11 Kasım 2011
Sayı: SİKB 2011/42

 Kızıl Bayrak'tan
Gerici savaş ve saldırganlıkta sınır tanımıyorlar
Amerikan tetikçiliği
“benzeri olmayan” noktada
Kürt sorununa dokunan yanıyor!.
BDP Eşbaşkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş ile konuştuk
Karadağ’ın katledilişinin 2. yıldönümü dolayısıyla avukatlarından polis cinayetleri ve dava süreci üzerine.
Cinayet(ler)in faili ve
nedeni - Temel Demirer
Ölümsüzlüğe uğurlanışının 2. yılında Alaattin yoldaş üzerine
Metal İşçileri Birliği MYK Kasım Ayı Toplantısı
Sendikal çalışma, reformizm ve
devrimci politika üzerine
TKİP’nin 13. yılı etkinliğindeki konuşma: Güne yükleniyor, devrime hazırlanıyoruz!
“İşçilerin birliği, halkların kardeşliği gecesi” gerçekleşti.
13. Yıl etkinliği mesajlarından
AB’nin zayıf halkası Yunanistan’da
kriz derinleşiyor
“İşgal Et” eylemleri sürüyor!
Göçün 50. yılı ve kısa hikayesi
Libya’da yeni emperyalist
işgal dönemi
Direnişçi Hugo Boss işçileriyle konuştuk
Şubeler hazırlıklara başladı
Asgari ücretliye 1 somun ekmek
DİSK/Tekstil’de muhalefeti
sindirme operasyonu
İstanbul’da 6 Kasım protestoları
“YÖK’e karşı alanlardaydılar
Galatasaray önünde 345. hafta
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Karadağ cinayeti davası avukatları:

İnfazın ikinci yılında "kral çıplak"

Av. Zeycan Balcı Şimşek: “Sınıfın adaleti er geç tecelli edecektir”

Müvekkilimiz Alaattin Karadağ, Esenyurt Saadetdere Mevkii’nde 19 Kasım 2009 tarihinde, “olay mahallinde bulunan polislerce tutulan tutanaklara göre” sanık polis Oğuzhan Vural tarafından defalarca ateş edilerek vuruldu. Yine tutanaklardan anlaşıldığı kadarıyla müvekkilimiz, olay mahallinde bulunan diğer görevli polislerce de yaralı halde saatlerce bekletilerek öldürüldü.

Olay kolluk kayıtlarına ve basına silahlı çatışma olarak geçirilmişse de soruşturma ve kovuşturma sırasında ortaya çıkan bilgiler, belgeler ve olayın görgü tanıkları, müvekkilimiz Alaattin Karadağ’ın kolluk tarafından keyfi biçimde öldürüldüğünü göstermiştir.

Müvekkilimizin ölmesinin ardından, adli birimlerce soruşturma başlatılmış ve olay mahallinin yetki sınırları içerisinde olan Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından, suçun ağırlığı nedeniyle görevli mahkemenin Ağır Ceza Mahkemeleri olduğu, sanık polis Oğuzhan Vural’ın en yakın ağır ceza mahkemesi olan Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanması gerektiğini belirtilerek görevsizlik kararı verilmiştir.

Böylece dosya Bakırköy Başsavcılığı’na gönderilmiş ve savcılık tarafından, Büyükçekmece Başsavcılığı’nın görevsizlik kararında belirttiği suç tasnifinde değişiklik yapılmaksızın sanık polis hakkında “kasten adam öldürme, kişilerin Malları Üzerinde Usulsüz Tasarruf ve Görevi Kötüye Kullanma” suçlarından iddianame düzenlemiştir. İddianamenin Bakırköy 9. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilmesi üzerine dava açılmış ve ilk duruşması 16 Haziran 2010 tarihinde yapılmıştır. Belirtmekte fayda vardır ki; bu soruşturma başından sonuna kadar eksik yürütülmüştür. Müvekkilimiz Alaattin Karadağ’ın kolluk tarafından öldürüldüğü saatlerde, olay mahallinde bulunan görevli polisler, müvekkilimizi hastaneye götürmek yerine çevrede bulunup bulunmadığı, olayı görüp görmediği dahi belli olmayan ancak, müvekkilimiz aleyhine ifade verebilecek, “vatansever” şahısları toplamış ve karakola ifade vermeye götürmüştür. Evet kolluk işini gücünü bırakmış, müvekkilimizin infaz edildiği sokakta ölmesine seyirci kalırken diğer taraftan müvekkilimiz aleyhine tanık aramış, bulmuş ve bu şahısları baskı altına alarak ifadelerini almıştır.

