25 Şubat 2011
Sayı: SİKB 2011/08

 Kızıl Bayrak'tan
Metal işçilerinin grevi
emeğin davası olmalı!
Biat-ihsan üzerine kurulu sendikacılık ve taşeronluğu bitirme yalanı!
“Ontex’te ihanete ve
sömürüye karşı direniş!
Ontex direnişini görmek istemeyen “emek” dostları üzerine
Ankara İşçi Kurultayı’na giderken
Kurultay hazırlıkları yoğunlaşıyor
Sömürüye ve kölelik dayatmalarına
karşı GREV var!..
Zafer direnen işçilerin olacak!
UPS işçisiyle direniş süreci ve
metal grevi üzerine konuştuk
Arap dünyasında halk ayaklanmaları sürüyor
Amerikancı despotik Bahreyn Krallığı’nın sonu yaklaşıyor.
Mısır’da yeni bir mücadele dönemi
Araştırmacı-yazar Volkan Yaraşır’la gündemdeki halk ayaklanmaları üzerine konuştuk
Dünyadan
Emekçi kadınları
örgütleme eferberliğine!.
Tecavüzü önlemek için yasaları değil düzeni değiştirmeli!
“Emekçi kadınlar
mücadele etmeli!.
Emekçi kadınlar 8 Mart’a yürüyor!
Gençliğin devrimci baharını kazanmak için ileri!
İnce ve Erpak serbest bırakıldı
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Biat-ihsan üzerine kurulu sendikacılık ve taşeronluğu bitirme yalanı!

Son bir aydır İzmir’de İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından “kölelik düzeni taşeronluğu kaldırıyoruz”, “Başka bir dünya mümkün” söylemleriyle bir kampanya yürütülüyor.

Taşeronluğun bitirilmesi iddiasıyla yılbaşından önce başlayan çalışmalar Ocak ayı sonlarına doğru tamamlandı.Toplamda 3000 civarında işçi önce İzenerji şirketine sonra da Genel-İş Sendikası İzmir 3 Nolu Şube’ye kaydedildi. Bürokratik işlemlerin büyük ölçüde tamamlanmasının ardından 4 Şubat günü de yine İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından “emek şenliği” isimli bir kutlama gecesi düzenlendi. Geceye işçiler aileleriyle birlikte katılım sağlarken, DİSK Başkanı Süleyman Çelebi, Genel-İş Başkanı Erol Ekici, Belediye-İş Başkanı Nihat Yurdakul da geceye katılanlar arasındaydı.

“Şenlik” sırasında hem Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun hem de sendika bürokratlarının yaptığı konuşmalarda büyükşehirde taşeronluğun bitirildiği, işçilerin daha insani, ekonomik ve sosyal haklar açısından daha iyi koşullarda çalışacağı tekrarlandı. Çelebi ve Yurdakul’un yanı sıra mücadeleci iddialara sahip Erol Ekici de dahil sendikacıların gecede yaptıkları konuşmalarda Aziz Kocaoğlu’na ve CHP’li belediyelere yağ çekildi. Aziz Kocaoğlu şahsında CHP’li belediyeler emek dostu ilan edildi.

Sendikacıların böylesine ölçüsüz övgüler dizdikleri bu olaya yakından bakalım.

CHP ile “derin” işbirliği

Büyükşehir bünyesindeki taşeron şirketlerde çalışan park-bahçe işçileri kesintilere uğrasa da yıllarca kadrolu ve sendikalı çalışma mücadelesi verdi. Fakat verilen mücadeleler şimdiye kadar somut bir kazanıma dönüşemedi. Vira-Kürşat şirketinde çalışan işçilerin açlık grevine varan eylemleri, bu mücadelenin en ileri noktası olmuştu. Üstelik bu eylemlerin hedefinde de Aziz Kocaoğlu vardı. Son iki yıldır ise yine park-bahçe işçilerinin kadrolu ve sendikalı olma istek ve mücadelesi gündemdeydi. Çeşitli düzeylerde örgütlenen işçiler hem Belediye İş genel merkezine (Nihat Yurdakul’a) hem de Genel-İş’e başvurarak örgütlenme isteklerini iletip sendikaların da bu sürece dahil olması gerektiğini ifade ettiler. Fakat ne Belediye-İş ne de Genel-İş sendikaları işçilerin bu talebine karşılık verdi.

