12 Nisan 2013
Sayı: KB 2013/15

 Kızıl Bayrak'tan
1 Mayıs alanlarında işçiler birlik, halklar kardeş olmalı!
“Çözüm sürecinin” yeni manevraları ve
temelsiz hayaller
Kürt sorununda “Akil insanlar” sahnede!
Savaş baronlarından Ankara’daki işbirlikçilerine aktif bir rol
Devrimci tutsaklar aldatmalara alet olmayacaklar!
Sınıfa Karşı Sınıf Kurultayları 4 kentte gerçekleştirildi
DİSK Olağanüstü Genel Kurulu’nun ardından
DİSK’in Olağanüstü Genel Kurulu gerçekleşti
MESS’e karşı eylemler 3. haftasında
PMR Kauçuk’ta direniş sürüyor!
Koç Üniversitesi taşeron işçileri
direndi ve kazandı!
Sermaye elini Emek’ten çek!

Kürt Sorunu Üzerine Konferanslar... 5
Kürt açılımı ve burjuva gericiliği - H. Fırat

Tarihselliği içinde 1 Mayıs
2013 1 Mayısı: Kavganın rahmi - Volkan Yaraşır
Margaret Thatcher öldü
Kore Yarımadası’nda gerginlik tırmanıyor
Nazi terörü ve ırkçılığa karşı Almanya çapında yürüyüş
“Görünmeyen emeğin” ekonomi-politiği - B. Aziz
Kadının kurtuluşu sosyalizmde!
Devlet katletmeye,
saldırmaya devam ediyor!
Üniversitelerde dinci-gerici-faşist çeteler, polis terörü
Özgürlük ve eşitlik için gençlik buluşması!
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Kadının kurtuluşu sosyalizmde!

 

Geçtiğimiz haftalarda kadının istihdam sorunu, istatistiki verilerden istihdamı artırmaya dönük politikalara dek bir dizi başlık üzerinden tartışılırken, verili tabloya ilişkin timsah gözyaşları akıtılmaktan da kaçınılmadı. Sonuçta ortaya çeşitli projeler ve düzenlemeler atıldı. Sadece bunlara göz atmak dahi kapitalist sistemin ikiyüzlü karakterini görmeye yeterlidir. Ancak bu yazımızda kapitalizmin mutfağında hazırlanan saldırı politikalarından çok mutfağın kendisini ele alacağız.

Kapitalizmde kadın istihdamı

Kapitalist sistem doğası gereği ikiyüzlüdür. İnsanların canı ve kanı üzerinden hayat bulan bu sistem, “kâr için her yol mübahtır!” anlayışıyla politikalar üretmektedir. Böyle olunca da, onlar için “yaşamsal” olan bizler için “ölümcül” olmakta, “hak” ise “saldırı” ile eşanlam kazanmaktadır.

Kadının istihdam sorununda da bu ikiyüzlü politikalar kendini ortaya koymaktadır. Kadının üretim sürecine çekilmesi ya da evin dört duvarı arasına sıkıştırılması kapitalizmin dönemsel çıkar ve ihtiyaçlarına bağlıdır. Savaş dönemlerinde kadınlar kitlesel olarak üretime çekilirken, kriz dönemlerinde işsizliğin boyutlanmasıyla, “analığın kutsallığı” vb. söylemlerle gerisin geri üretimin dışına itilmektedir.

Kapitalizmin “vahşi” dönemi 1800’lü yıllarda kadın ve çocuk emeğinin sınırsız sömürüsünden bugüne, sömürünün derecesinde, sınıf mücadelesinin seyrinin belirlediği sınırlamaların dışında pek bir değişiklik olmamıştır. Çünkü kadın ve çocuk emeği burjuvazinin vazgeçemediği nimetler arasındadır. İhtiyaç duyduğu ölçüde keyfince ucuz işgücü olarak sömürür, ihtiyaç fazlası durumlarda ise “baba ocağına” ya da “koca evine” gönderir. Çocuk bakımı, ev işleri vb. gibi toplumsal olarak karşılanması gereken hizmetleri kadınların omuzlarına yıkarak, ona ev içi köleliğini dayatır.

