29 Ocak 2016
Sayı: KB 2016/04

Efendiler uşaklara ayar çekti!
O “masa” hiç olmadı ki!
HDP 2. Kongresi’nde ‘yerel yönetim’ vurgusu
Yine kin kustu
“Zam yoksa üretim de yok!”
Öyleyse MESS’i yeneceğiz, başka yolu yok!
TOMİS Genel Kurulu başarıyla toplandı!
“Ücret sorunu” ebedi mi?
Bir fabrika deneyimi: Ben varım ama...
Devrimci sınıf sendikacılığı mücadelesinde artık daha güçlüyüz!
“Deneyimlerden öğrenerek örgütlenmenin önündeki engelleri aşmalıyız!”
Mücadele tarihinde kadının yeri
“Bizim sesimizi duyurun artık, burada çok büyük bir katliam var!”
Akademisyenlere destekler sürüyor
Hedefte geleceğimiz ve özgürlüğümüz var!
DLB’den liseli buluşmaları
“Sanatsever” Borusan’ın sanatçı işçiyi işten atması üzerine
Çin Ortadoğu’da etki alanını genişletiyor
Tunus’ta öfke sokaklara taşmaya devam ediyor
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Sanatsever” Borusan’ın sanatçı işçiyi işten atması üzerine

A. Ardil

 

Bir sanat eseri “tehlikeli” olur mu? Bu, eserin kimin tarafından üretildiği, hangi gerçekliklere ayna tuttuğu, hangi özlemlere cevap ürettiği ile ilgilidir biraz. Eğer bir sanat eseri doğru yer ve doğru zamanda, doğru kişiler tarafından üretilirse bazıları için tehlikeli olabilir.

Birkaç dizelik şiir, bir parça kağıda çizilmiş resim tahammül edilemez bir şey olur mu? Oluyor işte. Örneğin Silezyalı dokuma işçileri, büyük ekonomik bunalımın, açlık ve sefaletin baş gösterdiği yıllarda tarihin önemli başkaldırılarından birini gerçekleştirmişlerdi. Onlar için bardağı taşıran son damla patronların bir şiire olan tahammülsüzlüğüydü. Patronların tahammülsüzlüğü, işçilerden birinin işçiler arasında kulaktan kulağa dolanan, sefaletin gerçek sebeplerini ifade eden bir şiiri yüksek sesle okumasınaydı.

1844 yılı Almanya’sında, ekonomik durgunluk döneminde, karlarından vazgeçmek istemeyen patronlar çareyi işçilerin ücretlerini kısmakta bulmuşlardı. Onlar malikanelerinde ve villalarında sefa sürerken, işçiler açlık koşullarıyla mücadele ediyordu. Tabii bu durumda işçilerin başkaldırmasının önüne geçebilmek için işçiler üzerinde sürekli baskı kuruluyordu. 4 Haziran 1844 günü Peterswaidau’da bir işçi, işçilerin koşullar karşısındaki sessizliğini bozarak, yüksek sesle işçiler arasında kulaktan kulağa dolanan “Kanlı Mahkeme” şiirini okudu. Bu Silezyalı dokuma işçilerinden gelen ilk yürekli haykırıştı. Şiiri okuyan işçi yakalanarak hapse atıldı.

Tekrar soralım, bir şiir ne kadar tehlikeli olabilir ki? Şiiri okuyan işçinin hapse atılmasının nedeni, o zamanın patronlarının sanat ve edebiyattan pek hoşlanmıyor olması mıydı? Zannetmiyorum. Muhakkak onların da villalarını süsleyen tabloları ve heykelleri vardı ve kendi aralarında birbirlerinin yüreklerini okşayan şiirler okuyorlardı. Dönemlerinin modasından geri kalamazlardı ya. Ne de olsa burjuva sınıfına mensup olabilmenin esaslarındandır, ihtişamlı yaşamlarının, sahip oldukları mücevherlerin, kişisel zevklerinin resmedilmesi ya da tutkularının şiire dökülmesi. Yoksa yalnızca para, onun uğruna verilen kuru kuruya bir rekabet neye yarar ki? Üretmeyenler, yaşamın zenginliğine hiçbir şey katamayanlar kendilerini ne ile ifade edebilirler ki? Asalakça, sömürerek geçen bu yaşantıya, bol bol sahip oldukları boş vakitlerinin can sıkıntısına ne çare olur? Tabii burada da doğrudan bir burjuvanın ürettiği sanata pek rastlayamayız. Onu da parayla kendilerine bağladıkları sanatçılar üretmiştir. Yani patronlar için, onların istek ve beklentilerine göre.

