06 Aralık 2013
Sayı: KB 2013/47

Haziran başlangıç, işçi sınıfı gelecek!
Düzene karşı devrim!
Bu pisliği devrim temizler!
AKP-cemaat çatışması üzerine notlar... - Haydar Baran
“ÇHD’lilere sahip çıkalım!”
Zamana oynuyorlar!
Kılıçdaroğlu ile partisi ABD’de “görücüye” çıktı
Herkese eşit, parasız ve nitelikli sağlık!
“Sağlık verilerinin korunması haktır!”
Bosch işçilerinin mücadele birliği güçleniyor!
Gebze’de mücadele çağrısı
Hak-İş bürokratlarından zoraki Feniş ziyareti!
Yatağan’da kavga sürüyor!
Kasım ayında 128 iş cinayeti yaşandı
Din, dinsel akımlar ve tutumumuz
Köksüz bir yazarın kök arayışı - 1 K.Toprak
Ukrayna ve Alman burjuvazisinin kirli emelleri
Cenevre 2’ye giderken...
Bir sene devrilirken... - T. Kor
Dünya iklim krizinde
Dershaneler de özel okullar da kapatılsın!
Bu daha başlangıç mücadeleye devam!
15 yılın coşkusuyla kitlesel, devrimci final!
“Sana zafer sözümüz olsun!”
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“İşçi sınıfı yurtseverliği” adı altında küçük-burjuva milliyetçiliğine yol düzlemek...

Köksüz bir yazarın kök arayışı - 1

K. Toprak

 

Devrimci dönemler aynı zamanda siyasal çalkantılar, altüst oluş dönemleridir. Böylesi dönemlerde kitlelerin bağrında yıllar, hatta bazen onyıllar boyunca biriken hoşnutsuzluklar hiç beklenmedik anlarda ve biçimlerde kabarıp dışa vurur. Biriken öfke ve hoşnutsuzluğun her dışa vurma anı ise aynı zamanda devrime önderlik etme iddiasında olan siyasal akımlar için bir sınav zamanıdır.

Eğer devrimci sınıfı temsil etme iddianızda samimi iseniz yapmanız gereken açıktır. Kitlelerde kabaran öfkeyi yoğurur, onu eksiklik ve zaaflarından arındırmaya çalışır, doğru politik hedefe yöneltebilmek için tüm enerjiniz ile seferber olursunuz. Eğer böyle bir seferberlik içine girdiyseniz, tarihin o anında bu hedefi başarıyla sonuçlandırıp sonuçlandıramamanız çok da önemli olmayabilir. Zira toplumsal devrimler bir anda başlayıp bitmezler. Onlar birbiri ardına gelen bir dizi öncü sarsıntının, yani toplumsal çalkantının ürünü olarak sonuca ulaşırken, siz de tarihin size verdiği rolü en güçlü bir şekilde oynamaya çalışırsınız.

Yok, eğer devrimci sınıfı temsil etme iddianız kuru bir laf kalabalığı ise, böylesi dönemler kitlelerin kendiliğinden bilincinin bile gerisine düştüğünüz, meydanları da onlardan önce terk ettiğiniz dönemlerdir. Dahası hareketin eksiklik ve zaafları sizin için aşılması gereken engeller değil, teorize edilmesi gereken gerçeklikler haline gelir. Kitlelerin eylemi bilinçlerini fersah fersah aşmışken, siz o geri bilinçte o güne kadar utangaçça dile getirdiğiniz söylemleri gördükçe mutlu olur, gerçekte ait olduğunuz sınıfsal konumu teorize edebilmek için daha büyük bir iştahla işe koyulursunuz.

Burada atılan devrim ve sosyalizm nutukları da altı boş söz kalıpları olmaktan öteye gitmez. Zira kitlelerin başka bir dünyaya duyduğu özlemi en yalın biçimde dile getirdiği böylesi dönemler, zaten öncü olma iddiasındaki her siyasal akımın devrim ve sosyalizm adına konuştuğu dönemlerdir. Örneğin dünya devrim tarihine kara bir leke olarak geçen II. Enternasyonal oportünistlerinin kendilerine sorsanız, yaptıkları her şeyi işçi sınıfının çıkarı için ve devrimcilik adına yapmışlardır. Ya da 1917’de Rusya’da toplumsal devrimin önüne geçmek için her yolu deneyen, burjuvazi ile birlikte yürüyecekleri bir orta yol bulabilmek için türlü taklalar atan Menşeviklerin de tek derdi işçi sınıfını taşıdığı kölelik prangalarından kurtarabilmektir. Ne var ki gerçekler devrimcidir. Ve o devrimci gerçekler tarihsel deneyimlerin ışığında dünden bugüne, bugünden ise geleceğe taşınır.

