11 Kasım 2011
Sayı: SİKB 2011/42

 Kızıl Bayrak'tan
Gerici savaş ve saldırganlıkta sınır tanımıyorlar
Amerikan tetikçiliği
“benzeri olmayan” noktada
Kürt sorununa dokunan yanıyor!.
BDP Eşbaşkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş ile konuştuk
Karadağ’ın katledilişinin 2. yıldönümü dolayısıyla avukatlarından polis cinayetleri ve dava süreci üzerine.
Cinayet(ler)in faili ve
nedeni - Temel Demirer
Ölümsüzlüğe uğurlanışının 2. yılında Alaattin yoldaş üzerine
Metal İşçileri Birliği MYK Kasım Ayı Toplantısı
Sendikal çalışma, reformizm ve
devrimci politika üzerine
TKİP’nin 13. yılı etkinliğindeki konuşma: Güne yükleniyor, devrime hazırlanıyoruz!
“İşçilerin birliği, halkların kardeşliği gecesi” gerçekleşti.
13. Yıl etkinliği mesajlarından
AB’nin zayıf halkası Yunanistan’da
kriz derinleşiyor
“İşgal Et” eylemleri sürüyor!
Göçün 50. yılı ve kısa hikayesi
Libya’da yeni emperyalist
işgal dönemi
Direnişçi Hugo Boss işçileriyle konuştuk
Şubeler hazırlıklara başladı
Asgari ücretliye 1 somun ekmek
DİSK/Tekstil’de muhalefeti
sindirme operasyonu
İstanbul’da 6 Kasım protestoları
“YÖK’e karşı alanlardaydılar
Galatasaray önünde 345. hafta
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Cinayet(ler)in faili ve nedeni

Temel Demirer

“Yaşamak tek başına

bir değer yargısıdır.

Nefes almak ise,

yargılamaktır!” [1]


Antoine de Saint Exupéry’nin, “Yaşama anlam veren şey, ölüme de verir”; Rosa Luxemburg’un, “İnsan iki ucundan yanan bir mum gibi olmalı” sözleri bana Alaattin Karadağ’ı anımsatır…

Bir komünist olarak onun yaşamının anlamı, belki de en özlü biçimiyle, W. Shakespeare’in, “Hayat kısa… ve bizler eğer yaşıyorsak, kralları çiğnemek için yaşıyoruz” dediği ‘IV. Henry’deki tümcelerde gizlidir sanki…

Bunlar böyle olduğu için takip ederim 19 Kasım 2009’da Esenyurt-Avcılar’da sokak ortasında polis tarafından katledilen Alaattin Karadağ’ın davasını…

Bunun için de davanın 26 Eylül 2011 tarihindeki beşinci duruşması sonrasında, polis ablukasının ortasındaki basın açıklamasında yaptığım kısa konuşmada, duruşma salonundaki gözlemlerimi paylaşarak, “Davanın artık sona erdiği” vurgusuyla, polise tetiği çektirenin kapitalist devlet olduğunu söylemiştim.

Hakimin, ÇHD’li avukatların uyarılarına gülerek yanıt vermesinin, “Ne yapayım bağırayım mı” demesinin tarafsız olmadığının bir göstergesi olduğunun da altını çizerek, mahkemeye Emniyet, İçişleri Bakanlığı tarafından ayar çekildiğini ifade etmiş ve nihayet bu koşullarda adalet beklentisinin “Nafile” olduğunu dile getirip eklemiştim: “Sizin adaletiniz devrimcileri öldürme adaletidir”!

Üzülsem de, şaşırmadan belirtmem gerek: Bir burjuva hukuk(suzluğ)u tulûatından başka değeri olmayan bu davadan bir sonuç çıkmayacaktır…

Çıkmayacaktır çünkü aslî terör kaynağı olan burjuva devletin Alaattin Karadağ’a yönelik terörist cinayeti, elbette bu devletin bir fiili olarak yargılanıp cezalandırılamaz!

Evet, her coğrafyada olduğu üzere, bu ülkede de terörist nitelikleriyle burjuva devlet bir “hukuk(suzluk)” kaynağıdır…

Bunu ben değil; bir haber söylüyor…

“Nasıl” mı?

Associated Press (AP) haber ajansı, 11 Eylül sonrası 66 ülkede yaptığı araştırmada, güvenlik yasalarının sertleştiğini, tutuklamaların arttığını saptadı.