Tanık sıfatıyla dinlenen bu şahısların ifadelerini alan kolluk görevlilerinin bugün bu davada sanık olarak yer almaları gerekirken, bırakın sanık olarak yer almayı kolluk soruşturmayı dahi bizzat yürütmüştür. Bu durum dahi soruşturmanın kanuna ve usule uygun olarak yürütülmediğinin, delilleri karartma ve imha etme saikiyle hareket edildiğinin açık göstergesidir.

Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nca düzenlenen bu iddianame kolluğun yönlendirmesiyle ve topladığı belgelerle yürümüş ve ciddi bir araştırma yapılmaksızın dava açılmıştır. Etkin bir soruşturma yapılmış olsa idi, olay mahallinde bulunan birçok kolluk görevlisinin bizzat müvekkilimizin öldürme olayına iştirak ettiği, göz yumduğu ve öldürme olayına katıldığı ortaya çıkarılacak ve bugün bu davada birçok polis sanık olarak yargılanacaktı. Oysa düzenlenen iddianamede tek bir polis sanık olarak yeterli görülmüş ve bu sayede olaya doğrudan ve dolaylı olarak iştirak eden kolluk görevlileri aklanmıştır. Hatta öyle bir aklama operasyonudur ki bu; davada sanık olarak yargılanması gereken polisler davada tanıklık yapmışlar ve yargılanan sanık polisi aklamaya çalışmışlardır. Bu aklama operasyonuna ne yazık ki mahkeme de seyirci kalmıştır. Bu davada yaşananlar dahi tek başına bu topraklarda bir hukuk devletinin değil polis devletinin varlığına delalettir.

Evet bu dava bize göstermiştir ki “kral çıplaktır.” Fakat tüm resmi ve adli kurumlar gerçeği gizlemek için seferber olsa da, bu davada yargılanan sanık polis beraat de etse, gerçek gizlenemeyecektir. Müvekkilimiz kolluk tarafından yasalardan alınan keyfiyetle öldürülmüştür. Bu durum tüm çıplaklığıyla ortadadır .

Bize göre bu davanın seyri tam da en başından beri ısrarla belirttiğimiz hususlar nedeniyle değişmiştir. Bu davada sanık polisin lehine tanıklık yapan şahısların duruşma salonunda yalancı tanıklık yaptıkları anlaşılmıştır. Yine ısrarla taleplerimiz sonucunda olay mahalline gittiği belirtilen Acil 112 Hattı kayıtlarının olayın gerçekleşmesinden aylar sonra tutulduğu ortaya çıkmıştır. Müvekkilimize ait olup atış mesafesinin tayini için gerekli olan üst giysiler soruşturma sırasında kaybedildiği ve bu da yetmezmiş gibi yine müvekkilimizin öldürüldüğü olay anına ilişkin MOBESE ve çevre işyerlerinin kayıtlarının Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nce alındığı ve kayıtların mahkemeye gönderilmediği anlaşılmıştır. Ayrıca mahkemede tanıklık yapan olayın gerçek görgü tanıklarının müvekkilimizin saatlerce sokak ortasında bekletildiği ve sayısız kez kurşunlandığı için öldüğüne ilişkin tanıklıkları da davanın seyrini önemli ölçüde değiştirmiştir.

Ne var ki tüm bu önemli ve lehyte gelişmeler dahi mahkemenin tavrını değiştirmemiş ve sanık polis tutuklanmamıştır. Bu mahkemenin tavrı bizce bellidir. Yüksek(!) Yargıtay’ın koruyup kolladığı gibi mahkeme de suç işleyen, sokak ortasında infaz gerçekleştiren kolluğu koruyup kollayacağı anlaşılmıştır. Bizim bu davada tek talebimiz gerçek adaletin tecelli etmesidir. Ne var ki etmeyeceği ortaya çıkmıştır. Ancak bilinmelidir ki tarih boyunca adalet hiçbir zaman yargıçlarca dağıtılmamıştır. Sınıf açısından adalet, ekmek ve su gibidir. Bu davada adalet yargıçlarca dağıtılmazsa sınıfın adaleti er geç tecelli edecektir.