Türkiye sol hareketinin Haziran sınavı

Dünyanın yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler döneminin içinde olduğu, Türkiye’nin kendisini saran coğrafyalarda yaşanan süreçlerden etkilenmesinin kaçınılmazlığı ve daha da önemlisi Türkiye’nin dünyanın kaynayan kazanının tam ortasında olduğu, yani burada yaşanan toplumsal gelişmelerin tüm dünyada derin bir yankı uyandıracağı gerçeği, Haziran günleri ile birlikte bir kez daha açığa çıktı. Haziran günleri ile kendisini bir kez daha kanıtlayan bir başka gerçek ise işçi sınıfının toplumsal devrimlerde taşıdığı özel roldü. Kendisini üretim sürecinin içinde örgütleyen ve sınıfsal karşıtlıklar üzerinden ifade eden modern sanayi proletaryası mücadele sahnesine çıkmadan yaşanan her toplumsal hareketliliğin, şu veya bu şekilde önemli bir miras da bırakarak, ama kurulu düzenin yapısına dokunamadan geriye çekilmeye mahkûm olduğu bir kez daha görülmüş oldu.

Ancak unutmamak gerekir ki, bu henüz sadece bir ilk öncü sarsıntı idi. Toplumsal devrim daha nice benzer öncü sarsıntılar yaşayarak ilerleyecek. Bu öncü sarsıntılar içinde büyüyüp olgunlaşacak, kendi yönünü ve doğrultusunu bu olgunlaşma süreci içerisinde daha net bir şekilde ortaya çıkartacak. Bu olgunlaşma süreçlerinin her biri ise toplumsal devrime önderlik etme iddiasında olan siyasal akımların tümü için bir sınav dönemi olacak. Aynı Haziran günlerinde olduğu gibi.

İşçi sınıfının devrimci öncülüğü misyonunu taşıyan komünistler için bu ara sınavların her birinin başarısı esas olarak işçi sınıfını örgütlü bir güç olarak ne kadar bu mücadelelerin içine çekebildiği, onu mücadelenin ön saflarına ne kadar taşıyabildiği ile ölçülecek. Zira onlar, söz konusu olan bir toplumsal devrim ise, bunun ancak sınıf karşıtlıkları üzerinden ilerleyebileceği, eksiklik ve zaaflarından da ancak bu şekilde arınabileceği yönünde duru bir bilince sahipler.

Sözde devrim ve sosyalizm adına konuşan ara sınıfların temsilcileri ise bu ara sınavlarda aynı Haziran günlerinde olduğu gibi yalpalamaya, ona kendi gömleklerini giydirebilmek için çabalamaya devam edecekler. Kimileri Haziran günlerinde olduğu gibi heterojen bir halk hareketini olgunlaşmış bir sınıf hareketi olarak değerlendirip kendi tasfiyeci eğilimlerine dolgu malzemesi yapmaya çalışacak, kimileri demokratikleştirme diye tutturup parlamenter heveslerini daha da depreştirecek, kimileri ise kapitalizmin gelişme dinamiklerini çarpıtarak sözde emperyalizme karşıtlık adına burjuvazinin geçmiş değer ve gelenekleri ile uzlaşmanın yollarını arayacak.

Burada asıl konumuz ve tartışmamız bu son eğilim olacak. Zira hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu ilk öncü sarsıntıda en pespaye sınavı SİP geleneği verdi. Bir yavuz hırsız olarak bugün artık TKP adı ile bilinen bu çevre, bu süreci, kitlelerin geri bilincine de yaslanarak, kendi ideolojik ve sınıfsal kimliğine yakışır bir şekilde, burjuvazinin artık geride kalmış değerlerine tutunmanın bir manivelasına dönüştürdü.

Pratikte attıkları adımlar bir tarafa, bu çevrenin ideologlarından Kemal Okuyan, Haziran Direnişi’nin ateşi ile olsa gerek, daha 2011 yılında “bir türlü tamamlayamadım” dediği yurtseverlikle ilgili kitabını nihayet tamamlayabildi. İyi ki de tamamladı! Böylece bizler de yıllardır dillerine pelesenk ettikleri “yurtseverlik” kavramını nasıl gerekçelendirdiklerini, daha doğrusu “kendi komünistliklerine toz kondurmamak için” tarihi ve işçi sınıfının devrimci ideolojisinin yaratıcılarını nasıl çarpıttıklarını bir kez daha görme şansına erişmiş olduk.