Peki 66 ülke içinde en çok “terörist” hangi ülkede çıktı dersiniz?

Bildiniz: Türkiye’de...

2001’den beri dünyada 35 bin kişi terörist diye hüküm giymiş.

Bunların üçte biri (12 bini) Türkiye’de...

Üstelik bizdeki patlama son 5 yılda yaşanmış:

2005’te 273 olan “terörist” sayımız, 2009’da 6345’e çıkmış.

Bu hesaba göre… hükümet hoşuna gitmeyen herkese “terör örgütü üyesi” damgası yapıştırıyor. Yani devasa bir devlet terörü uyguluyor…

Evet, Türkiye devasa bir devlet terörünün uygulandığı coğrafya; Alaattin Karadağ da bu terörün kurbanıdır!

“Katil devlet”

Devlet cinayet işler… Katil de olabilir devlet…

Bunları duymak kimilerinin hoşuna gitmese de böyledir bu!

Mesela Ali Sirmen, “Devlet eliyle işlenmiş cinayet”lerden söz eder; Özgür Mumcu, “Metin Göktepe… Hrant Dink... vb.” cinayetleri hatırlatır; bir gazete, “1991’de Milliyet gazetesinde seçimlerle ilgili bir haber yayımlandı. Haberde ‘Bize göre parti yok’ diyen dört üniversite öğrencisinden üçü artık yaşamıyor. Biri infaz edildi, biri gözaltında kayboldu, diğeri kendini yaktı,”[2] der…

Sonra Erdoğan’ın Dolmabahçe’de dinlediği Berfo Ana’nın, 30 yıl önce “gözaltında kaybolan” (?) oğlu Cemil Kırbayır’ın işkencede katledilişi…

Veya Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen “faili meçhuller” davası!

Ya da Susurluk hükümlüsü eski Özel Harekâtçı Ayhan Çarkın’ın, 1990’lı yıllarda Ankara’da işlenen üç faili meçhul cinayet konusunda “dava arkadaşlarını” işaret etmesi!

Var olduğunu sonunda “yargı”nın da kabul ettiği JİTEM’in marifetleri… “Faili meçhullerin izi”[3] … “Devletin mezarları”[4] …

7 yıldır bir arpa boyu yol alınamayan ve müdahil avukatlardan Oya Arslan’ın, “Bu gidişle dava 15 yıl daha uzayacak,” dediği “Hayata Dönüş Operasyonu” diye tezgâhlanan toplu kırım…

Siz bakmayın Ümraniye Cezaevi’ndeki müdahalede görevli 267 jandarma ve görevli hakkında “faili belli olmayacak şekilde adam öldürme”, “birden fazla kişinin ölümüne sebebiyet verme”, “yaralama ve kötü muamele” suçlarından açılan davaya… 7 yıldır süregelen davada yalnızca 94 sanığın dinlenmesi ve diğer sanıklara mahkemenin kaç yılda ulaşacağı sorusu ortadayken!

Aslı sorulursa Berat Günçıkan, ‘Devletin Şiddet Tarihi’[5] başlıklı yapıtında cinayetleri, kayıpları ve vahşeti gün yüzüne çıkarırken; bir devlet politikası olarak şiddetin, ekonomiye, aileye, okula, sokağa, yansımasının izini sürer.

“Türkiye’nin yüzleşmesi gereken bir geçmişi var. Bu hesaplaşma olmadan, geçmişin karanlık cinayetlerinin failleri yargılanmadan hukuktan söz etmek mümkün değil,” diye haykırır…

Devlet şiddeti

Siz “Devlet yapmaz, etmez” denmesine aldırmayın…

Kapitalist devlet, kusursuz bir şiddet aygıtıdır; başka türlü de olamaz!