İşte sorumuzun cevabı da burada. Yani, eğer ki yapılan resimler, yazılan şiirler onların bu beklentilerine karşılık gelmezse “tehlikeli” olma sınırlarına girmeye başlamıştır. Hatta şarlatanlıklarını yüzlerine vurup bir de karşılarına dikilirse… Hele bir de bunu yapan sırtlarından geçindikleri işçilerse, o zaman, yüreklerini korku kaplar. Korku onları vahşileştirir. Servetlerini kaybedeceklerinin korkusudur bu. O sanatsever, narin, incelikli kimseler, birden zalimleşiverirler, gaddarlaşırlar. Tıpkı açlığa, yoksulluğa artık yeter diyen Silezyalı işçiler karşısında zalimleştikleri gibi. İşçileri kurşuna dizdirdikleri, onları hapishanelere attırdıkları gibi.

Peki o zamanlardan bu yana ne değişti? Burjuvazi sömürüsünün araçlarını çoğalttı, gerçek niyetlerini maskeleyecek yol ve yöntemler geliştirdi; bizler de deneyimler edindik, öğrendik ve çoğaldık. Elbette değişen, gelişen çok şey var; Fakat sömürücülerin sömürüsüne son vermeden gerçek bir değişimden bahsedemeyeceğiz.

Bugün, 2016 yılının Ocak ayında, Borusan Holding’e bağlı Gemlik Borçelik Fabrikası’nda çalışan bir işçi olan Murat Burhan’ın, çizdiği karikatür işten atılmasına neden oldu. Ufak bir kağıda çizilmiş karikatürü tehlikeli kılan neydi? Ya da kimin için bir tehlike oluşturabilirdi bu eser? Borusan Holding’in patronu Ahmet Kocabıyık için mi tehlikeliydi? Kimdir bu Ahmet Bey? Onu “camiasında” en bilinen sıfatıyla tanımaya başlayalım; “iş adamı ve sanatsever”.

Motosiklet, büyük bir tutku onun için. En son Namibya’ya kadar gitmiş. Yat seyahatlerini seviyor fakat ifade ettiğine göre, yelkenli ile pek arası yok. “Yelkenli için çok çalışmak gerekiyor”muş, bu yüzden yelkenliyi sevmiyorum diyor. Motorlu yatı tercih ediyor ve en çok Bahamalar’a gitmeyi seviyormuş. Arkeoloji ile de ilgileniyor; “Efes’te yeni kazılar yapmak istiyoruz, üzerinde çalıştığımız yeni bir proje var” diyor. “Çiftlik” vaz geçilmez bir uğraş onun için. Bu nedenle “The Farm of 38° 30°” adında bir çiftlik kuruyor.

Türkiye’de sevildiği halde üretiminde sorunlar olan burrata, mozzarella gibi İtalyan peynirlerini üretmek üzere yola çıkmış. İtalya’dan Buffalo manda ve Hollanda’dan Simental cinsi inek getirtmişler. Çiftlikte yapılan üretimlerin pazarlanması da lüks restoranlara ve beş yıldızlı otellerin alakart restoranlarına yapılacakmış. Çiftliğin genel müdürü, oğlunun karısı, Kıvılcım Kocabıyık, “Artık kızıma güvenle yedirebileceğim peynirler yaptığımız için çok mutluyum” diyor. Çiftlik aynı zamanda bir “çağdaş sanat parkı” olacakmış. Bir de babasının yazdığı mektuplardan bir kitap yazmak istiyormuş. Röportajı yapan kişi haklı olarak bir soru yöneltiyor, yani bu kadar şeyin yanında şirketi yönetmeyi nasıl başarıyorsunuz? “Yönetim kurulu günlük işlere karışmaz, stratejiyi belirleyip sadece çok yukarıdan yön verir. Özetle, bizim grupta genel müdürler çok yetkilidir ve kimse işlerine karışmaz. Bu sayede ben de hobilerime daha çok vakit ayırabiliyorum.” diyor. Ona gerçekten bu çok fazla boş zamanı sağlamak için onun yerine çalışan yüzlerce işçiyi anmaya pek gerek duymuyor.