Köksüz yazarın kök arayışı

Yurtseverlik, bir ideoloji olarak, toplumsal hareketlerin kendilerini anlamlandırabilmesine, zamansal ve mekânsal açıdan tarihsel süreçlere yerleştirebilmesine yardımcı olur”1 diyor kitabının giriş bölümünde yazarımız ve hemen ardından ekliyor: “İnsanoğlu köksüzlükten pek hazzetmez, toplumsal mücadelelerdeyse bu büsbütün açıkta kalmak anlamına gelir.”2

İşte yazarımızın ruhuna sinen de bu “açıkta kalma” korkusudur. Kendisine sınıfsal bir kimlik ve aidiyet yaratmayı başaramayan her ideolog gibi o da kendisi için bir kök tanımlama telaşındadır. Kendisinin ve savunduğu geleneğin “yurtseverlik” sevdası tam da burada anlamını bulmaktadır. Yoksa yurtseverlik tek başına, sıklıkla eleştirildiği ve kendisinin de usta bir demagog olarak yanıt üretmeye çalıştığı gibi, “toplumdaki milliyetçi eğilimlerden nemalanmak, hiç değilse onlarla gerilim yaşamamak için uydurulmuş” değildir. Kuşkusuz söz konusu olan SİP geleneği olduğunda, tutumların ve söylemlerin altında böyle bir kaygının da belirli bir rolü vardır. Ancak meseleyi bu sınırlarda ele almak hem çok basitleştirmek olur, hem de yazarımız için yeni bir demagoji malzemesi yaratmaktan öteye gitmez.

Asıl sorun çok daha derinlerde, üzerine giydiği gömleği taşıyıp taşıyamama konusunda yaşanmaktadır. Sonuçta, komünistim demekle nasıl komünist olunmuyorsa, devrimci hareketin toplam mirası olan imzaları birer oldu bitti haline getirip kullanmakla da o mirasın taşıyıcısı olunamıyor. Devrimci mirası taşıyabilmek, her şeyden önce o imzalara ruhunu veren devrimci değerleri özümseyebilmek, geleceğe taşıyabilmek ile mümkün oluyor. Sahip olduğunuz kök her defasında esas olarak taşıdığınız sınıfsal aidiyet üzerinden şekilleniyor.

Kavramları algılayış ile bu kavramlar karşısındaki siyasal konumlanışı da bu sınıfsal aidiyet şekillendiriyor. Bunu tam da bu noktada özel olarak belirtmekte fayda var. Zira SİP geleneğinin yıllardır tüm siyasal konumlanışı emperyalizm gerçekliği üzerinden şekilleniyor. Bunun kendi içinde haklı ve anlaşılır nedenleri bulunuyor. Her şeyden önce bugünün dünyasında, hele hele emperyalist-kapitalist sisteme göbek bağı ile bağlı bulunan Türkiye’de, hiçbir gelişmeyi bu gerçeklikten kopartıp değerlendirebilmek mümkün değil. Kaldı ki Türkiye’de toplumsal mücadele uzunca bir dönem kendisini esas olarak bu zemin üzerinden ifade etti. ‘60’lı yılların sonu ve bütün bir ‘70’li yıllar Türkiye’de anti-emperyalist mücadelenin topluma damgasını vurduğu bir dönemdi. Dönemin küçük-burjuva devrimci hareketleri kendilerini hep bu zemin üzerinden ifade edip gerekçelendirme yolunu tuttular. Tarihsel yanılgıları, anti-emperyalist mücadeleyi demokratikleşme ve bağımsız gelişim ekseninde ele almaları idi. Bu yanılgı ise sonuçta bu hareketlerin sınıfsal konumlarının ve ideolojik kimliklerinin bir yansımasıydı. Zira onlar işçi sınıfının değil, asıl olarak tekelci kapitalizmin yıkıma uğrattığı küçük burjuvazi ve köylülüğün temsilcileriydiler.