“Yine çocuklar, yine polis şiddeti”; “Gözaltında işkence”; “Elektrikli cop işkence yöntemidir,” haberlerinin adım başında karşımıza dikildiği Türkiye’de devlet şiddeti (istisna değil) kuraldır…

Bunun kanıtı olarak, birkaç örnek yeter de artar bile…

i) İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu “9 yıllık AKP iktidarında işkence devam etmektedir. Raporlar, Başbakan Erdoğan’ın ‘sıfır tolerans’ iddialarını yalanlıyor,” derken; Türkiye İnsan Hakları Vakfı Genel Sekreteri Metin Bakkalcı, T.“C”’nin “İşkenceye Karşı Sözleşme”yi 1988’de kabul ettiğini, ancak işkencenin hâlen kamu görevlileri tarafından “sistematik” olarak uygulandığını vurguladı...

ii) Başbakan Erdoğan’ın Aralık 2010’da rektörlerle Dolmabahçe’de gerçekleştirdiği toplantıyı protesto etmek için Türkiye’nin çeşitli illerinden gelen öğrencilere yönelik polis şiddetine ilişkin soruşturmada polisin öğrencilere attığı gaz bombalarına Valilik “sakinleştirici” dedi. Öğrencilerin zarar görmemesi için cop yerine “biber gazı” kullanıldığı belirtildi…

iii) Öğrenci muhalefetine yönelik polis şiddetinin BM’nin işkence tanımına tamamen uyduğuna dikkat çeken Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, “İşkencenin illa cezaevlerinde ya da kapalı mekânlarda yapılması gerekmez. İşkence sokakta da olabilir. Ne yazık ki Türkiye’de Adli Tıp iktidarın tarafıdır” dedi...

iv) Diyarbakır’da 20 Nisan 2011 günü BDP’nin desteklediği 7 adayın veto edilmesinin ardından yaşanan olaylarda gözaltına alınanlar bir süre AKP il binasında tutuldu ve burada dayağa maruz kaldı…

v) Emniyet Genel Müdürlüğü Disiplin Kurulu, 2011’in şubat ayında İstanbul Taksim’de kendisine kimlik soran polislere, cep telefonuyla konuştuğu için “bir dakika” diyen tiyatrocu Ü.S.’nin karakola getirilip “makul şüphe” gerekçesiyle çırılçıplak soyulması olayına karışan polislere herhangi bir ceza verilmesine gerek görmedi…

vi) Nihayet Yaşar Aydın’ın, “Hopa’da şiddetin adı: polis” diye özetlediği olaylarla ilgili dosyaya giren belgeye göre polis o gün 127 el ateş açtığı Erdoğan’ın Hopa’daki mitingi ve sonrası…

Hızla sıralayalım: Hopa’daki olayları Ankara’da protesto ederken gözaltına alınanlar anlatıyor: Polis otobüsünde kelepçe, toplu dayak, küfür, hakaret, taciz vardı…

Hopa’da 31 Mayıs’ta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı protesto sırasında öğretmen Metin Lokumcu’nun gaz bombasıyla yaşamını yitirmesi üzerine Ankara ve İstanbul’da aynı gün protestolar düzenlenmiş, başkentteki eyleme polis müdahale etmişti. Arbede sonrası Özgür Çağdaş Ersoy, Ozan Gündoğdu, Soner Torlak, Göksel Ilgın ve Ferat Konukçu; 3 Haziran’da tutuklandı. Gösterilerde panzerin üzerine çıkan Halkevleri MYK Üyesi Dilşat Aydın, polislerce kalçası kırılacak şekilde dövüldü.

vii) Özetle hak örgütleri, iktidarın söylemlerinin aksi yönünde hareket ettiği noktasında birleşiyor: AKP hükümetinin “İşkenceye sıfır tolerans” söyleminin “işkenceciye tolerans” noktasına geldiğine dikkat çekildi.

Polis ve askerin neredeyse her etkinlik ve toplantıya müdahale ederek orantısız güç kullandığını dile getiren Mazlum-Der Diyarbakır Şube Yöneticisi avukat Sibel Ateş, toplumsal olaylardan sonra yoğun işkencenin ve kötü muamelenin kameralara yansıdığını da belirtti.

2010 yılında gözaltında işkence ve kötü muamele iddiasıyla İHD’ye yapılan başvuru sayısı 47 iken, 2011 yılının daha ilk dört ayında bu sayının 33 olarak tespit edildiğine dikkat çeken Ateş, 2010 yılında gözaltı yerleri dışında tespit edilen işkence vaka sayısı da 122 iken 2011 yılının ilk dört ayında 81’e ulaştığını vurguladı.

Bunlar basına yansıyanlar, yani buzdağının görünen kısmı! Varın ötesini siz tahayyül edin…

Ya hukuk(suzluk) mu?

Bunları yapan, yaptıran, yapılmasına göz yuman bir devletin hukuk(suzluğ)undan ne beklenebilir ki?

