15 Şubat 2013
Sayı: KB 2013/07

 Kızıl Bayrak'tan
“İmralı görüşmeleri” oyalaması devam ederken
Patlamanın sorumlusu AKP ve himaye ettiği çetelerdir!
“İleri Demokrasi” hak ve özgürlükleri
tehdit ediyor!
Hapishanelerde faşist devlet terörü tırmanıyor!
Boyalı basının yalan söyleme özgürlüğü!
Metal TİS’leri üzerine
DİSK 46. yılında geçmişini arıyor
“İşçi kardeşlerimizin yanındayız!”
Daiyang-SK Metal grevindeki işçilerle
grev üzerine konuştuk
“Sınıfa Karşı Sınıf Kurultayı” hazırlıkları
Taral Makina’da direniş de saldırı da sürüyor
İşçi ve emekçi eylemlerinden
Teknopark işçileri
zaferi halaylarla kutladı

Kurultayın çağrısı:
Özgürlük, eşitlik, sosyalizm!

Devrimci Kadın Kurultayı tebliğleri-1
Tarihte kadın hareketleri / 2
Mısır’da emekçiler ekmek, onur ve
özgürlük için meydanlarda!
Şeriatçı Suudi Arabistan rejimi
Pentagon’un suç ortağı
Hegemonya krizi - “savaşları”... / 1 Volkan Yaraşır
Bahreyn’de sürekli eylem
Tunus’ta toplumsal sorunlardan güç alan kitle hareketi
Yerel işçi bültenleri
mücadele çağrısını yükseltiyor!
“Kampüs Lise”ler hayata geçiyor!
Osmanlı tarihini kutsayanlarkatliamlara sahip çıkıyorlar!
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Hegemonya krizi - “savaşları”... / 1

Emperyalizmin yeni av sahası:
Afrika ve Mali’ye askeri müdahale

Volkan Yaraşır

Kapitalizmin yapısal krizi, senkronize bir kriz özelliği taşır. Hegemonya krizi, yapısal krizin en somut dışavurumlarından biridir.

Yapısal kriz, emperyal özneler arasında rekabeti ve çelişkileri yoğunlaştırdı.

11 Eylül konsepti, ABD’nin hegemonyasını restore etme girişimiydi. Irak ve Afganistan işgali bu konsepte uygun adımlar oldu. “Yeni Dünya Düzeni”nin inşasına yönelik emperyal müdahaleler, istenilen sonuçlar doğurmadı. ABD’nin imparatorluk projesi çöktü.

2007-2008, yani yapısal krizin küresel düzeyde kendini yıkıcı bir şekilde hissettirmesi, yeni bir konjonktürü işaretledi. Emperyal özneler arasında gerilim ve rekabet şiddetlendi. Hegemonya krizi yoğunlaştı.

İmparatorluk projesi, tek kutuplu bir dünya tasavvurunun dışa vurumuydu. Bir anlamda “Yeni Roma”nın inşasıydı. Ama imparatorluk projesinin çöküşü askeri ve ekonomik olarak farklı güçlere sahip çok kutuplu bir dünyanın önünü açtı.

Dünya bugün askeri olarak tek kutupluluğu yaşıyor. ABD kendisinden sonra gelen 20 ülkenin askeri gücünü aşan, muazzam bir küresel askeri güç olarak dünyanın efendiliğini yapmaya çalışıyor. Ekonomik ve kültürel düzeyde yaşadığı hegemonik aşınmayı askeri güç yansıtmalarıyla aşmaya çabalıyor. Öte yandan dünya ekonomik açıdan ise çok kutupluluğu yaşıyor. “Eşitsiz Gelişim Yasası”na uygun ve bu yasanın çıplak bir yansıması olarak, 2000’li yıllar özellikle Almanya, Rusya ve Çin’in küresel düzeyde ekonomik ve nüfuz alanlarını genişlettiği bir dönem oldu. Yine bu ülkeler askeri gücünü hızla artırdı.

Çok kutupluluğun merkezleri

Rusya “büyük çöküşten” sonra “kriminal” bir kapitalizm süreci içine girdi. Bu süreç nomenklatura ve küresel finans kapitalin inisiyatifinde şekillendi. Eski Sovyet topraklarında tarihin gördüğü en büyük yağma ve talan gerçekleşti. Yıkım ve yağma üzerinden kapitalist entegrasyon örüldü.