SİP geleneği ise, aradan neredeyse 50 yıl geçtikten sonra, yaşanan gelişme süreçlerine gözünü kapatarak, imzasına kondukları tarihsel mirasın (bu çevre şu günlerde yavuz hırsızlığın yeni bir örneğini sergileyerek üniversitelerde FKF adı altında çalışma yürütüyor) çok daha gerisinde bir noktaya doğru savruluyor. Bu durumda, yazdıklarınızı savunacak devrimci bir ideoloji ve iradeye sahip değilseniz, program adına yazdıklarınızın boş birer söz kalıbı olmaktan öteye gidemiyor. Zira TKP programı, doğru bir tutumla emperyalizme karşı çözüm yolu olarak işçi sınıfı iktidarını gösteriyor. “Okuyan” yazarımız da kitabı boyunca, meselelere sınıfsal bakmak gerektiğinden, işçi sınıfı iktidarını kurmak gerektiğinden dem vuruyor. Yurtseverliği milliyetçilikten ayırmaya çalışırken,“‘Bizim ora’nın zorbasına, zalimine, sömürücüsüne, kötücül güçlerine tahammül etmemek, onları başka diyarlardaki zorbalardan, zalimlerden, sömürücülerden, kötücül güçlerden ayırmamak, onlara hayırhah bakmamaktır yurtseverlik”3 diyor.

Gelin görün ki bu gelenek, tüm bu söylemleri ile birlikte Türkiye’de kapitalist gelişmenin ulaştığı aşamayı, emperyalist sistemin ona yeniden şekil verme arayışlarını da bütünlüğü içinde kavramaktan özel olarak kaçınıyor. Sanki ortaya çıkan tablo -AKP’nin iktidarlaşma süreci- burjuvazinin toplam gelişim süreçlerinden bağımsızmış, 90 yıllık burjuva cumhuriyetinin bir ürünü değilmiş gibi onu önceki döneminden mekanik bir şekilde ayırıyor; “İkinci Cumhuriyet” tanımlaması ile yaftalayıveriyor. Böylece sinsi bir şekilde “Birinci Cumhuriyet”in eteğine yapışmanın yolunu da döşemiş oluyor.

Bu konuda yazarımız “cumhuriyetçi açılımların tarihsel meşruiyetini sorgulatmamak” gerekir diyor. Kuşkusuz bu açıdan haklı bir zeminde de bulunuyor. Ancak bir marksist için tarihsel bir evrede yaşanan gelişimi doğru bir politik zemine oturtabilmek ne kadar önemli ise, artık aşılmış bulunan bir gelişim evresinin eteğine yapışmamak da en az onun kadar önem taşıyor. Aslına bakarsanız, yazarımız bu gerçeği en az bizim kadar iyi biliyor. Bu basit ve yalın gerçek işine gelmediği için, çarpıtmanın ve demagojinin yollarını döşüyor.

Marx emperyalizmi tahlil etseydi!

Söz konusu olan “yurtseverlik” olunca, yazarımızın yardımına sığınacağı en son kişi doğal olarak Marx’ın kendisi olsa gerek. Zira 1800’li yılların ortaları, dünyada uluslaşma süreçlerinin henüz şekillendiği, burjuvazinin halen bir dizi ülkede feodalizme karşı iktidarını sağlamlaştırabilmek için proletaryanın devrimci enerjisini yedeklemeye çalıştığı bir dönem. Tersinden ise bu aynı dönem burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlığı nedeniyle burjuvazinin nasıl hızla gericileştiğini, kendisini proletaryanın hışmından kurtarabilmek için feodalizmin eteğine nasıl yapıştığını gösteren sayısız örnek ile dolu.

Bu dönemin en temel olgusu ise kapitalizmin muazzam devindirici gücüdür. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca kapitalizm muazzam bir hızla gelişip yayılırken, o güne kadar var olan tüm alışkanlıkları da yerle bir etti. İlk başta güneşin batmadığı imparatorluk olan İngiltere’de, ardından Fransız Devrimi’nin itici etkisi ile Kıta Avrupa’sında. Bu kapitalistleşme süreci kendi gelişim yasalarına uygun bir şekilde uluslaşma süreçleri ile iç içe yürüdü. Bu olgunun en çıplak biçimde yaşandığı yer ise Almanya oldu. Kapitalistleşme sürecine görece geç giriş yapan, hammadde kaynağı ve pazar alanı sömürgelerden yoksun olan Alman İmparatorluğu, bu yarışta rakiplerine yetişebilmek için, çeşitli imparatorluklara, krallıklara ve prensliklere bölünmüş bir şekilde yaşayan “Alman ulusu”nu bir çatı altında toplama çabasına girdi.