Kapitalist devletin hukuk(suzluğ)u da, şiddetinin bir parçası, yani egemenliğinin dolayımsız bir enstrümanıdır!

Çünkü Şaban İba’nın deyişiyle, “Hukuk ve yargı sistemden bağımsız olamaz.”

Aslında Jacques Derrida’nın, ‘Force and Law/ Kuvvet ve Yasa’ başlıklı makalesinde otoritenin kökünde, yasanın konmasında, şiddetin varolduğunu[6] işaret etmesi de bundandır.

Bu nedenle de Max Weber devletin metafizik kavranışını reddetmiş, ama modern devletin kendine özgü araçları olduğunu ve bu araçlar dikkate alınarak tanımlanabileceğini öne sürmüştü. Bu araçların belirleyici olanı şiddet araçlarıdır.

Bir başka ifadeyle, modern devletin belirleyici özelliği şiddet araçlarını tekelinde tutması, fiziksel güç kullanma tekeline sahip olmasıdır.

Ancak, bu şiddet kullanma meşru olmalıdır. Yasalara dayanmalı, yasalara uygun olarak kullanılmalıdır. Şu da unutulmamalı: Modern devlet normatif yaptırım gücüne sahip, yüksek derecede disiplinli ve dayatıcı bir siyasal örgütlenmedir, kurulu düzene uyulmasını ister.

Dolayısıyla, yasaları daima bir tehdit içerir. Yasaların dilinde bir şiddet vardır, fiziksel olmayan bir şiddet. Uyulmadığında şiddet kullanılacağı hatırlatılır. Hukuk düzeni şiddet üzerine kuruludur.

Franz Neumann, Weber’i izleyerek “fiziki zor kullanma” tekelini elinde bulundurmanın modern devletin ayırt edici özelliği olduğu, bu tekelin meşru olması, hukuka dayanması gerektiği düşüncesini vurgular.

Bu çerçevede de “Adalet fikri kendi içindeki farklı toplumlar tarafından belirli bir siyasi ve ekonomik iktidarın bir aracı olarak ya da bu iktidara karşı bir silah olarak icat edilmiş ve devreye sokulmuş bir fikirdir. Ama… adalet kavramının kendisi, her hâlükârda sınıflı bir toplumda ezilen sınıf tarafından kendisini haklı çıkarmak amacıyla yapılan bir hak iddiası görevini görür.”[7]

O hâlde “olağanüstü hâl”in istisna değil kural olduğu burjuva hukuk(suzluğ)un “adalet iddiası”nın da ezilenler için sınıfsal bir eşitsizlik olduğu bir an dahi unutulmamalıdır…

AKP ve hukuk(suzluk)

AKP’ye bel bağlayan liberal zavallılığı elinin tersiyle itenlerin, Armağan Öztürk’ün, “Türkiye gerçeğini karakterize eden olağan şüphelilik hâlinde başınıza her iş gelebilir. Korku ve belirsizlik siyasal sistemin temeli olmuştur,” saptamasının altını özenle çizmelerinde yarar vardır…

Çünkü “Bir yerde ders verecekseniz, bir protestoya katılacaksanız, poşu takacaksanız, kitap yazacaksanız aman dikkat,” vurgusuyla ekler Özgür Mumcu:

“Birini öldüren bir polisseniz tutuksuz yargılanıyorsunuz ve görevinize devam ediyorsunuz. Festus Okey davası bize bunu gösterdi. Festus Okey’i öldüren kurşunun çıktığı silahın sahibi olan polis memuru dört yıldır tutuksuz yargılanıyor.

Ancak bir siyasi partinin siyaset akademisinde konuşma yapıyorsanız tutuklu yargılanıyorsunuz. KCK davasının son aşaması bize bunu gösterdi. Prof. Büşra Ersanlı, BDP Siyaset Akademisi’nde ders verdiği için tutuklu yargılanıyor.

Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül yanlış zamanda yanlış yerde poşuyla gezdiği için, savcı beraatini istediği hâlde tutuklu yargılanıyor. Hem de 21 aydır.

Metin Lokumcu’nun ölmesiyle sonuçlanan Hopa gaz bombası saldırısını protesto eden öğrenciler tutuklu yargılanıyor.

Roman açılımı sırasında ‘parasız eğitim’ pankartı açma cüreti gösterdikleri için Ferhat Tüzer ve Berna Yılmaz 19 ay tutuklu kaldı.