Rusya yaşadığı büyük sarsıntılara rağmen özellikle Putin döneminde toparlandı ve kısa zamanda yeniden yapılandı.

Altyapının gelişkinliği ve emek gücünün kalifikasyonu sürecin hızlı yaşanmasını sağladı. Özellikle enerji sektörü bu sürecin finansmanını oluşturdu. Putin iktidarları döneminde Rusya, küresel kapitalizmin enerji santraline dönüştü. Askeri gücünü arttırdı ve modernize etti. Eski Sovyet coğrafyasında nüfuzunu yeniden kurdu ve yaydı. Hızla toparlanan bir emperyalist güç olarak, başta Ortadoğu, Uzak Asya ve Asya’da ağırlığını hissettirdi. Şanghay İşbirliği Örgütü bu ataklarının somut yansımalarından biri oldu. Rusya emperyal bloklaşma yönünde attığı adımlarla dikkat çekti.

Uzak Asya, Ortadoğu hatta Avrupa ve Latin Amerika’da ekonomik ve nüfuz alanlarını genişletti. Petrol ve doğal gazı, hegemonyasını yayma aracı olarak etkin bir şekilde kullandı. Rusya, küresel jeo-politiğin belirlenmesinde enerji silahıyla ağırlığını hissettiriyor. Ayrıca askeri gücünü ve teknolojisini hızla geliştiriyor.

Almanya “büyük çöküşten” sonra, ağırlıkta Avrupa odaklı hareket etti. Demokratik Almanya’yı “yuttu”. AB süreci Almanya’nın dominant bir ülke olarak öne çıkmasını sağladı.

Almanya emperyal politikalarını, bir emperyalist blok olan AB eksenli kurguladı. Blok’un kurucu gücü ve yönlendiricisi oldu. Özellikle Doğu Avrupa’da ekonomik ve nüfuz alanını hızla yaydı.

Almanya, kapitalizmin yapısal krizini ve krizin Avrupa’ya yansımasını AB’nin yeniden yapılanma süreci olarak değerlendirdi. Politikalarını bu yönde “soğukkanlı” bir şekilde hayata geçirdi. Bir yandan hegemonya “savaşlarına” hazırlık için AB’nin daha homojen bir yapıya dönüşmesi yönünde (askeri boyut dahil) adımlar attı. Diğer yandan AB’nin periferisinin yeniden sömürgeleştirilmesini hedefledi. Kamu borç krizi ve bankacılık krizinin AB’nin Akdeniz havzasını sarması, bir double kriz olarak derinleşmesi, Almanya’nın emperyal ataklarına güç verdi.(1)

Almanya’nın 1990’lardan sonra askeri yatırımları da yoğunlaştı. Askeri gücünü katladı. Kafkasya ve Ortadoğu’ya yönelik emperyal hamlelerini pekiştirdi. Küresel ağırlığını artırdı. Almanya 21. yüzyıl savaşlarına hazır emperyal bir güç olarak öne çıktı. Almanya, bir emperyal odak (ya da emperyalist proto-devlet) olarak AB’yi emperyal öznelerin hegemonya “savaşlarına” uygun yeniden yapılandırmak için politikalarını derinleştiriyor. Ekonomik gücüyle hamle üzerine hamle gerçekleştiriyor. Ayrıca AB’nin askeri ayağını örmeye çalışıyor.

Çin, 1990’lı yıllarda olağanüstü ekonomik atak yaptı ve küresel sermayenin ana yatırım alanına dönüştü. Çin dünyanın atölyesi olarak hızlı bir ekonomik büyüme gösterdi. 1970’lerin ortalarında başlayan, 1980’li yıllarda şekillenen Çin’in kapitalizmle hızlı ve derin entegrasyon süreci, 1990’lı yıllarda sıçrama kaydetti. 1990’lı yılların ikinci yarısı ve 2000’li yıllar Çin’in küresel bir güce dönüşümüne tanıklık etti. Çin’in 2020’de dünyanın en büyük ekonomik gücü olması bekleniyor.

Çin emperyal bir güç olarak, hegemonyasını küresel düzeyde bir anlamda “soft” politikalarla inşa etti. Aynı süreçte askeri gücünü olağanüstü artırdı. Çin’in askeri gücünün resmi açıklamaların çok üstünde olduğu biliniyor.