Marx, işte kapitalizmin bu muazzam devindirici atmosferinde bu gelişimin yasalarını ortaya koydu. Onun eserlerinin her biri, köhnemiş olana sonu gelmez bir hırs ile saldıran burjuvazinin, nasıl daha büyük bir hızla gericileştiğini ve bunun kaçınılmaz sonuçlarını anlatır. Marx’ı büyük bir devrimci yapan ise, bu devindirici atmosferin içinde, işi ne eskiyi büyük bir hızla yıkan burjuvaziye karşı hayranlığa, ne de insanlık için eskisinden daha büyük bir barbarlığa kapı aralayan kapitalizme duyduğu öfke ile geri olana biat etmeye vardırmamasıdır. O, bu tarihsel dönüşüm sürecinde burjuvazinin gericileşmesinin kaynağının üretim araçlarının özel mülkiyeti olduğunu kavrarken, aynı süreçte “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” yeni bir sınıfın şekillenmekte olduğunun bilincindedir. Onu eşsiz bir devrimci yapan, işçi sınıfının devrimci ideolojisini inşa etme yoluna iten de, üretim araçlarından yoksun olan sınıfın taşıdığı muazzam devrimci enerji, sınıfsız-sömürüsüz bir toplumun kurulması için sahip olduğu potansiyel güç ile kurduğu zihinsel bağdır.

Yazarımız Marx’ın “acilci” olduğunu söyler. Onun yurtseverlik gibi konularla ilgilenmeye ihtiyacı yoktu derken, bizim de Marx’ın döneminde yaşanan gelişmelere az önce ifade ettiğimiz pencereden baktığını iddia etmemizde sanırız bir sakınca yoktur. Zira 1848 Devrimleri gibi gelişmeler onun ve yoldaşı Engels’in kapitalizmin hızla aşılabileceği yönünde devrimci bir iyimserlik taşımalarına vesile olsa da, “emperyalizm” tanımına ihtiyaç duymamalarının nedeni hiç de bu değildir. Zira onlar, var olanı tanımlamak ve o var olanın içinde devrimci özü taşıyana yoğunlaşmak gibi temel bir devrimci misyonun taşıyıcısı idiler.

Burada özel olarak durmakta fayda var. Zira yazarımıza göre emperyalizmi tanımlayabilmek için hiç de Lenin’in Emperyalizm’ini beklemek gerekmiyormuş. Marx ve Engels’in kapitalizme biçtikleri kısa ömür onları “emperyalizm olgusunu önemsememeye, daha hemen başlangıçta oldukça karmaşık teorik ve siyasal gündemlerle baş başa kalacak alandan uzak durmaya”4 itmişmiş!!!

Oysa gerçek bambaşka. Daha doğrusu yazarımız bilinçli bir tutumla sömürgecilik ve emperyalizm kavramlarını karıştırıyor. Eğer emperyalizm kavramından yazarımızın belirttiği gibi “başka ülkelerin siyasal, ekonomik, ideolojik yapılarına müdahale etme yeteneği”ni anlayacaksak, bu durum kuşkusuz 19. yüzyıl dünyasının da bir gerçekliği. O dönemde de, yani kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde de bir dizi ülke sömürgeleştirdikleri ülkelerin zengin hammadde kaynaklarına elkoyarken, hem kendi coğrafyalarındaki fazla nüfusu buralara yerleştirdi, hem de bu alanları pazar olarak değerlendirme yoluna gitti. Bu ülkeler bunu yaparken, tam da yazarımızın belirttiği gibi, sömürgeleştirdikleri ülkelerin siyasal, ekonomik ve ideolojik yapılarına en kaba müdahaleleri gerçekleştirdiler. Bu durumu güçlü bir sermaye birikimi yaratmak için değerlendirdiler. Oysa emperyalizm bu müdahale yeteneğinin bambaşka yollarla ve çoğu zaman da dolaylı biçimlerde kendisini gösterdiği bir olgu olarak şekillendi. Her şeyden önemlisi emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasının ifadesi oldu. Bu aşama ise kendisini dolaysız olarak sanayi sermayesi ile banka sermayesinin içiçe geçtiği bir süreç üzerinden ifade edebilirdi. Bu yüzden kapitalizmin emperyalist evresinin başlangıcı olarak 1870’lerin gösterilmesini doğru bulmayan Lenin, emperyalizm olgusunun ortaya çıktığı tarih,“Avrupa için, yeni kapitalizmin, eskisinin yerini kesinlikle aldığı tarih, oldukça belirgin bir biçimde gösterilebilir: 20. yüzyılın başıdır...”5 demektedir.