Hareket etmeyenler, zincirlerini fark edemezler!”*

Emekçi kadın kapitalist sistem altında çifte sömürünün girdabında boğulmaktadır. Onun bu girdabın içinden çıkmasının ilk koşulu, Engels’in sözleri ile, “bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir.” Ancak toplumsal üretim sürecinde yerini alan kadın, yüzyıllık zincirlerini parçalayarak özgürleşmenin yolunu açabilir. Kendisini boyunduruk altına alan kapitalist sistemi ancak üretim süreci içerisinde tanıyabilir ve ona karşı koyabileceği silahları edinebilir. Sınıf mücadelesinin dönüştürücü etkisini anlamak için salt işçi direnişlerine bakmak bile yeterlidir.

Bundan dolayıdır ki, komünistler kadının toplumsal üretime katılmalarını önemserler. Kadının üretime katılmasını ileri bir adım olarak görürler. Sosyalist sistemde ise sorun başka bir boyut kazanır.

Gerçek “özgürlük ve eşitliğin” yolu!..

Sosyalizmde üretim ilişkilerini belirleyen kar değil toplum için üretimdir. Kadınların kitlesel olarak üretim sürecinde yerini alması da çerçeveye oturur. Emek sömürüsünün son bulduğu sosyalizmde, kadının “eşitlik ve özgürlüğü” bir söylem olmaktan çıkar.

1917 Büyük Ekim Devrimi’nin ardından Sovyetler Birliği’nde kadın istihdamında (Savaş Komünizmi ve NEP dönemlerinde dalgalanmalar söz konusu olsa da) muazzam gelişmeler yaşanmıştır. Tarım dışı kadın işçi ve hizmetlilerin sayısı 1917’de 2.300.000 iken 1932’ye gelindiğinde bu sayı 6.007.000’e ulaşmış, 1940’da ise 11 milyon kadın toplumsal üretim içerisinde yer almıştır. Kadının kitlesel olarak üretime katılmasının yanında kadın-erkek iş ayrımı silikleşmiş, kadın, üretimin her alanında “varım” diyebilmiştir.

Sosyalist sistem kadını toplumsal üretimin bir parçası yaparken, aynı zamanda kadının omuzlarına yüzyıllardır terk edilmiş toplumsal görevleri de asıl sahibi olan topluma tekrar iade etmiştir. Böylece kadının üretime katılmasının önündeki engeller ortadan kalkmış, toplu çamaşırhaneler, yemekhaneler, çocuk bakım evleri, kreşler vb. toplumsal kurumlaşmalar yoluyla, kadının sosyal-kültürel gelişiminin önü açılmıştır.

Kadının üretim sürecindeki yerini alması kadın cinsinin kurtuluşu doğrultusunda önemli bir ilk adımıdır. Sosyalist toplum bunu bir yük olarak değil kendisine düşen bir görev olarak kabul eder. Daha önemlisi, tek başına bunun yeterli olmadığı bilinciyle hareket eder.

Bu çerçevede TKİP Programı’da “Kadının kurtuluşu” başlığı altında şunlar ifade edilmektedir:

Toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadın-erkek eşitliğinin sağlanması için kararlı ve sistematik bir mücadele yürütülür. Eski toplumdan miras fiili eşitsizliklerin giderilmesi için her alanda kadın lehine ayrımcılık gözetilir.

Analık toplumsal bir işlevdir, kadının bundan doğan tüm hakları tanınır. Eski düzende kadını köleleştiren çocuk bakımı ve ev işleri toplumsal kurumlaşmalar yoluyla çözülür.”

* Rosa Lüksemburg

T. Tanya

 

 

 

 

Eğitimde gericilik hız kazanıyor

 

Dinci-gerici AKP hükümeti, emperyalizm ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleştirilen 12 Eylül darbesinin açtığı yolda, bu geçmişten aldığı birikimle ilerlemeye, yaşamın her alanında dinci gericiliği derinleştirmeye ve toplumu tek tipleştirmeye devam ediyor.