Genel-İş Sendikası işçilerin talebini açıktan geri çevirip talebin Aziz Kocaoğlu tarafından karşılanacağını söyleyerek işçileri atalet içerisinde bir beklentiye soktu. Belediye-İş ise örgütlenmenin zorluklarını bahane ederek oyalama yolunu seçti. Sendikaların aldıkları bu tutum karşısından bin 300 civarındaki park-bahçe çalışanı taşeron işçinin büyük bölümü Genel-İş Sendikası’nın denetimi altına girdi. Belediye-İş ile temas halinde olan daha az sayıdaki öncü ve mücadeleci sayılabilecek bir kısım işçi ise dernek kurdu ve kendi içinde ayrıştı. Aslında iki sendika da kararlı bir mücadelenin sonunda kazanılabilecek bu talepler için CHP’li belediyeyi karşısına almayı tercih etmedi ve işçiler ortada bırakıldı. Nihayetinde kısmen park-bahçe işçilerinin basıncı, daha çok da CHP’nin yaklaşan seçim için yatırım yapma hesabının bir ürünü olarak park-bahçe işçileriyle birlikte Büyükşehir bünyesindeki diğer taşeron şirketlerde çalışan işçiler de belediye şirketine ve sendikaya kaydedildiler.

Kadrolu ve sendikalı çalışma adı altında kölelik

Devir işlemlerinin gerçekleşmesinin ardından işçilerin dikkati şimdi hangi haklardan yararlanacakları konusuna odaklanmış durumda.

İşçilerin kaydedildiği Genel-İş 3 Nolu Şube son iki aydır Büyükşehir Belediyesi’yle toplu sözleşme pazarlıkları yürütüyor. Taşeron işçilerin bu sendikaya kaydolmasıyla birlikte onlar da yürütülen bu sözleşmenin kapsamı içine girmiş oldular. Fakat ortada belediye başkanı Aziz Kocaoğlu’ndan başkasının ağzına almadığı (o da bunu sendikacılara sınırlarını hatırlatmak için düzenli olarak yapıyor) önemli sorunlar var.

Taşeron işçilerin belediye şirketine kaydırılmasının hazırlıkları başladığında Aziz Kocaoğlu “sendikalar ücret sendikacılığı yapmazsa taşeronlaştırmayı bitiririz” demişti. Bu açıklamasını daha sonra şu sözlerle pekiştirmişti “…Sendikalar da taşeronlaşma kalkarken, işçilerin şirkete olan maliyetlerini ve işçi ücretlerini gözden uzak tutmamalı. Bizim verdiğimiz destek, ücretten ziyade iş güvencesiyle sosyal hakların, kıdem tazminatının kazanılmasıdır. Bunu hem işçi arkadaşların, hem kamuoyunun böyle algılaması gerekir…” Bu ifadelerden de çıkarılabileceği gibi CHP’li belediye, işçileri taşeron şirketten belediye şirketine alacak, fakat ekonomik ve sosyal hakların sınırını kendileri belirleyecek. Buna ek bir başka sorun ise belediye ile sendika arasındaki toplu sözleşme uyarınca toplu sözleşmeden ilk defa yararlanmaya başlayan işçilerin ekonomik haklardan %15 oranında daha az yararlanabiliyor olmasıdır.

CHP’li belediye somut olarak sendikaya şunu söylüyor: Taşeron şirketler belediyeden işçi başına 350 lira kar ediyorlardı, biz taşeron şirketlerin karını çeşitli kalemler altında işçilere vereceğiz, daha fazlasını değil.

İşçilerin beklentisi ise elbette bundan daha fazlasıdır. Taşeronda çalışan işçiler yol, yemek ve fazla mesai ücretleriyle birlikte ortalama 900 lira civarında ücret alıyorlar. İşçilerin sendikaya devrinden kaynaklı mesailer gerçekten zorunlu durumlar dışında belediyenin bilinçli tutumuyla kaldırıldı. Bugün aylık maaşla birlikte verilen yol ve yemek ücreti de yarın toplu sözleşmede sosyal haklar kapsamında sayılacağı için, geriye asgari ücretin çok az üzerinde olan çıplak ücret kalacak. Çıplak ücretin üzerine eklenecek olan 350 liranın az bir kısmı net aylık ücrete, geriye kalanı ise yol ve yemek gibi çeşitli sosyal hak kalemlerine dağıtılacak. Bu haliyle sonuçlanacak bir toplu sözleşmeden sonra “kadrolu ve sendikalı” olmakla avutulmaya çalışılan işçilerin ekonomik ve sosyal haklarında anlamlı bir değişiklik olmayacak.