1800’lü yılların ortalarında Avrupa’da durum bambaşka idi. Bırakalım banka sermaye ile sanayi sermayesinin içiçe geçtiği bir tekelleşme sürecini, örneğin Fransa’da, burjuvazinin bu iki kesimi siyasal iktidarı ellerine alabilmek için kendi aralarında kıyasıya rekabet ediyorlardı. Bu rekabetin nihayete erememesinin Fransa için sonucu Napolyon Bonapart iktidarı, dünya siyasal tarihine mirası ise Bonapartizm tanımı oldu.

Aslında tüm bunları “Okuyan” yazarımız da en az bizim kadar iyi bilir. Ama o, devrimci teoriden işine geleni çekip almada, işine gelmeyeni ise halının altına süpürmede büyük bir ustalığa sahiptir. Tam da bu yeteneği sayesinde, 29 Ekim’de soL’da yazdığı yazıda, 1864’te Marx’ın Abraham Lincoln’e yazdığı mektubu kendisine kalkan yaparak Marx’ı da Cumhuriyetçi ilan ediverdi. Hem de daha Marx’ı emperyalizm olgusunu önemsememekle itham ettiği kitabını piyasaya süreli iki ay bile olmamışken. Kuşkusuz Marx, bugün de olsa Abraham Lincoln’ü ve Amerikan burjuvazisinin köleliğe karşı verdiği mücadeleyi küçümsemez, onları toplumsal ilerleme açısından yerli yerine oturturdu. Ancak emperyalizm olgusunu yerli yerine oturtan bir Marx’ın, Lincoln’e kalkıp da “işçi sınıfının evladı” sıfatını layık göreceğini iddia etmek, dahası “Avrupalı emekçi kitlelerin yıldızlı bayrakta kendi kaderlerini gördüğü”nü söyleyebileceğini düşünmek, en hafif deyimiyle safdillik olurdu. Gelin görün ki, yazarımız bir olguyu tarihsel gerçekliğinden kopartmakta en ufak bir sakınca görmüyor. Peki, ne uğruna? Acaba yazarımız ay yıldızlı bayrakta kendi kaderini gördüğünü mü söylemeye hazırlanıyor?

Alman Sosyal Demokrasisi ve papağan gevezeliği

Yazarımız, söz konusu olan kendisini haklı çıkarmak çabası olunca, devrimci teoriyi çarpıtma, dahası Marx’ı ve Engels’i suçlu ilan etmede en küçük bir sakınca görmüyor. Engels’in ‘90’lı yıllara ait bazı sözlerini kendince yorumlayarak, “Marksist hareketin kapitalist gelişmenin devrimi yakınlaştırıcı etkisini vurgulamaktan, onun çürümeye başladığı gerçeğine işaret etmeye geçerken gereksiz yere oyalandığı”6 sonucuna varıyor. Hatta yazarımıza göre, aynı zaaf Alman işçi hareketinin eksikliklerine yeterince eğilinmemesine neden olurken, bu durum II. Enternasyonal oportünistlerinin ihanetlerine yol açan temel bir yan taşıyor. Anlaşılan o ki yazarımız, Marx ve Engels’in daha 1848 yılında Komünist Manifesto’da proletaryayı tarih sahnesine çağırırken, burjuvazinin iktidarını kurmaya başladığı andan itibaren çürümeye yüz tuttuğu gerçeğinden hareket ettiklerini hatırlamadığı gibi, Alman Sosyal Demokrasisi içinde yürüttükleri tartışmaları da görmezden geliyor.

Yine de yazarımız Alman Sosyal Demokrasisinin dünya komünist hareketi için taşıdığı uğursuz rolü vurgulamakta haksız değil. Zira Alman Sosyal Demokrasisi dünya komünist hareketi içinde sosyal şovenizmin bayraktarlığını yapan en temel akım. İlk başlarda üstü örtük bir şekilde, emperyalist paylaşım savaşının yakıcı etkisini hissettirmesi ile birlikte ise alenen. Bu açıdan yazarımız, Almanya’da sosyal demokrasisinin, Alman emperyalizminin çıkarlarından kendi işçi sınıfının nemalanmasını arzuladığını vurgular, bu ihanetin ise tek başına savaş öncesinde onaylanan savaş bütçesine daraltılmaması gerektiğini söylerken, bugün artık tartışma götürmez bir gerçeğe işaret ediyor.

