapların. Çünkü popüler insanlara aitler ya da onlar tarafından reklam ediliyorlar!

Daha çok gençler arasında yaygın olan bu “popüler kültür” gerçekten gençliğin bilincini türlü türlü yalanlar ile köreltip, sorunları görmesini engelliyor. Aynı etki gençliğin gittiği kafelerden giydiği kıyafetlere ve dış görünüşüne kadar uzanabiliyor. Moda denen şeye uymaya çalışan milyonlarca genç var. Bu gençlerin çoğu dış görünüşünü beğenmiyor. Çünkü burjuvazi, reklamlarda veya moda dergilerinde belirlediği figür ile kendi “tip”ini dayatıyor. En iyi kafeye gitmez ise arkadaşları tarafından dışlanacağını, en iyi telefonu almazsa teknolojiden uzak sayılacağını, en iyi kıyafeti giymezse “paçoz” olarak görüleceğini düşünebiliyor gençler. Bu yüzden psikolojik sorunları olan, toplumdan uzaklaşan ve intihara meyilli gençler yetişiyor. Burjuvazinin istediği de tam olarak bu.

Peki, ne yapmalı?

Cevap basit aslında. Sistemin bizi yönetmesine izin vermeyeceğiz. Bunu ise ancak bu sistem ile mücadele ederek başarabiliriz. Sistem ile mücadele ederken ayrıca sistemin seni dönüştürmeye çalıştığı veya dönüştürdüğü insan ile de mücadele edeceğiz.

“Eğer biz kapitalizmi yok edemezsek, kapitalizm bizi yok edecek!” Buna izin vermeyelim. Sistemi reddedip ona karşı birlik olmalıyız. Ancak bu şekilde hem benliğimizi hem de insanlığı kurtarmış oluruz. Unutmayalım ki gerçek mutluluğun yolu mücadeleden geçiyor!

Çorlu’dan bir DLB’li

 

 

 

 

Bir fabrika çalışması deneyimi

 

Çorlu’da belli bir süre çalıştığım fabrikada çocuk işçi çalıştırılmasının yanı sıra, 18 yaşından büyük işçilere sigorta yapılmıyor. Ayrıca işçilere asgari ücret dahi verilmiyor. İşçiler günlük 50 TL üzerinden çalışıyorlar. Normalinden daha az dinlenme ve yemek süreleri var. Sağlıksız çalışma koşulları da cabası…

İşçiler ile sohbet ettiğimde hepsi bu durumdan şikayetçiydi. Ancak “işsiz kalmamak için buna mecburuz” gibi cümleler kurarak, kendilerine bir çıkış yolu bulamadıklarını söylüyorlardı. İşçiler paralarını geç almaktan ve mesailerin yatmamasından yakınıyor, ancak buna dair bir çözüm üretemiyorlar. Onlara mücadele etmenin öneminden ve daha önce kazanılmış haklar olduğundan bahsettim. Greif işgalini anlattım ve birliğin önemini vurguladım.

Fakat fabrikalarda işçilere tamamen bireycilik dayatılıyor. İşçiler bir yarışa sürükleniyor ve tabii ki korku altında tutuluyorlar. Oysa düzenin bize dayattığı bireyciliğe, korkuya ve baskıya karşı birlik olmanın önemi, işçi sınıfının geçmiş mücadele tarihinden, kazanılmış haklardan ve ödenen bedellerden açıkça görülebiliyor. İşçi sınıfına bunları anlatmak, tekrar tekrar anlatmak biz sınıf devrimcilerinin görevi.

İşçi sınıfı sanki bir kurtarıcı bekliyor, kendi gücünün farkında değil. Bu durum yakın zamanda gerçekleşen Kale Kayış ve Flormar direnişlerinden de yansıyor. Bürokratik sendikacılığa takılmış olan direnişler işçilerin mücadele azmini kırıyor. İşçi sınıfı ne bürokrat sendikacılardan ne de kutsal şeylerden medet ummalı.

İşçi sınıfı ancak kendi gücüne, birliğine ve mücadele azmine güvenebilir. “Sendikal bürokrasi, fiili mücadele ile aşılmadan, hiçbir direniş zaferle sonuçlanamaz!” Bunun pratikte en yakın örneği Greif işgalidir. Greif işçileri yalnızca patronlara değil, sendika ağalarına da korku salmıştı. Çünkü sendika bürokrasisine göre hareket etmediler, yeri geldiğinde sendikayı da işgal edebildiler. “Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır!” şiarını benimseyerek, sınıfa harika bir deneyim bıraktılar.

Bugün bu karanlıktan çıkış yolu, işçi sınıfının gücünün farkına varması, birliğin ve örgütlü olabilmenin önemini anlaması ve öfkesini en sert şekilde sergilemesidir. İşçi sınıfı gerek patronlara gerekse sendikal bürokrasiye karşı militan bir mücadele yürüterek, haklarını ve geleceğini zorla koparıp almalıdır.

Gelecek mutlak sosyalizm!

Çorlu’dan bir DLB’li