Biat ve ihsan üzerine kurulu bir sendikacılık

Yukarıda ifade edilenlerden de anlaşılacağı gibi İzmir’de taşeron şirket çalışanı işçilerin “belediyenin kadrosuna” alınması süreci aslında birçok gerçeği de gün yüzüne çıkarıyor. Bir yandan taşeronluğu bitirme iddiasını olur olmaz dillendiren düzenin has partisi CHP’nin ikiyüzlülüğü kendini gösterirken, bir yandan da sendikalardaki çürüme ve işbirliği en iğrenç biçimiyle kendini açığa vuruyor.

CHP’li Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun “emek dostu” oluşu kadar CHP’nin taşeronluğu bitirme iddiası da kocaman bir aldatmacadan ibarettir. İşçiler bildiğimiz anlamda kadroya değil, tıpkı başka herhangi özel bir şirket gibi hizmet ihalelerine giren bir belediye şirketi olan İzenerji şirketine alınmıştır. Bu da işçilerin sendikalı olarak kalmasının belediye başkanınin ağzından çıkacak söze kalmış olması demektir. Böyle bir ilişki içinde sendikacılar ve işçilerin büyük bölümü kendiliğinden denetim altına alınmış oluyor ve işler belediye başkanına ya da CHP’ye biat ilişkisi üzerinden yürütülüyor.

Bu ifade edilenler yarın yaşanacak olan bir tablo da değildir üstelik. Zaten şimdi bile belediye başkanı-sendika, CHP-sendika ilişkileri biat ve ihsan ilişkileri üzerinden yürümektedir. Dün Kent A.Ş. işçileri CHP ve CHP’li belediye başkanıyla ilişkiyi germemek için ortada bırakılmıştı. Bugün CHP’li belediyenin düzenlediği bir şarlatanlık olan “emek şenliği” yüzünden işçiler 3 Şubat’ta Ankara’da düzenlenen torba yasa eylemine belediye başkanı istedi diye götürülmüyor. Üstelik torba yasa en çok da belediye işçilerini vuruyor ve DİSK’in iddiaları ortada duruyorken. Bir burjuva düzen partisi olan CHP ve CHP’li belediye başkalarıyla öylesine bir içiçe geçmişlik vardır ki alınan eylem kararları eğer CHP’ye dokunmuyorsa ya da belediye başkanlarını zora sokmuyorsa ve ancak onlar izin veriyorsa hayata geçirilebiliyor. İşyerlerindeki sendikal süreçler müdürlerin yakın denetiminde işliyor ve mümkün olduğunca onların bilgisi haricinde bir şey yapılmamaya gayret gösteriliyor. Düşünelim ki park-bahçe işçilerinin kısmi mücadeleleri dışında bir mücadele olmadan ve bir engelle karşılaşmadan üç bin civarında işçi belediye başkanının izniyle sendikaya üye oluyor.

Sendika bürokratlarının belkemiksizliği

Kimi sendika şube yönetimlerini tutan EMEP’li ve ÖDP’li reformistler kiminle muhatap olduklarına bağlı olarak siyasal rengini değiştiriyor. Devrimcilerle muhataplarsa reformist kimliğe, geriye kalan zamanlarda ise CHP’li kimliklerine bürünüyorlar. Böyleleri tabandaki mücadeleci işçilerin karşısına geçtiklerinde en katıksız devrimci, sosyalist ve mücadeleci sendikacılar oluyorlar. Kendi çürümüş ve kirlenmiş kimlikleri öyle iğrenç haller almış ki bunların çürümüşlüğü gerçek devrimci ve samimi öncü işçileri de vuruyor. Bunun karşısında bazı genel mücadele süreçlerinde İzmir’de yapılan eylem ve mitingler öne çıkıyorsa eğer, bu CHP’nin ve belediye başkanlarının AKP karşıtlığı nedeniyle açtığı alan nedeniyledir.