Yazarımız bu noktada, Alman Sosyal Demokrasisisin zaafının emperyalizm gerçeğini yerli yerine oturtamamaktan ileri geldiği düşüncesinden hareket ediyor. Ona göre, “emperyalizm tek başına tekellerin hakimiyeti olarak görülemez, bazı devletlerin uluslararası alanda tekelci bir karakterle hareket edişinden de söz etmek gerekir. Bir başka deyişle, devlet teorisi olmadan emperyalizm anlaşılamaz.7(vurgular yazara ait). Böylece yazarımız ulaşmak istediği noktaya, yani emperyalizmin siyasal içeriğine, emperyalist devletlerin nasıl da bağımlı ülkelerin her türlü iç işleyişine karışma yeteneğine sahip olduğu sonucuna ulaşmış oluyor.

İyi de, bu gerçeği ifade etmek için lafı bu kadar dolandırmaya gerek var mı? Alman Sosyal Demokrasisisin bu gerçeği ne kadar algıladığından bağımsız olarak, Marksizm, tarihin hiçbir döneminde, yaptığı ekonomik tahlilleri onun siyasal içeriğinden ve dolayısıyla devlet teorisinden bağımsız olarak ele almadı ki! Kuşkusuz, devlet teorisi esas olarak Lenin’in Devlet ve Devrim’i ile birlikte gerçek kapsamına ulaşmış oldu, ancak daha 1871’de Paris Komünü’nün ardından Marx ve Engels, proletaryaya burjuvazinin devlet aygıtını paramparça etme, yeni tipte bir devlet aygıtı yaratma çağrısı yaparken ve proletarya diktatörlüğünü özel bir devlet biçimi olarak öne çıkartırken, ekonomik tahlillerini siyasal içerik ve uzantılarından bağımsız bir şekilde mi ele alıyorlardı?

Ya da yazarımız, Lenin’in Emperyalizm broşüründe,“sorunun ekonomik olmayan yönleri üzerinde, incelenmeye değer olduğu halde duramama”sının bir nedenini, bu broşürün Çarlık despotizmi altında halkın geniş kitlelerine ulaştırılması hedeflenen yasal bir broşür olması ile açıkladığını unutmuş olabilir mi? Herhalde Lenin aynı eserinin önsözünde, “İnanıyorum ki, bu broşür, en önemli ekonomik sorunun, emperyalizmin ekonomik özünün kavranmasına yardım edecektir, bu incelenmedikçe, modern savaşı ve modern siyaseti anlamak ve değerlendirmek olanaksızdır.” derken ve “emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının belirgin biçimde önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında bölüşülmesinin başladığı ve yeryüzündeki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış olduğu bir gelişme aşamasındaki kapitalizmdir.”8 tanımlamasını yaparken, siyasal içeriğinden ve devlet teorisinden bağımsız bir emperyalizm tartışması yürütmüyordu.

Lenin’den devam edelim. Lenin, Marksizmin bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm isimli çalışmasında, Kievski’yi, emperyalizmin ekonomik özünü, onun siyasal eğilimleri ile karıştırmakla eleştiriyor. Emperyalizmin bir dış siyaset sistemi olarak tanımlamasının Kautsky’nin yanlış fikirlerinin bir yinelenmesi olduğunu belirttikten sonra şöyle devam ediyor:

Kautsky hatalıdır. Kuşkusuz, sözcükler üzerinde tartışmak yersizdir. Emperyalizm ‘sözcüğünün’ bu anlamda ya da başka bir anlamda kullanılmasını yasaklayamazsınız. Ama bir tartışma yürütmek istiyorsanız, terimlerinizi doğruca tanımlamalısınız.

Ekonomik açıdan emperyalizm (ya da mali-sermaye çağı) kapitalizmin gelişmesindeki en yüksek aşamadır, üretimin çok büyük ve engin boyutlara ulaşmasıyla serbest rekabetin yerini tekele bıraktığı aşamadır. Emperyalizmin ekonomik özü budur. Tekel kendini, tröstlerde, birliklerde, vb. dev bankaların mutlak kudretinde, hammadde kaynaklarının kapatılmasında, vb. banka sermayesinin birikiminde, vb. ortaya koyar. Her şey ekonomik temele dayanır.

Bu yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasal üstyapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder. Rudolf Hilferding, Finans Capital’inde gayet haklı olarak ‘mali-sermaye, özgürlük için değil, egemenlik için çabalar’ der.”9

Ne diyelim! Lenin’i emperyalizmin siyasal tanımını eksik bırakmakla eleştiren ve “Emperyalizm tanımına siyaset nasıl girecek?” diye soran yazarımız da Lenin’in Kautsky ve ardıllarına yönelttiği eleştiri kırbacını en az onlar kadar hak ediyor.