İşte burada burjuva ikiyüzlülüğünün düğümü çözülmeye başlar. İstanbul Teknik Üniversitesi’nden “topluma sağladığı büyük katkıları ve kültür sanat alanına desteklerinden” dolayı fahri doktora alan, aynı sebepten uluslararası bir çok ödül alan Beyefendi, kendisine bu olanakları sağlayan gerçek kişileri görmek istemez ve bunu gizlemek için elinden geleni yapar. Burjuvalar, iyi eğitim görmüş sanatsever kişiler olabilirler. Çünkü bunun imkanlarına sahipler. Peki neyin karşılığında? Onlar için çalışan, bütün ömürlerini çalışmak zorunda bırakılarak geçiren işçiler sayesinde değil mi? Ahmet Kocabıyık’ın “dünyada benzeri yok” diyerek övündüğü “ofis müzesi”, o müzeyi doldurduğu sanat eserleri, işçilerin ona sağladığı zenginlik sayesinde değil mi? Kendisi için kölece çalışma koşullarına boyun eğen işçiler olmasaydı nasıl gerçekleştirecekti bütün bu tutkularını? Ahmet Bey, boş vakitlerini dolduracak onlarca seçenek içinde hangisini seçeyim diye düşünürken, işçilerinin çocuklarıyla doğru düzgün vakit geçirebilecek kadar “boş vaktinin” olup olmadığını düşünmüş müdür?  Ya da İstanbul Teknik Üniversitesi, “topluma sağladığı büyük katkılar” derken, acaba toplum olarak kimi kastediyordu? Kocabıyık ailesini mi? Ya da Borusan Holding’in ticari ilişkiler ağında olan diğer kodaman şirketlerinden mi bahsediyordu?  Ernst Fischer’in güzel bir ifadesi var, “kendini tehlikede gören herhangi bir yönetici sınıf, sınıf baskısının özünü gizlemeye çalışır ve yozlaşmış bir toplum biçimini korumak için gösterdiği çabayı ‘sonsuz’, dokunulmaz ve bütün insani değerleri korumak için girişilmiş bir savaş olarak gösterir”.1 Ahmet Bey de boş vakit eğlencelerini “topluma büyük katkılar” olarak yutturmak için üniversitelerden destek alıyor. Birilerinin Ahmet Bey’e hatırlatması gerekiyor, işçi sınıfının bunlara karnı tok.

Peki Ahmet Kocabıyık ve sınıfdaşlarının sanat merakının arkasında hangi niyetler olabilir? Bunu anlamak için, sanata katkıdan bahsederken, acaba destek, katkı gibi kelimelerin yerine “yatırım” kelimesini kullansak nasıl olur? Ya da burjuvalar arası ilişkilerde “saygınlık kazanma yarışı”? Örneğin, yalnızca büyük paralar kazanırsanız iyi bir burjuva olursunuz, hem büyük paralar kazanıp hem de sanata, eğitime, yardım kuruluşlarına, vs. para harcarsanız saygın burjuva olursunuz. Saygın burjuvalardan olduysanız, “bir sonradan görme” değilsinizdir, yani yeni iş ortaklıklarına güven veren, köklü, kendini kanıtlamış bir şirket sahibisinizdir. Ayrıca sanat gibi karlı bir işe neden girmeyesiniz ki? Devlet, sanat vb. alanlarda yatırım yapanlara karşı vergilerde müthiş avantajlar sağlıyor. Bu avantajlardan kim faydalanmak istemez? Ayrıca bugün bir müzayededen trilyona satın aldığınız bir eserin fiyatını, spekülasyonlar yaratarak misli fiyatlara satma imkanınız da var. Sanat piyasasının borsa yasalarından bağımsız işlemediğini ilgilenenleri bilir. Değerlerin büyük değişkenlik gösterdiği, spekülasyonlara göre artan-azalan tamamen soyut, denetimi zor alanda “kara para aklamak” oldukça kolay. Bu konuda Amerika’daki büyük şirketlerin deneyimlerine bakabilirsiniz.2