ODTÜ öğrencisi Hüseyin Edemir bir bilgisayar çıktısında adı var diye 18 ay tutuklu kaldı.

Devrimci Karargâh davasında yayıncı ve editör Baha Okar bir kimlik fotokopisinde parmak izi olduğu için aylardır tutuklu.

Ahmet Şık henüz yayımlamadığı bir kitap nedeniyle ve başkasının bilgisayarındaki bir belgede ‘Ahmet’ ibaresi geçtiği için aylardır tutuklu. Keza Nedim Şener. Seminer sırasında yurtdışında bulunduğu hâlde tutuklu yargılanan Balyoz davası sanıkları da unutulmamalı.

Kimsenin neden tutuklu yargılandıklarını anlamadığı Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay kaç zamandır içeride?

Uzun tutukluluklar bunlardan ibaret değil.

Çağdaş Hukukçular Derneği’nin raporu ve CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün açıklamasına göre 500 öğrenci tutuklu yargılanıyor. Bunların bir kısmı lise öğrencisi.

Tutuklu öğrencilerden bazıları tarihe karışmış, 1970’lerden kalma THKP-C örgütüne üye olmaktan suçlanıyor.

Bu öğrencilerden hiçbirinde silah ele geçmemiş. Delil ne? Bazılarında delil olarak benim de kütüphanemde olan kitaplar gösteriliyor. Ne yapacağız yani, bu saatten sonra evdeki Komünist Manifesto’yu, Feuerbach ve Klasik Alman İdeolojisi’nin Sonu kitabını yakacak mıyız? Ciddi ciddi iddianamelerde yer alıyor bu kitaplar.

Burada adı geçen kimse, kimseyi öldürmekten yargılanmıyor. Ama hepsi tutuklu. Festus Okey’i öldürmekle suçlanan polis memuru ise dört yıldır tutuksuz yargılanıyor.

Terörle Mücadele Kanunu’nun Türkiye’yi getirdiği nokta budur…

Ana fikir şudur: Adam öldüren, TMK’dan yargılanmıyorsa ve bir de polis memuruysa yıllarca tutuksuz yargılanır, hiçbir şey olmaz.

Ama bir yerde ders verecekseniz, bir protestoya katılacaksanız, poşu takacaksanız, kitap yazacaksanız aman dikkat. Bir bakmışsınız, terör örgütü üyesi olmaktan yıllarca tutuklusunuz.

Silahsız 500 öğrencinin silahlı terör örgütüne üye olmaktan tutuklu yargılandığı bir ülkede yaşıyoruz.”

Tüm bunların adı “ileri demokrasi” diye sunulan sınıfsal “hukuk(suzluk)tur”!

Bu öyle bir şeydir ki, AKP’nin burjuva hukuk(suzluk)u yargı mensupları ve kolluk kuvvetlerindeki devletçi rezervlerle birleşerek bir olağan şüpheliler toplumu yaratıyor!

Bu tabloda muhalefet gayrimeşru ilan ediliyorken; muhaliflere neden öyle oldukları soruluyor!

Muhalefet gayrimeşrulaştırılıp, kriminal bir vaka hâline getiriliyor!

Hukuk(suzluk) adına öne çıkartılan akıl tutulması derinleşiyor.

Mahkemeler ise Kafka’nın “Josef K.”sındaki kara mizahla betimleniyor!

Özel yetkili mahkemeler ve gizli tanık uygulamalarıyla kristalize olan jurnalcilik burjuva otoritaryanizmini karakterize ediyor.

Türk(iye) hukuk(suzluğ)u

Tüm bunlar burjuva Türk(iye) hukuk(suzluğ)uyla iç içe geçmiş gerçeklerdir!

Oral Çalışlar’a, “Yargının değişmesi kolay değil,” dedirten; E. Fuat Keyman’a bile, “Hukukun bittiği anlar”dan söz ettiren; Soli Özel’e, “Kilit mesele: hukuk” gerçeğini anımsattıran; İlhan Cihaner’e bile, “Artık Türkiye’de bir hukuk düzeninden söz etmemiz mümkün değil. Bu bu tam bir ortaçağ hukuku; yaptım ve oldu hukuku,” diye haykırttıran; Süleyman Arıoğlu’nun “İktidarı eleştirenler tasfiye ediliyor,” diye betimlediği tabloya Diyarbakır Hâkimi Faruk Özsu, “Türk yargısı, ‘taşranın kültürel kodlarına hapsolmuş, güce tapan, toplum ve birey düşmanı, antientelektüel, ahlâkçı, asosyal bir cemaattir’…” notunu düşüyor!