Bu dava bize göstermiştir ki; “Hepinizin bildiği gibi, güvenlik, insanlığın baş düşmanıdır.”(W. Shakespeare)

Av. İbrahim Ergün: “Dava süreci infazcılara cesaret veriyor”

Birçok infazda “çatışma oldu” denerek dava bile açılmadı. Açılmak zorunda kalınan davalardan da sonuç alınamamıştır. Bu durum yeni infazlara ve infazcılara cesaret veriyor. Onlar devlet gücünü elinde bulundurduklarından aleyhte delillere ulaşılmasının zor olduğunu ve her aşamada korunduklarını, eskaza bir dava açılırsa bile aklanacaklarını bilmenin güveni içinde hareket ederler.

İnfazlarda dava açılabilmesi ancak duyarlı kamuoyunun, çevrelerin ve ailelerin çabası ve zorlamasıyla olabiliyor. Bu nedenle açılan “davalar” zaten başlangıçta en göz önünde deliller bile toplanmadan, hatta bazen saklanarak açılıyor. Yani aslında iddianamelerin gerçek anlamda bir iddiası olmuyor. Öncelikle sanıklar hemen başka bir ile atanarak yargılama bölgesinden uzaklaştırılıyor. Dava açıldıktan sonra korumacılık mahkemelerde de devam ediyor. Olabildiğince uzun sürdürülen yargılamalarda sanık polislerin ilk ifadesini aldıktan sonra mümkünse duruşmalara katılmamaları sağlanıyor. Ne kadar net delil olursa olsun kesinlikle tutuklama kararı çıkmıyor. Keşif ve diğer somut delil toplanması istekleri ya reddediliyor ya da zamanı geçtikten sonra, yani sonuç alınamayacak noktada kabul ediliyor. Büyük çoğunlukla infaz edilenin elbiseleri kaybedildiği için atış mesafesi tayini tam olarak yapılamıyor. Neticede çabalarımızla çok somut deliller ortaya çıksa dahi mahkumiyet verilmiyor.

Geçmişte de infaz davaları hep bu şekilde yargının cezasızlık koruması ile karşılandı. Zaman zaman bunun taraflarından basında yer alan itiraflar da oldu. 1988 Tuzla infazından bugüne bu davalarda sanıklar için devlet koruması refleksi yargıyı da sarmıştır. Bugün de değişen fazla bir şey olmadığını Alaattin Karadağ davasının benzer biçimde seyretmesinden görüyoruz.


Av. Murat Çelik: “Maddi gerçeğin ortaya çıkması engelleniyor”

Bakırköy 10 Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın 9 Kasım 2010 tarihli ikinci duruşmasında talebimiz üzerine keşif kararı alınmıştır. Mahkemenin 6 numaralı ara kararı uyarınca “… olay mahallinde kroki çizebilecek ve fotoğraf çekebilecek bir bilirkişi alınmak suretiyle 25.03.2011 günü saat 11.00’da keşif icrasına, keşif mahallinde tanıkların ve mağdur İsmail Durmuş’un hazır bulunmalarına…” karar verilmiştir.

25 Mart 2011 tarihinde keşif için mahkemeye gelindiğinde ise “… aynı tarihte mahkememiz başkanı Bülent Akasma’nın Bakırköy 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2009/391 E. sayılı dosyasına başkan olarak bakmakla görevli olduğundan keşfin ertelenmesine…” kararı verilmiş ve tutanak düzenlenmiştir.

25 Mart 2011 tarihli düzenlenen tutanakta, keşfin zorunlu olarak ertelendiği belirtilmiş olmasına rağmen üç, dört ve beşinci duruşmalarda ertelendiği belirtilen keşif kararı alınmamış “… keşif hususunun daha önceki ara kararlarda belirtildiği şekilde ilgili raporların alınmasından sonra düşünülmesine…” karar verilmiştir.

Keşif kararı mahkeme tarafından bilinçli olarak ertelenmekte ve maddi gerçeğin ortaya çıkması engellenmektedir.