Sanatı metalaştırmak elbette Ahmet Bey’in buluşu değil. Sınıfdaşları ondan çok zaman evvel bunu yaptılar. Daha doğrusu her şeyin alınıp satıldığı bir düzende sanatın bu noktaya gelmesi şaşılacak bir durum değil. Ahmet Bey biraz da sınıfsal vazifesini yerine getiriyor. Fakat biz şunu da çok iyi biliyoruz, burjuva sanatseverler kendilerini eleştirmiş, kendilerine karşı çıkan yüzlerce sanat eserini de satın alıyorlar, Fischer’in tabiriyle, “Kapitalizm, Kral Midas’ın dokunduğu her şeyi altına çevirmesi gibi, kendisine karşı çıkan her sanat eserini metaya çeviriyor.”2 Ama Ahmet Bey ya da kurmayları, Borçelik’te karikatür çizen işçinin bu çalışmasını satın almak yerine işçiyi kovdu. Acaba Ahmet Bey’in sanat anlayışına pek uygun düşmediği için mi? Çünkü röportajında “spesifik eserler”e yöneldiğini söylüyor. Yoksa bu eser yeterince “spesifik” değil miydi? Dokuma işçisinin hapse atılmasına sebep olan şiir patron Zwanziger’in ilgi alanına mı girmiyordu?

Gerçek şu ki, bu iki eser de gerçeğin açık bir temsilidir. Ahmet Beyler için “tehlikelidir”. Çünkü, alışık oldukları türden, beyaz salonların duvarları arasında sıkışıp kalmış eserlerden değillerdir. Sanat pazarında köleleştirdikleri sanatçıların umutsuz yapıtlarına benzemez bu eserler. Bu eserlerde arzularına, özlemlerine, burjuvaca sızlanmalarına dair bir şey bulamazlar. Ama kendilerini görürler bunlarda. Alınterini, emeğini çaldıkları işçilerin, öfkeli gözlerinde kendi yüzlerini görürler. Aynada gördükleri yüze benzemez bu yüz, bu defa çirkindirler. Korkarlar ve korkularında haklıdırlar da. Çünkü, düşünmemesi, gerçeği görmemesi için bin takla attıkları, bilimi, sanatı, felsefeyi, köşe bucak kaçırdıkları işçiler düşünüyorlar. Ve düşüncelerinin de sanatlarının da temeli, onların alışık olmadıkları bir türden, somut yaşamın somut gerçekliğinden ilhamını alır. Bu ilhamın meyvesi, patron ofisinin duvarında değil, işçilerin arasındadır. 

Sizinle bir konuda anlaşıyoruz “Beyefendi”, ufacık bir kağıda çizilmiş bir resimden korkmakta haklısınız. Çünkü, işçiler düşünüyorlar. Ve bilirsiniz, işçiler pratik insanlardır, düşüncelerini süratle hayata geçirirler. Siz yelkenli yatınız çalışma gerektirdiği için ona binmeyi sevmediğinizi söylüyorsunuz. Siz tembel bir insansınız. İşçiler çalışmaktan korkmazlar, bugün sizi zengin etmek için çalıştıkları gibi sizlerin onlardan çaldıklarınızı geri almak için de çalışacaklardır.

 

1 Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, Payel Yay.

2 Chin-tao Wu, Kültürün Özelleştirilmesi, İletişim Yay.

 
§