Bugünlerde bahsettiğimiz kokuşmuş pratiklere tanıklık etmek fazlasıyla olanaklı oluyor. Şube seçimlerinin öngünlerinde olunduğu için birçok işyerinde delege seçimleri yapılıyor. Delege seçimlerine de CHP ve onunla ilişki halinde olan sendikacılar damgalarını vuruyorlar. Kimi yerde seçim sandıklarını doğrudan belediye başkanı koyuyor kimi yerde seçilmesini istediği delege adayını işaret ediyor. İşlerin bu kadar fütursuz yürümediği yerde ise sendikacılar devreye giriyor, CHP ve belediyeyle olan ilişkilerinin kuvvetiyle süreci kendi istedikleri gibi yönlendirebiliyorlar. Az sayıda işçinin çalıştığı bir birime, ilişkileri kuvvetli olduğu için delegelik verilirken, aksi durumda iki katı işçinin çalıştığı yere delegelik verilmiyor. Bütün bu olup biteni sindiremeyen az sayıdaki öncü ve mücadeleci işçi ise kolaylıkla teröristlikle damgalanıp boğulabilirken, doğrudan “kafa koparma” yoluna da gidilebiliyor. Sınıf düşmanı bir burjuva partisiyle bu düzeyde bir iç içe geçiş tek başına şube yöneticilerinin pragmatizminden değil, en tepeden üretilen bir ilişkidir. Sosyal-demokrat ve reformist sendikacılık çizgisinin kaçınılmaz olarak varacağı yer ölçüsüz bir çürüme ve sınırsız bir işbirliğidir. Bugün uzlaşmacı ve icazetçi olan çizgi yarın açık ihanetçi kimliğe evirilebilecektir.

Sendikal alandaki bu çürümüşlüğe karşın İzmir’de bir başka olgu da, işçilerin çürümüşlüğe ve yaşam koşullarına duydukları öfkenin her geçen gün daha da birikiyor oluşudur. İşçilerin tepkileri AKP karşıtlığı üzerinden şimdilik (ve belki bir dönem daha) bloke edilebilmekte ve denetim altına alınabilmektedir. Bilinçler bulandırılarak sanki CHP AKP’den daha iyiymiş yanılsaması yaratılabilmektedir. Fakat yalan ve yanıltma üzerinden tepkileri dizginlemenin ve denetim altına almanın da bir sınırı vardır. İşçi ve emekçilerin yaşam içerisinde yüzlerine vuran her gerçek, bu dönen çarkın dişlerini giderek çürütmektedir.

 

 

CHP’nin “Kürt açılımı” üzerine…

CHP’nin Van’da gerçekleştirdiği 3 günlük “Siyasette Barışa Stratejisi” konulu toplantı, medyada günlerce tartışıldı. Yürütülen tartışmalarda CHP’nin Kürt sorunu konusunda büyük bir açılım yaptığına dair değerlendirmeler öne çıktı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun toplantı sonrasında yaptığı açıklamalar da bu iddialara dayanak yapıldı.

Ancak Kılıçdaroğlu bir gazetecinin sorusunu yanıtlarken “anadilde eğitim bugün çözülebilecek bir sorun değil” dedi. CHP’nin Kürt sorununa ilişkin çizgisinde özünde bir değişiklik olmadığını ortaya koydu. Bu gerici zihniyet, her halkın en doğal hakkı olan anadilde eğitim hakkını reddederek Kürt halkının ulusal haklarını reddettiğini bir kez daha gösterdi.

Kemal Kılıçdaroğlu, “toplantıdan çıkan hangi görüşlerin CHP’nin seçim bildirgesinde yer alacağının belli olup olmadığı sorusuna, ‘Hayır, şunun için diyorum; çünkü görüşmeler hala devam ediyor. O tartışmalardan 10-15 gün sonra toplantıyı yöneten akademisyen, bize hangi konularda uzlaşma oldu, hangi konularda uzlaşı olmadı bunlar bize gelecek, bir rapor olarak sunulacak, biz o zaman değerlendirebileceğiz ancak. Hemen bugünden şunları alacağız, şunları almayacağız’ demek doğru olmaz” dedi. Bu açıklama CHP’nin Kürt sorununu çözüyormuş gibi yapmak politikasının özlü bir anlatımı oldu.