Alaattin Karadağ 19 Kasım 2009 tarihinde polis tarafından “yargısız infaz” sonucunda öldürülmüştür. Soruşturma, suçu işleyenler ya da mesai arkadaşları tarafından eksik ve etkisiz bir şekilde sürdürülmüştür. Tanıklar, fail ve diğer polisler tarafından yönlendirilmiştir. Dosya kapsamında bulunan tüm deliller Alaattin Karadağ’ı öldüren sanık polisin aklanmasına yönelik olarak hazırlanmıştır.

Olay yerinde keşif yapılması ve tanıkların dinlenmesi ile Alaattin Karadağ’ın “yargısız infaz” sonucu öldürüldüğü gerçeği ortaya çıkacaktır. Mahkemenin adil bir karar verebilmesi için tanıkları olay yerinde dinlemesi ve olayı anlaması gerekmektedir. Bu nedenle keşfin yapılması bir zorunluluktur.

Keşif günü olarak 19 Kasım tarihi veya yakın bir tarih belirlenmiş olsaydı maddi gerçekliğin ortaya çıkması sağlanabilirdi. Bu tarihte keşif yapılması halinde günün koşulları, havanın karanlık olup olmadığının tespiti, tanıkların olay ile ilgili beyanlarının doğru olmadığı ortaya çıkacaktır. Parkta başlayan ve ölümle sonuçlanan sokak arasındaki mesafe, hatlı minibüsün ana güzargahından çıkarılarak sanık tarafından ara sokağa sokulmasının ne kadar tehlikeli olduğu, minibüs şoförünün vurulma şekli ve kim tarafından vurulduğu belirlenecektir. Mahkeme tarafından dinlenen tanıklar, polislerin yönlendirmesi ve baskısı ile yalan söylemişlerdir. Bazı tanıklar evlerinden veya evlerinin balkonundan olayların ayrıntılı anlatımlarını yapmalarına rağmen bulundukları yerden olay yerini görmelerinin imkansız olduğu anlaşılacaktır. Ayrıca mahkemede henüz ifade vermeyen bazı tanıkların keşif sırasında tanıklık yapmaları sağlanacaktır.

Polislerin sanık olarak yargılandığı “yargısız infaz” davalarında genel olarak yargı tarafından sanıklar korunmakta ve aklanmaları için özel çaba harcanmaktadır.

Müdahil tarafın taleplerinin büyük bir bölümü reddedilmekte veya zamanında yapılmamaktadır. Bu tür davalar için çok önemli olarak kabul edilen keşif talepleri de gerekçesiz olarak reddedilmekte veya bilinçli olarak sürüncemede bırakılmaktadır. Mahkemelerin bu yaklaşımı sanıkları cesaretlendilmekte ve yeni infazlara imkan sağlamaktadır.

 

Av. Ceren Uysal: “Devlet terörü olağanlaştı”

Coğrafyamızda toplumsal muhalefeti ve özellikle bu muhalefetin örgütlü kesimlerini hedef alan uygulamaların ve yargısız infazların bir miladı olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu açıdan esasında yeni bir yasanın yürürlüğe girmesi, şu ya da bu yasada yapılan değişiklik özü itibariyle bu kesimlere karşı yürütülen ve “terörle mücadele” söylemi ile yıllarca üstü örtülen terörü farklılaştırmamıştır. Ancak basit istatistiki veriler dahi, PVSK, TMY ve diğer olağanüstü hal düzenlemelerinin ciddi sonuçlara yol açtığını gözler önüne sermektedir.

Buradan yola çıkarak, öncelikle hepimizi büyük oranda tedirginliğe sürükleyen değişimin ne olduğunu tanımlamaya çalışmakta fayda var. Bana kalırsa burada değişim; “polise korkusuzca öldürme hakkının yasalarca tanınması ve aklanmasının kolaylaştırılması” değil, “polisin korkusuzca “herkesi” öldürebilmesine” zemin yaratılmış olması…