Çin ilk başlarda Asya ve Pasifik bölgesine güç yansıtmaya başladı. Özellikle ABD’nin Irak ve Afganistan işgali ve işgale karşı halkların direnişi ABD’yi Ortadoğu’da sıkıştırdı ve bloke etti. Bu durum Çin’in küresel düzeyde ataklarını yoğunlaştırmasına yol açtı.

Çin’in küresel bir fabrika olarak konumlanışı, hızlı kapitalist büyüme ve küresel hegemonik bir güç olma iddiası muazzam enerji ve hammadde kaynağı ihtiyacı yaratıyor. Çin bu ihtiyacını karşılamak ve blokajlardan kurtulmak için son derece kompleks ve çok boyutlu politikalar geliştiriyor.

Japonya uzun dönem Uzak Doğu’nun İngilteresi gibi hareket etti.

Uzak Doğu ve Pasifik’te ABD’nin jeo-politik ihtiyaçlarına uygun konumlandı. Ekonomik gücüyle Uzak Doğu’da kendi hinterlantını yarattı.

Doğu Asya krizi Japonya için yeni bir moment oldu. Krizin yıkıcı senkronları ve Japonya’nın içine girdiği zombi bankacılık krizi 1990’ların ortalarından sonra Japonya’yı sarstı. Japonya ekonomisi 20 yıla yayılan “sürekli” bir kriz içine girdi.

Japonya ekonomisi krizle anılmaya başlandı. Her ne kadar kriz, ekonomiyi sarssa da ekonominin işlemesini engellemedi. Bir nevi kriz yönetildi. Japonya ekonomisi krize adapte oldu ve krizle işleyen bir özellik göstermeye başladı.

Ne var ki 2008 sonrası süreç, Japonya’nın krizle birlikte “yaşama” özelliğini bozdu. Yapısal krizin küresel anaforu Japonya’yı içine aldı. Japonya’nın yaşadığı uzun süreli kriz hali yeni süreçte kamu borç krizini tetikledi.

Japonya şiddetli finansal bir kriz içine girebilir. 2013 yılı Japonya için kritik bir yıl olabilir. Krizin “kontrolden” çıkması, yıkıcı bir evreye girmesi yüksek bir olasılıktır. Japonya’da yaşanacak finans krizi küresel düzeyde şiddetli sonuçlar doğuracaktır. Yapısal krizi derinleştirici bu gelişmenin küresel düzeyde büyük alt-üst oluşlar yaratması kaçınılmazdır.

Vietnam yenilgisi ve özellikle Cezayir Devrimi Fransa için post-kolonyal bir döneme geçiş oldu. Geçmişin en önemli sömürgeci gücü olan Fransa ikinci paylaşım sonrası kurulan “Yeni Dünya Düzeni” sonucu ve 1960’ların başında ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselişiyle ikincil bir emperyalist güç konumuna düştü.

Cezayir Devrimi, bu anlamda kritik bir moment oldu. Sömürgelerinden çekilen Fransa Avrupa merkezli politikalar izlemeye başladı. De Gaulle iktidarı, bu momente geçişin simgesi oldu.

Yeni hegemonik güç ABD, küresel düzeyde yeni sömürgecilik ilişkilerini inşa etti. AT ve AB süreci Fransa’nın Avrupa merkezli politikalarının bir yansıması oldu. Fransa, AB’nin iki önemli dominant ülkesinden biri olarak hareket etti. Bu iki emperyalist ülkenin AB içinde çelişkili birlikteliği, AB sürecinin her kritik aşamasında kendini dışa vurdu.

Fransa 2000’li yılların başından itibaren ciddi güç yitimine uğradı. AB içinde Almanya’nın etki gücünün artması, ekonomik ve nüfuz alanlarını genişletmesi, Fransa’nın karşı hamlelerine neden oldu.

Almanya ve Fransa arasındaki çelişki, özellikle 2008 sonrasında kendini sert bir biçimde gösterdi. Fransa Anglosakson kuşakla, ABD ve İngiltere ile flörtünü geliştirdi. Fransa’nın yakın süreçte NATO ile ilişkileri bunun somut örneği oldu. Kriz süreci Almanya ve Fransa arasında izlenecek politikalarda farklı yaklaşımları da beraberinde getirdi. Özellikle Hollande döneminde yaklaşım farklılığı biraz daha arttı. Daha önce Merkel, Sarkozy arasında “uyumlu” bir hava esse de, Sarkozy özellikle ABD ile gelişkin ilişkiler kurdu. Libya’ya NATO müdahalesinde Fransa aktif unsur olarak rol oynadı.