CHP geçmişte Kürt sorununa çözüm iddiasıyla raporlar hazırlamıştır. Fakat bu raporların gereği olan politikalar ortaya koymaktan ise özenle kaçınmıştır. Hazırladığı raporları da ortada bırakmıştır. İmha ve inkarın dilini kullanma konusunda MHP ile yarışan bir çizgi izlemiştir. Hiç kuşku duyulmasın ki, Van toplantısına ilişkin rapor da tozlu raflara kaldırılacaktır.

Kemal Kılıçdaroğlu da Kürt sorununda bu çizgiye sadık kalmıştır. Onur Öymen’in Dersim katliamını öven konuşmasına alkışlaması bunun bir örneğidir. Genel Başkan Yardımcısı Hurşit Güneş’in “Kürtler eninde sonunda bizim kucağımıza oturacak” sözleri karşısında sessizliğini korumuştur. Üstelik Kürdistan örgütünde yaşanan birçok istifaya rağmen Hurşit Güneş’i koruyup kollamıştır. Kürt ve Alevi kökenli olduğunu ifade etmekten dahi kaçınmıştır.

Kemal Kılıçdaroğlu son kurultay konuşmasında Kürt sözcüğünü bile ağzına almadan sorunu iş-aş söylemine indirgemiştir. Bu söylemi ile AKP’nin ve Deniz Baykal’ın Kürt sorununa ilişkin yaklaşımının bile gerisine düşmüştür.

Van toplantısında “Etnik temele dayalı siyaset, inanç temeline dayalı siyaset doğru değildir” diyerek CHP’nin Kürt sorununa ilişkin politikasının içeriğine ilişkin olarak bir değişim yaşanmadığını itiraf etmiştir. “Etnik temelli siyaset yapmayacağız” lafzının arkasında Kürt halkının ulusal varlığını inkar eden anlayış yatmaktadır.

Peki Kürt sorununda söylem düzeyindeki değişime CHP neden ihtiyaç duyuyor?

Bu ihtiyacın politik nedenleri var. CHP izlediği Kürt politikası nedeniyle Kürdistan’da oy alamıyor. Söylem değişikliğinin arkasında bu tabloyu değiştirme niyeti yatıyor.

Van toplantısı CHP’nin Kürt sorununa ilişkin tutumundaki değişimin esas olarak söylem ve vurgulardan ibaret kalacağını göstermiştir. Bu söylem değişikliği Kürt halkına büyük bir çizgi değişikliği gibi yutturulmaya çalışılacaktır. CHP bu çıkışıyla Kürt halkının nefretini büyüten, Kürt halkı içinde hiçbir zaman rağbet görmeyen inkarcı anlayışını kamufle etmeye çalışıyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun, sermaye basınının sorularını yanıtlarken demokrasi söylemini çokça kullanması da bununla bağlantılıdır.

Van toplantısını asıl hedefi CHP’nin Kürt halkı içinde yerlerde sürünen itibarını yükseltmektir. CHP’nin daha fazla oy almasını sağlayacak bir algının Kürt halkında oluşmasına zemin hazırlamaktır.

Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorununda çözüme dair yaptığı açıklamalar Kürt halkının mevcut statüsünü özü itibariyle değiştirecek nitelikte değildir. En fazla, var olan hak kırıntıları bir parça arttırmaya yöneliktir. Bunun ise Kürt sorununun çözümüyle bir ilgisi yoktur.

Van toplantısının bir diğer hedefi de CHP’yi Kürt sorununun Amerikancı çözümü yaklaşımına tümüyle entegre etmektir. Amerikan planının ise Kürt sorununu çözmekle bir alakası olmadığı biliniyor. AKP eliyle uygulanmaya çalışılan bu planın tek bir amacı var. O da PKK’nin silahlı gücünü tasfiye etmek ve Kürt halkının direncini kırabilmektir. Düzenin temellerini sarsmadan bu doğrultuda en az tavizle süreci tamamlamaktır.

Peki Kürt halkı CHP’nin Kürt sorununun çözümüne ilişkin bu tür söylemlerinin etkisinde kalır mı? CHP’nin kirli ve kanlı geçmişini unutur mu? Bu tarihi Kürt halkının unutması mümkün değildir. Zira CHP eline Kürt halkının kanını taşıyan sermayenin has partilerinden biridir. CHP’nin Kürt sorununa ilişkin söylem değişikliği kaba bir aldatmacadan ibarettir.