Tekrar Alman Sosyal Demokrasisine dönecek olursak, Lenin’in “yurtsever” sözcüğünü duyduğunda çıldırmasının tek nedeni savaş dönemi ile birlikte ortaya çıkan ölçüsüz ihanet değildi. Lenin tarafından da geç fark edilmekle birlikte, Engels’in de yakın dostu olan ve “Marksizmin Papası” olarak adlandırılan Kautsky’nin ve dolaysız olarak Alman Sosyal Demokrasisinin çözülmesi aslında çok daha önceleri ve tam da “yurtseverlik” konusu üzerinden başlamıştı. Kautsky, emperyalist paylaşım savaşından çok önce, daha 1907 yılında “proleter yurtseverlik” kavramını kullanıyor, bu yurtseverlik ile burjuva yurtseverlik arasında farklar olduğunu iddia ediyordu. Ona göre, “proleter yurtseverlik”, diğer ülkelerin işçilerini kardeş olarak görmekle kalmaz, kurtuluşları için tüm ülkelerin işçilerinin işbirliğine ihtiyacı vurgulardı; oysa burjuva yurtseverliği diğer ulusları rakip ve düşman olarak değerlendiriyordu. Kautsky buradan, “ulusun özgürlüğünü savunmak için burjuva ve proleter yurtseverliğinin birleşebilecekleri bir savaş hiçbir yerde beklenmemelidir1 sonucuna çıkıyordu. O gün için, yazarımız gibi sınıfların işbirliği düşüncesini reddederek marksist bir tutum alan Kautsky, savaş rüzgârlarının güçlenmesi ile birlikte bu sefer “yabancı bir ulusun hâkimiyetini önlemede gerek burjuvazinin gerekse proletaryanın ortak çıkarı vardır” deme noktasına geliyordu.

Yine aynı dönemde Fransız sosyalist hareketinin etkin isimlerinden olan ve 1899 yılında burjuva hükümetine ticaret bakanı olarak dâhil olan Millerand, 1896 yılında, “Bir an bile enternasyonalist olduğumuz kadar Fransız ve yurtsever olduğumuzu unutmayacağız. Yurtseverlik ve enternasyonalistlik, bunlar Fransız Devrimini yapan atalarımızın soylu biçimde bağdaştırmayı bildikleri iki niteliktir.1 diyordu. Aynı Millerand, paylaşım savaşının ardından politik kariyerine emperyalist Fransa’nın önce başbakanı, ardından ise cumhurbaşkanı olarak devam ediyordu.

İşin özü, Almanya’da ve Fransa’da sosyal demokrat hareket işçi sınıfının devrimci ideolojisinden değil, küçük-burjuva milliyetçiliğinden besleniyordu. İş öyle bir noktaya gelmişti ki, artık kendi varlıklarını bile burjuva düzenin mevcut halinin bir ürünü olarak görüyorlardı. Tam da bu nedenle mevcut durumdaki her gerileme, burjuva demokrasisindeki her daralma, onlar için kendi varlıklarına yönelik bir tehdit anlamına geliyordu.

Lenin, Emperyalizm broşüründe çarlık sansüründen kurtulabilmek için ezop dilini kullanmak zorunda kalıyor, sonrasında ise dikkatli okurun Japonya’nın yerine Rusya’yı, Kore’nin yerine Büyük-Rus olmayanların oturduğu başka bölgeleri koymakta güçlük çekmeyeceğini söylüyordu. Şimdi biz de, aynı kaygıdan yola çıkarak değil ama tam da bir tarihsel karşılaştırma yapabilmek adına, paylaşım savaşının öngünlerinin Avrupa’sının yerine bugünün Türkiye’sini, Kautsky ve Millerand gibilerinin yerine yazarımızı koyalım. Acaba buradan yazarımızın muhtemelen çok da uzak olmayan bir gelecekte varacağı politik sonuçları kestirebilmek için bir veri çıkmaz mı?

(Devam edecek...)

1 Türkiye Solunun Yurtseverlik Sınavı, Kemal Okuyan, s.9
2 age, s.9
3 age, s.9
4 age, s.13
5 Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, s. 27
6 age, s.43
7 age, s.50
8 Lenin, Emperyalizm, Sol Yay. , s.84
9 Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay. s. 47
10 Sosyalizm Ansiklopedisi, C.2, Ekler, s.97
11 James Joll, II. Enternasyonal, Belge Yay. s.78

 
§