Almanya’nın AB bünyesinde ekonomik hegemonyasına alternatif oluşturamayan, hatta ekonomik anlamda ciddi problemler yaşayan Fransa’nın Libya agresyonu, AB içinde konumunu koruma ve dominantlığını güçlendirme hamlesi olarak değerlendirilebilir. Aynı zamanda Libya operasyonu Afrika’ya yönelik ekspansiyonist hamlelerinin başlangıcı oldu.

Fransa bu noktada Almanya’yı zorluyor ve kontrpiyede bırakıyor. Fransa, ABD ve İngiltere ile son derece angaje politikalar izliyor. Libya’nın kaderinde belirleyici bir söz hakkının olmamasına karşın, NATO müdahalesinde en agresif tavrı alan Fransa, benzer yaklaşımları Suriye ve Lübnan sorununda da gösteriyor. Fransa, AB içindeki Almanya’nın hızla artan inisiyatifine karşı küresel düzeydeki hamleleriyle cevap veriyor. Bu adımların AB iç dengelerine şiddetli etkileri olacağı ortadadır.

Fransa, Almanya’nın AB içindeki hegemonyal gücünü pekiştirmesine karşı ikinci atağını Mali’de gerçekleştirdi.

Fransa son yıllarda Almanya’nın farklı düzlemlerdeki markajlarına İngiltere ile girdiği ilişkilerle yanıt verdi. Silah endüstrisinde ortaklıklar ve acil askeri müdahaleler için kurulan çevik kuvvet bu adımlardan bazıları oldu.

Fransa’nın Almanya’nın hamlelerine yanıtı özellikle Afrika’daki eski sömürgelerinde, geleneksel nüfuz alanlarında yeniden inisiyatif kazanma biçiminde gelişti. Çünkü bu coğrafyalar, Fransa’nın yakıcı ihtiyaç duyduğu yeni pazarlar, yeniden sömürgeleştirilecek alanlar, enerji ve hammadde kaynakları olarak dikkat çekiyor. Ama Afrika sadece Fransa değil, başta ABD olmak üzere diğer emperyal güçlerin “yeni av sahası” olarak öne çıkıyor.

Batı Afrika’da bölgesel savaşa doğru,
Mali’ye emperyalist müdahale

Mali, Batı Afrika’da yer alan zengin hammadde kaynaklarına sahip bir ülke. Eski Fransız sömürgesi olan Mali, 1960 yılında “bağımsızlığını” kazandı. 67 yıl Fransa’nın sömürgesi altında kalan Mali; Afrika, Asya, Latin Amerika ve Uzak Asya’yı saran ulusal kurtuluş mücadelelerinin etkisi ve Fransa’nın Avrupa merkezli politikalara yönelmesi sonucu “bağımsızlığını” ilan etti.

Çok geniş bir coğrafyaya sahip Mali’nin büyük bir kısmı çöldür. Ülkenin güneyinde tarım ekonomisine bağlı Bantaralar yaşıyor ve Bantaralar Mali’nin egemen sınıfını temsil ediyor. Mali nüfusunun %90’ını Müslümanlar oluşturuyor. Bu nüfusunda %10’unu Tuareg kabileleri meydana getiriyor. Tuaregler Batı Afrika’nın birçok ülkesinde yaşayan etnik bir gruptur. Bu ülkelerde toplam 3 milyon Tuareg yaşıyor. Tuaregler 1960’ların başından beri bağımsızlık mücadelesi yürütüyor.

Batı Afrika, Afrika’nın sömürgeleştirme politikalarından en çok etkilenen coğrafyalardan biri oldu. Tarihsel olarak birçok sömürgeci gücün saldırılarına maruz kaldı.

Kara kıtanın yalnızca yeraltı ve yerüstü kaynakları talan ve yağma edilmedi. Afrikalılar’ın milyonlarcası köleleştirildi. Kölelerin büyük bir kısmı Kuzey ve Güney Amerika’ya gönderildi. Bu köle ticaretinde yine milyonlarca Afrikalı öldürüldü. Kara kıta acının, gözyaşının, ölümün, soygun ve talanın coğrafyasına dönüştü. Sömürgeci güçler tarafından enerji ve hammadde kaynaklarına, kabile ve etnik yapılara göre cetvelle belirlenen nüfuz alanları oluşturuldu. Devletler kuruldu.