Gerçekten de PVSK’dan, TMY’ye kadar ilgili yasalar ve özellikle sonuçları incelendiğinde, bu rahatlıkla görülebilir. Birinci yasal düzenleme, gürültülü bir ortamda “dur ihtarını” duyamayan herhangi bir insanın kıstaslarını yasal düzenlemelerden çıkartmamız mümkün olmayan bir “şüphe” iddiası / algısı aracılığıyla öldürülebilmesine zemin yaratmaktadır. İkincisi ise, terör/terörist/terör suçu kavramlarını iyiden iyiye muğlâklaştırıp, geçmişten kat be kat geniş bir kesimi yasa kapsamında yargılanabilir kılmaktadır. Bütün bunlardan yola çıkarak geçmişte –genel olarak- hedefli bir imha etme politikasının aracı olarak devreye sokulan devlet terörünün, bugün sistematik bir biçimde yürütülen korku toplumu inşa etme sürecinin aracına evriltildiğini söylemek yanlış olmaz. Kısacası sadece hedef büyütüldü, şiddetin uygulandığı alan genişletildi. Belki başka bir tartışma konusu ama, “uygulama alanının genişletildiği”ni ifade ederken “Batıya” doğru genişletildiğinden de özellikle bahsedilmesinde fayda var. Artık günümüzde siyasi iradenin toplam yönelimlerinin bir ürünü olarak, ilgili yasaların yarattığı geniş alanda devlet terörü hemen herkesi etkileyen bir gerçeğe dönüştü. Kısacası egemenler artık şiddet uygularken, sınıfsal bir ayrım yapmanın dışında (ki bu noktada dahi kimi zaman ibre şaşabiliyor) örgütlü-örgütsüz, Kürt-Türk, genç-yaşlı ayrımı yapmıyor.

Gerçekten de bir korku toplumu yaratılıyor. Özellikle polis kurumu inanılmaz bir özgüven ve pervasızlıkla istediği gibi at koşturuyor. Yıllarca bizlerin bile dilinde yer etmiş olan “olağanüstülük” kavramının aslında sistemin olağan uygulamalarının meşrulaştırılması için kullanılageldiği artık tartışma götürmez bir açıklık kazandı. Kısacası devlet terörünün olağan olduğunu bugün artık 7 yaşındaki çocuklar dahi biliyor.

Her şeyin gerekçesine dönüştürülen güvenlik sorunsalı, bugün polis devleti inşasının en önemli sosyo-kültürel kökenini oluşturuyor. Güvenlik adına, güvensiz, kendinden korkan, bütünüyle gözetlenen ve kontrol altında tutulan bir toplum yaratılıyor. Bu manipülasyon o kadar etkin ve yaygın ki… Örneğin yıkımlar yapılıyor ve yıkım mahali dışındaki kesimlerde oluşabilecek bütün tepkiler güvenlik ihtiyacına çubuk bükülerek önden eleniyor. Avukatlar adliyeye girerken üstlerini aratacaklar deniyor, karşı çıkışların önüne akan suları durduracak bir buluşla, güvenlik ihtiyacı ile çıkılıyor. Sokaklar adım adım kameralarla izleniyor, her köşede polis kontrolleri yapılıyor, insanların telefonları dinleniyor ve bütün bunlar yine güvenlik kavramı ile meşrulaştırılıyor. Kısacası toplumsal yaşam adım adım bir kara ütopyaya dönüşüyor. İnsanlar iki arada bir derede kalıyor; bir yandan güvenliği için endişe ediyor ve diğer yandan güvenliği tesis etmek adına atılan bütün bu adımlardan ötürü kendini yine tehlikede hissediyor. Çünkü haksızlığı kamuoyu karşısında dahi gizlenemeyen polis cinayetleri bile bu argümanla pişirilerek insanların karşısına çıkarılıyor. “Hata yapılmış olabilir ama ya hata olmasaydı, ya canlı bomba olsaydı, ya terörist olsaydı, ya gözünü kırpmadan sizi öldürebilecek bir katil olsaydı…” Somut olaydaki eli kanlı katil polis, bir anda toplumun güvenliğini sağlamak adına –istemeden elini kana bulamış- bir kahramana dönüştürülüyor. Kısacası yaratılmak istenen korku toplumunun temel yapı malzemesini güvenlik sorunsalı oluşturuyor.