21 Eylül 2010’da tutuklanan ve “Devrimci Karargâh Davası”nda yargılanan Tuncay Yılmaz’ın, “Sessiz kalmayanları sokakta gazlıyor, olmazsa senaryo iddianameler, tiyatro davalarla tutukluyorlar. Örnek mi? İşte KCK Davası, işte Devrimci Karargâh Davası, işte Hopa Davası...” kaydını düştüğü tablodaki hukuk(suzluk)un temelinde, “raison d’etat/ hikmet-i hükümet” olarak “devlet sırrı”;[8] “devleti koruma” kayıtlarıyla betimlenen “olmazsa olmazlar” vardır!

Bu da “Devlet ideolojisine göre hukuk”un “şirazeden çıkmış yargı”sını[9] devreye sokarken; devlet, tüm varlığını/ gücünü/ kendisini var eden her şeyi, sınırsız ve kayıtsızca kullanabilme olanağına kavuşurken; sınıfsal diktatörlük vücuda gelir.

İşte bunun için de Carl Schmitt’in o ünlü cümlesini hatırlayalım: “Egemen olağanüstü hâle (istisna hâline) karar verendir.”

İşte tüm bunlar unutulmadan, bir Yargıtay yargıcı, Celal Çelik’in, “yargının… çok derin sıkıntılar yaşadığını”, hatta “bittiğini” söylediği Türk(iye) hukuk(suzluğ)una mündemiç şu örneklere göz atılmasında fayda vardır:

i) Yargının Kürt adaleti başka işliyor. Yargılananlar Kürt olunca mahkemelerin adalet terazisi de değişiyor. Ankara’da Kürtçe şarkı söyleyen Emrah Gezer’i öldürenleri beraat ettiren mahkemeler, polise tekme attığı iddiasıyla Ümit Kapagan’a 9 yıl, basın açıklamalarına katıldıkları iddiasıyla yargılanan 3 öğrenciye de 22 yıl hapis verdi…

ii) Anayasa Referandumu öncesi, 18 Ağustos 2010 tarihinde Siirt’in Kurtalan İlçesi’nde yapılan mitingde halay çeken BDP İlçe Örgütü eski başkanı ve ilçe yöneticilerine, “örgüt propagandası” yaptıkları iddiasıyla birer yıl hapis cezası verildi. Ceza verilen BDP Kurtalan İlçe Örgütü eski Başkanı Abdulgafur Kubilay, sözkonusu ceza ile Kürtlere halay çekmenin de yasaklandığını söyledi…

iii) Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İstanbul Şube Sekreteri Güçlü Sevimli, 20 öğrencinin 1 yılı aşkın süredir cezaevinde tutuklu bulunduğunu, gerçek sayıyı tespit edemediklerini belirterek Adalet Bakanlığı’nın gerçek sayıyı kamuoyuna açıklamasını istedi. Başta Bursa, Malatya, Adana, Ankara ve İstanbul olmak üzere yurdun çeşitli yerlerindeki hapishanelerde, 500’ü aşkın öğrenci çeşitli gerekçelerle tutuklu bulunuyor…

iv) Özgürlükçü Gençlik Derneği üyesi gençlerin evini basarak gözaltına alan polisler, Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarını suç delili olarak gösterdi. Gözaltına alınan Özgürlükçü Gençlik Derneği üyesi gençlere, savcılıkta, “Hikmet Kıvılcımlı’yı neden okudunuz?” sorusu soruldu…

v) Başbakan’ın katıldığı 14 Mart 2010 tarihindeki Roman Çalıştayı’nda “Parasız eğitim istiyoruz” yazılı bir pankart açıp gözaltına alınan, sonra da örgüt üyeliği iddiasıyla tutuklanan Ferhat Tüzel ve Berna Yılmaz’a destek için Edirne’de sokakta çadır kurup bildiri dağıtan yedi üniversiteliye de dava açıldı…

vi) Yenibosna’da 7 Ekim 2007’de Yürüyüş dergisi satarken polis kurşunuyla vurularak felç olan Ferhat Gerçek’in davası, Adli Tıp’tan rapor gelmediği için yerinde sayıyor. 4 yıldır süren davada mahkeme, hâlâ Gerçek’in vücuduna isabet eden mermiyle ilgili araştırma yapıyor…