Batı Afrika Fransa’nın nüfuz alanında kaldı. Bu coğrafyada kurulan devletler kendi bünyelerinde, birbirleriyle tarihsel sorunları ve çelişkileri olan halklar hapishanesi işlevi gördü. Sömürgeci güçler her defasında halklar, farklı etnik yapılar ve kabileler arasındaki çelişkiyi kullandı. Makro tahakküm oluşturmak ve bu tahakkümü meşrulaştırmak, kısaca “beyaz adamın” efendiliğinin kabul edilmesi için bu çelişkiler derinleştirildi. Halklar birbirinin düşmanı ya da celladına dönüştürüldü.

Batı Afrika’da halkların mücadelesi, özellikle Cezayir halkının Fransız sömürgeciliğine karşı yürüttüğü direnişle beslendi. Bir anlamda Cezayir devriminin dinamikleri(2), Batı Afrika halklarının dinamiklerini besledi ve şekillendirdi. Özellikle İslam bu dinamiğin önemli bir parçası oldu. Cezayir’de Şeyh Abdülkadir’in 1830’lara dayanan direniş dalgası ve Libya’da 1923’deki Ömer Muhtar’da cisimleşen İtalyan sömürgeciliğine karşı direniş, Mali’de ve Batı Afrika’da etkisini gösterdi. İslami karakter de taşıyan bu anti-sömürgesi isyanlar bölgeyi sarstı.

Özellikle II. Paylaşım Savaşı sonrası dengeler, Çin ve Küba Devrimi’nin gerçekleşmesi, 1960’larda küresel düzeyde ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselişi; Afrika’da muazzam bir uyanışa ve kara kıtanın ayağa kalkışına yol açtı.

Klasik sömürgeci güçlerin tasfiye edildiği bu süreç, anti-sömürgeci devrimlerle taçlandı.

Fransız sömürgeciliğinin Cezayir halkı tarafından sökülüp, atılması ve Cezayir Devrimi’nin gerçekleşmesi Batı Afrika için yeni bir moment oldu. Aynı konjonktürde bir dizi Batı Afrika ülkesi bağımsızlığını kazandı.

Bu süreç bir yönüyle de ABD emperyalizminin bölgede ekonomik ve nüfuz alanını genişlettiği bir dönem oldu. ABD yeni sömürgecilik ilişkileri üzerinden Batı Afrika’yı yeniden yağmaladı. Batı Afrika Sovyetler’in kıtaya yönelik politikalarını bloke etmek ve Kuzey Afrika’da etkisini kırmak için bir tampon coğrafya olarak işlevlendirildi.

Soğuk Savaş sonrası bir dönem “unutulan” coğrafya, 11 Eylül konsepti ve yeni jeo-politiğe bağlı olarak emperyal özneler arası hegemonya “savaşlarının” şiddetlenmesiyle odak coğrafya olarak öne çıktı.

Batı Afrika önümüzdeki dönem, kıtaya yönelik emperyal özneler arasındaki çelişkilerin yoğunlaşacağı bir coğrafya ve yaşanacak “savaşların” laboratuvarı olarak görülebilir.

(devam edecek...)

 

Dipnot

(1) Kısa ve orta vadede bu sürecin Almanya’ya ve emperyal politikalarına olası etkileri ayrı bir yazı konusudur.Bu aynı zamanda AB’ yi saran krizin evrimi ve özellikle AB’nin 5 zayıf halkasındaki gelişmelerle birlikte değerlendirilebilir.Bunun yanında kapitalizm’in yapısal krizini derinleştirecek faktörlerde önemlidir. Japonya’da olası finans krizi, Çin’in ekonomik büyümesinde görülecek hızlı gerileme,Ortadoğu’da bölgesel savaş olasılığı, zombi bankacılık krizinin salgın hale dönüşmesi ve benzeri gelişmeler küresel boyutlarının yanında, Almanya’nın ekonomik yapısını etkileyecek içeriktedir.

(2) Cezayir Devrimi, devrimin özgünlükleri ve dinamikleri hakkında daha geniş bilgi için bakınız: Volkan Yaraşır, Sokakta Politika, Gendaş Yay., 2002.