Bugün devlet terörünün hemen her görünümünde, sistemin çeşitli kurumlarının sorumluluğu söz konusu. Hedefli-hedefsiz tüm cinayetler ve bundan sonra işlenecekler de böyle kavranmalı. Sonuçta polis burada uygulayıcı, istatistikleri bilfiil kabartan o olacak. Ancak bunu yaparken, güvenini yasal düzenlemelere değil; kimi zaman yasalara rağmen onları aklayan yargı mekanizmasına borçlu. Bugün PVSK’daki maddelere atıf yaparak kendini kurtaracağını bilir, dün zamanaşımına güvenirdi, yarın da PVSK’nın ilgili maddeleri yürürlükten kalksa da kendisini koruyacak bir mekanizma olacağını bilecek. Medya ise yazılı basından başlayarak bu uygulamaların gerekçelendirmecisi gibi davranıyor. Ya da görsel alanda, örneğin çektiği dizilerle (Behzat Ç. örneğinde çok net görüldüğü üzere) meşrulaştırıcısı rolü oynuyor. Bu sorumluluk ilişkisine daha başka özneler de eklemek mümkün. Kısacası, artık “Türkiye bir polis toplumuna dönüştürülüyor” demek yersiz. Bu dönüşüm kanımca çoktan tamamlanmıştır.

 

İHD İstanbul Şube Başkanı Av. Abdülbaki Boğa:

“Failler halkın vicdanında
hak ettikleri cezayı almışlardır”

İnsan Hakları Derneği olarak Karadağ davasına katılma talebinde bulunduk ancak bu talebimiz mahkemece reddedildi.

Türkiye’de özellikle 90’lı yıllarda sivil alanda çok ciddi kayıplar yaşandı. Bu kayıplar, devlet tarafından gözaltına alınıp kaybedilen insanlar, gözaltında işkenceye uğrayarak öldürülen insanlar veya sokak ortasında yargısız infazlar şeklinde gerçekleşti. Bunların çok sayıda örneği mevcuttur.

Türkiye’de devlet hala bu konuda yargıyı çözüm aracı olarak görmekten uzak bir noktadadır. Gerek siyaseten gerekse hukuk mevzuatı açısından bu böyledir. Mahkemeler hala işkencecileri, yargısız infaz gerçekleştiren şahısları, devlet görevlilerini aklama ve koruma güdüsüyle hareket etmektedir. Hele hele Karadağ olayındaki gibi ayen beyan, görgü tanıklarının beyanları ve bütün delilleriyle ispat edilebilecek davalarda iki yıla yakın bir süredir sonuç alınmaması hukukun geçmişte olduğu gibi infazcıları koruma güdüsüyle hareket ettiğini, davayı sonuca götürme konusunda ağır aksak ilerlediği intibasını uyandırmaktadır. Oysa ortada bir suç ve bu suçun failleri varsa, delilleri açıksa bu davayı sürüncemede bırakmanın bir anlamı yoktur. Bunun hukuksal bir izahı da yoktur.

Biz insan hakları savunucuları olarak bu tür davaların takipçisi olacağımızı her zaman söyledik, yine söylüyoruz. Temel ilkelerimizden biri de budur. Özellikle yaşama hakkı kim ne düşünüyor olursa olsun hiç kimsenin dokunmaması gereken kutsal bir haktır. Bu güç hele devletse hele bizim vergilerimizle bir organizasyon sağlamış, irademizin büyük bir kısmını teslim ettiğimiz bir kurumsa canımızı, malımızı, namusumuzu koruması gerekenler yaşamımıza son veriyorsa, gözaltında kadınlara tecavüz ediyorsa, N.Ç davasında olduğu gibi 26 kişi içinde askeri, kamu görevlilerinin olduğu bir dosyada 13 yaşındaki bir çocuğu kendi iradesiyle kendi bedenini pazarladığı yargı tarafından iddia ediliyorsa, bu ülkede hukuktan, yargının bağımsızlığından, adaletin tecelli ettiğinden bahsetmek mümkün değil.

Dolayısıyla Karadağ davasının bir an önce sonuçlanması gerekiyor. Bir örnek teşkil etmesi lazım. Nitekim vicdanlar hiçbir katili yastığında rahat uyutmuyor. Ayhan Çarkınlar, İbrahim Şahinler şu anda dile geliyorlar. İşledikleri suçları teker teker anlatmaya başladılar. Failler hiçbir zaman gizli kalmayacak, halkın vicdanında zaten onlar hak ettikleri cezayı almışlardır. Hukukun da adalet duygusunu zedelememesi için bunu ispat etmesi lazım.