vii) Zeynep Oral’ın, “Yargı tecavüze ortak” vurgusu; Umur Talu’nun, “T.C. büyük, N. Ç. küçük!” ironisiyle betimlediği davada Yargıtay 14. Ceza Dairesi, 2002’de Mardin’de 13 yaşında satıldığı 26 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç. ile ilgili davada, büyük eleştirilere neden olan mahkeme yorumunu doğru buldu! Yargıtay, hüküm verirken, yerel mahkeme gibi, küçük kızın, babası, dedesi yaşındaki kişilerle rızasıyla birlikte olduğu yorumundan hareket etti…

viii) “Adı bir öldürmeye karıştığı için ‘12 Eylül hukuku’ ile 36 yıl hapis cezası alan Tahir Canan, 1991’de tahliye oldu. Ama bu kez de örgüt üyesi diye tutuklandı ve 12.5 yıla mahkûm edildi. Eski cezasını da üstüne koydular. Aradan 18 yıl geçmesine rağmen Canan’a tahliyesi için üç ayrı tarih verdiler.”

ix) “Fener’e Dokunan da Yanıyor!” Deniz Feneri soruşturmasından el çektirilen Cumhuriyet Savcısı Nadi Türkaslan HSYK’ya sunduğu savunmasında görülmemiş zorluk ve müdahaleyle karşılaştığını belirtti.

x) Eski İstanbul Barosu başkanlarından 49 yıllık avukat Turgut Kazan, savunmasını üstlendiği eski Erzincan Cumhuriyet Savcısı İlhan Cihaner için yazılan bir mektup nedeniyle “3 yıl hapis ve meslekten men” istemiyle 1 Kasım 2011’de Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde hâkim karşısına çıkıp, “Böyle bir Türkiye yaratmış olanlardan, Türkiye adına utanıyorum” dedi…

xi) Festus Okey’in öldürülmesiyle ilgili dava Nijerya’dan gelecek evraka takılırken, bunu protesto edenlere soruşturma açıldı. Mahkemenin 11 duruşmadır öldürülen kişinin “gerçek” Festus Okey olup olmadığına ilişkin Nijerya’dan beklediği evrak, dosyaya yine ulaşmadı. Dava 2008’den beri bu belgeye takılırken, mahkeme, kendisini evrakı bekleyip dosyayı oyalamakla suçlayan beş avukatla davayı takip eden Göçmen Dayanışma Ağı’nın 30 üyesi hakkında “adil yargılamayı etkileme” iddiasıyla soruşturma açtırdı…

xii) HES eylemine katıldığı için mahkeme tarafından “eylemlerde bulunanlarla konuşması” yasaklanan 17 yaşındaki Leyla Yalçınkaya’nın itirazı kısmen kabul edildi. Tortum İlçesine bağlı Bağbaşı Beldesi’nde 5 Eylül 2011’deki HES eyleminde bulunduğu gerekçesiyle Leyla Yalçınkaya eylemci 13 kişiyle görüşemeyecek! Ayrıca Leyla’nın ailesinin de HES mağduru olduğu ortaya çıktı. Leyla’nın babasına 5 bin lira tazminat davası açıldı, annesi ve kız kardeşi eylemlere katıldığı için karakola götürüldü ve “uyarıldı”. Babaanneye de 250 lira para cezası kesildi. Ailede sadece 14 yaşındaki Murat ve 7 yaşındaki Fatih henüz HES cezası almadı…

xiii) Osmaniye’de aile içi tartışma nedeniyle gözaltına alınan Metin Serdar Gökçe, karakolda beş polis tarafından feci şekilde dövüldü. Ayağı iki yerden kırılan Gökçe hakkında beş ay sonra da “kamu görevlisine hakaret ve direnme” suçundan 10 yıl hapis istemiyle dava açıldı…

xiv) Ankara’daki Hopa eylemine “terör” davası açıldı. Deliller: Tişört, şemsiye, kısaltılan saç... Milletvekili Ertuğrul Kürkçü de iddianamede “terörist”…

Ankara’da Hopa olaylarını protesto eden 28 kişi hakkında “THKPC Devrimci Yol Devrimci Gençlik” isimli terör örgütü üyesi olmaktan dava açıldı. Şüphelilerin evlerindeki sol içerikli kitaplar, basketbolcu tişörtü, not defterleri delil sayıldı, olay yerinde bulunan bir şemsiye, sert plastik boru ve flama sopası da suç aleti olarak yer aldı…