Sermayeye ucuz iş gücü sağlayan aynı zamanda dinci gericilikle yarının uysal işçilerini yetiştirmeyi hedefleyen 4+4+4 eğitim modeli her geçen gün yeni takviyelerle genişletiliyor.

4+4+4 dinci-gerici, piyasacı eğitim modeli kapsamında gündeme gelen okullarda dini içerikli kitapların dağıtımına, fiilen zorunlu hale getirilen din derslerine, sırası olmayan okullarda olmazsa olmaz denilen mescitlere, özgürlük söylemleriyle duyurulup kız çocuklarını küçük yaşta türbana saran kılık kıyafet serbestliğine, 12 Eylül’den tanıdığımız kitaplara uygulanan sansür ve yasaklara şimdi de Osmanlıca’nın sosyal bilimler liselerinde zorunlu, diğer lislerde ise seçmeli ders olarak okutulması eklendi.

AKP Manisa milletvekili Selçuk Özdağ’ın TBMM’ye Osmanlıca’nın zorunlu ders veya seçmeli ders olması yönünde verdiği kanun teklifi, Milli Eğitim Bakanlığı ve TBMM Milli Eğitim Komisyonu’nca değerlendiridildi ve MEB Talim Terbiye Kurulu tarafından Osmanlıca’nın Sosyal Bilgiler Liseleri’nde zorunlu ders, diğer liselerde ise seçmeli ders olarak 2013-2014 eğitim öğretim yılı müfredatına konulmasını karara bağlanmış oldu.

Osmanlı İmparatorluğu boyundurluğu altında ezilen halkların cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte “tek dil, tek din, tek devlet” bakışı çerçevesinde kıyımdan geçirildiği, ulus devlet oluşumunun engellendiği, ulus birliğini ifade eden dil ve kültür değerlerinin yok edilmeye çalışıldığı gerçekleri orta yerde duruyorken, Türkiye’nin çeşitliliğinden ve zenginliğinden bahseden Selçuk Özdağ’ın; Kürtler’in anadillerinin yok sayılması gerçeğine de gözlerini kapatarak “atalarımızın mezar taşlarını okuyamaz olduk” serzenişleriyle sunduğu ve devletin de onayladığı Osmanlıca’nın zorunlu bir ders olarak liselerde okutulması kararını sevinçle karşılaması, kapitalist sistemde demokrasi ve özgürlüğün ezen sınıfın tekelinde bulunduğu ve bunların ezilen sınıflar için ise faşizm ve baskıdan başka bir şey ifade etmediğini ortaya koyuyor.

Osmanlıca’nın zorunlu bir ders olarak sosyal bilimler liselerinde okutulması devlet sözcüleri tarafından memnuniyetle karşılanırken kimi “muhalif çevreler”in ise tepkisini çekti.

Kamu kurumlarında türbana alan açılması, dini içerikli deslerin çoğaltılması ve son olarak Osmanlıca’nın zorunlu ders olarak okutulması cumhuriyetin değerlerinin yok edilmesi olarak görüldü.
“Biz Türkler büyük medeniyetler kurmuş milletin çocuklarıyız. Selçuklu, Osmanlı bizim medeniyetimizdir. Onların küllerinden de Cumhuriyet kurulmuştur” diyen Selçuk Özdağ’ın da belirttiği gibi bu adımlar Cumhuriyetin değerlerine karşıt değil tam da Türk-İslam senteziyle ilerleyen Cumhuriyetin devamıdır.

Bugün AKP eliyle yürütülen burjuva Cumhuriyet, sömürgeci Osmanlı imparatorluğunun küllerinden nasıl oluşmuşsa, artık çürümüş ve tarihin çöplüğüne atılması gereken kapitalist düzenin içinden de yarının sömürüsüz, sınıfsız, sosyalist dünyasını kuracak devrimci toplumsal güç olan işçi sınıfı, oynaması gereken tarihsel rolü oynayacaktır.