CHP’yi aldatıcı manevralara iten Kürt halkının büyük bedeller ödeyerek yarattığı mevzileri ve örgütlü mücadelesidir. Kürt halkı tüm kazanımlarını mücadele sayesinde elde etmiştir. Ancak bu kazanımlar Kürt halkının taleplerini karşılamaktan uzaktır. Kürt halkı daha ileri kazanımları ancak mücadele ateşini daha da büyüterek kazanabilir. Kürt sorununda köklü çözümün biricik yolu, tüm milliyetlerden işçi sınıfının düzeni hedefleyen birleşik devrimci mücadelesinden geçmektedir.


 


Kan pazarlığı ifşa oldu

Wikileaks, AKP hükümetinin ABD ile 2002 yılında yaptığı Irak işgaliyle ilgili kirli pazarlığa ışık tutan belgeler yayınladı. Belgeler sermaye devletinin ABD işgalinden pay kapmak için nasıl sefil bir pazarlık yaptığını tescillemiş, ne kadar alçalabildiğini göstermiş oldu.

Sitede yayınlanan 9 aralık 2002 tarihli bir belgede, ABD’li yetkililerle dönemin başbakanı Abdullah Gül ve yardımcıları arasında 3 Aralık’ta yapılan toplantıda, Türk devletine savaşa girmeyi kabul etmesi için en az 2 milyar dolar önerildiği yazılı.

Belgeye göre, sermaye devleti adına bu pazarlıkta Abdullah Gül ile birlikte başbakanlık müsteşarı Uğur Ziyal, ABD adına ise ABD Savunma Bakan Yardımcıları Paul Volfowitz ile Marc Grosmann bulundu.

Pazarlıkta ABD’li yetkililer olası bir savaşta “Kuzey seçeneği”nin hazırlanması için acele edilmesi gerektiğini söylerken, Bush’un Türk devletine ciddi bir ekonomik yardım paketi için hazır olduğu mesajını veriyorlar.

Yani ABD hesabına savaşa girmek için emekçilerin kanı üzerine sefil bir pazarlık yapılıyor. Yapılan bu pazarlıkta ABD’nin Türk devletine satış fiyatı önerdiği “paket”te şunlar yer alıyor:

- 2 yıl boyunca 2 milyar dolar (ABD hükümetinin yabancı ülkelerin ordularına yaptığı yardımların yanı sıra IMF ve Dünya Bankası’yla ortaklaşa verilecek Ekonomik Yardım Fonları üzerinden verilecekti);

- Diğer ülkeler tarafından bağışlanacak 1 milyar dolar değerinde petrol;

- ABD savunma güçlerinden 500 milyon dolarlık teçhizat tedariki.

Belgeye göre, ABD yöneticileri, Gül ve beraberindekilere, bu satış fiyatı konusundaki kararı en geç 6 Aralık tarihine kadar beklediklerini bildiriyor. Bu zamanı az bulan Gül ise şunları söylüyor: “İşbirliği yapacağız, fakat yeni dışişleri bakanı ve savunma bakanı pek az şey bildiği için inceleme yapmak üzere zamana ihtiyacımız var.”

Wikileaks’in yayınladığı belgelerle ayrıntılarını öğrendiğimiz bu sefil pazarlık, yapıldığı dönemde az çok biliniyordu. Çünkü zaman zaman Bush ve ekibi tarafından AKP’nin şefleri alanen azarlanıp küçük düşürülüyorlardı. Bu muameleler karşısında ise AKP yöneticileri ile devletin diğer yönetici güçleri, tam bir zavallılık örneği veriyorlardı.

Nitekim hepsi de ABD’nin istekleri karşısında boyun eğdiler. Irak işgalinde ABD askerliğine soyundular. Ancak devrimcilerin ve sol güçlerin mücadelesinin sonucunda 1 Mart tezkeresi geçirilemeyince, tüm bu planlar da suya düşmüş oldu. Ancak yine de AKP ile devletin diğer organları, fiilen Irak işgali sırasında ABD hesabına çalıştılar, suç ortaklığı yaptılar.