“Sonuç yerine”

Buraya kadar ifadeye gayret ettiklerim bağlamında diyebilirim ki, ne sokak ortasında katledilen Alaattin Karadağ’ın ne de ötekilerin davasında hukuki bir beklentim sözkonusu değil…

Her ne kadar F. Schiller 1800’lerde, Yasanın gözü” metaforuyla hukuka gönderme yaparak, “Korkutamaz gece kimseyi/ Yasanın gözü nöbettedir,” dese de,[10] ben, bu burjuva saptamaya inat, bizim gözümüzün, örgütlü özgürlük mücadelemizin burjuva yasaların üstünde olması gerekliliğin altını özenle çizerek; V. İ. Lenin’in, “Paranın gücü üzerine kurulmuş bir toplumda bir avuç zengin asalak bir ömür sürerken, emekçi kitlelerin sefalet içinde kıvrandığı bir toplumda gerçek ve tam bir özgürlük olamaz”; İgnazio Silone’nin, “Özgürlük, size armağan edilmiş bir şey değildir. İnsan kendi özgürlüğünü başkalarından dilenemez. Özgürlük halkların alın teriyle kazanabilecekleri emektir,” sözlerinin altını özenle çiziyorum…

Kaldı ki Walter Benjamin’in, “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hâl’, istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hâli yaratmak bize düşen bir görevdir,” diye betimlediği tabloda; burjuva hukuk(suzluk)ca kural hâline getirilmiş sahte olağanüstü hâle, yani sistemin bekası ve güvenliği için halklara uygulanan teröre karşı tek seçenek özgürlük mücadelesini yükseltmektir…

Hem de Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şu dizeleri eşliğinde: “Savcı nedir düşündün mü?/ Bıçakları uçlu kılan?/ Bir eski hak alınmamış, bir dere kan sorulmamış,/ Şunun bunun alın teri,/ Alınları taçlı kılan./ Savcı nedir düşündün mü?/ Yazıları suçlu kılan?/ Usla, yürekle büyümüş, gündüzler geceye karşı,/ Ama nedir çağlar üzre,/ beni senden güçlü kılan?”[11]

Nihayet diyebilirim ki, Alaattin Karadağ’ın davasının bana hatırlattıkları özetle bunlardır…

8 Kasım 2011 13:06:56


N O T L A R

[1] Albert Camus.

[2] “Bir Haber, Dört Hikâye, Üç Kayıp Yaşam”, Taraf, 26 Aralık 2010, s.8.

[3] İlhan Taşcı, “Faili Meçhullerin İzi Susurluk’ta Aranacak”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2011, s.8.

[4] Erdal Engin, “Devletin Mezarları”, Demokratik Toplum, 10-16 Ekim 2011, s.22-24.

[5] Berat Günçıkan, Devletin Şiddet Tarihi, Agora Kitaplığı, 2010.

[6] Jacques Derrida, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, der: Aykut Çelebi, çev: Zeynep Direk, Metis Yay., 2010.

[7] Michel Foucault-Noam Chomsky, İnsan Doğası: İktidara Karşı Adalet, çev: Tuncay Birkan, BGST Yay. 2005.

[8] Meclis’e gönderilen Devlet Sırrı Kanunu Tasarısı’yla, bilgi ve belgelere devlet sırrı niteliğini verme işlemlerini yapmak üzere Başbakanlık Müsteşarı’nın başkanlığında Devlet Sırrı Kurulu kurulacak. Mahkemelerce talep edilen devlet sırrı niteliği taşıyan bilgi ve belgeler, kurulca gerekçesi belirtilmek suretiyle verilmeyebilecek. (“Yargının ‘Devlet Sırrı’na Ulaşması Zorlaşıyor”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2011, s.5.)

[9] Hüsnü Öndül, “Hukuk Şirazesinden Çıkarsa”, Evrensel, 3 Kasım 2011, s.2.

[10] Michael Stolleis, Yasanın Gözü, Çev: Arif Çağlar, Kitap Yay., 2010.

[11] Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Dört Kanatlı Kuş”, Büyük Türk Şiiri Antolojisi, derleyen: A. Behramoğlu, Sosyal Yay.