05 Ocak '02
Sayı: 01 (41)


  Kızıl Bayrak'tan
  Düzenin iflası ve Türkiye'nin devrimci geleceği...
  Aşılamayan sendikal ihanet barikatı
  Faşist baskı, terör ve katliamların boyutlandığı bir yıl
  Milyonlarca emekçinin kanı, emeği ve geleceği pazarlanacak!
  Azami sefalet ücreti belirlendi
  Gençlik hareketinin politizasyonu artıyor
  Barbarlık ya da sosyalizm!..
  2001: Emperyalizme köleliğin pekiştiği, sosyal yıkımın derinleştiği yıl
  Anadolu Yakası Liseli Gençlik Platformu Bülteni'nden...
  Özgürlük ve sosyalizm 21. yüzyıla damgasını vuracak!..
  Arjantin'in iflası ve Türkiye
  İşçi Kültür Evleri'nin etkinliklerinden...
  Emperyalizme karşı direniş sürüyor!..
   Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
2001: Emperyalizme köleliğin pekiştiği,
sosyal yıkımın derinleştiği yıl

2001 Şubat’ında patlak veren ekonomik kriz ve kriz yönetimine ilişkin alınan iktisadi, siyasi ve polisiye kararlar, düzen cephesinde bütün bir yılın siyasi tablosunun özetini oluşturuyor. Yıl sonuna doğru yaşanan, ABD emperyalizminin kalbinden ve beyninden vurulması olayına bağlı gelişmeler Türkiye siyasetini de esastan etkilemesine rağmen, siyasal tabloda en küçük bir değişikliğe yol açmadı, tersine tabloyu tamamlayan bir işlev gördü. Yılın başında bir ABD memurunu ekonomisinin başına geçiren Türkiye, sonuna doğru da, ülkeyi ABD’nin savaş arabasına koşarak, kölece bağımlılığın pekiştirilmesinde en utanç verici adımları attı. Sürece ilişkin tüm kararlar ise “bağımsızlığın güvencesi” ordunun hakimiyetindeki MGK tarafından alınıp, düzenin sahibi tekelci burjuvazi tarafından onaylandı. Bu kesimin sözcüsuuml; konumundaki TÜSİAD oligarkları, her vesileyle, istikrar programlarının arkasında olduklarını açıklayıp durdular.

Gerek Şubat krizi, gerekse de onu koşullayan yıkım programları 2001 yılına bir önceki yıldan devredilmişti. Dolayısıyla, bu programlara endeksli düzen politikalarının da, 2001 öncesine sarkan bir sürekliliği söz konusudur. Bu politikanın eksenini, emperyalizme her açıdan tam bağımlılığın gerektirdiği tüm iktisadi, siyasi ve yasal düzenlemelerin, uygulamaların azami hızda gerçekleştirilmesi oluşturmaktadır. İş başındaki hükümet kurulduğu günden itibaren icraatını tümüyle bu gerçekleştirmeye hasretmiş olmasına rağmen, denilebilir ki, 2001, hükümet icraatlarının da en başarılı olduğu yıl olmuştur. Ya da, 3 yıllık bir “kararlı” icraatın sonuçlarını aldığı bir yıl.

Hükümetin başı Ecevit’in ağzından, “ne pahasına olursa olsun” sözleriyle uygulama kararlılığı ifade edilen ve gerçekten de; işsiz sayısını üçe-beşe katlama pahasına, ekonomiyi çökertme pahasına, milyonlarca işçi-emekçiyi sefalete sürükleme, onlarca-yüzlerce devrimcinin kanı pahasına uygulanan İMF programlarıyla, nihayet, ülke tümüyle emperyalizme (özelde Amerikan emperyalizmine) bağlanmış bulunuyor. 2001 yılı boyunca, fiili başbakanlık görevini yürüten ABD memuru Derviş’in de özel çabalarıyla, emperyalizme bağımlılığı alabildiğine boyutlandıran her türlü karar alındı, yasa çıkarıldı. Şubat krizi aşılamadıysa da büyük bir başarıyla yönetildi. Demek ki, krizin faturası olduğu gibi ücretli emekçilere çıkarıldı. Sınıf cephesinden olduğu kadar düzen cephesinden de iddi sıkıntılar yaşanmasına rağmen, 2001 yılı, biriktirdiği tüm sorun ve sıkıntıları 2002’ye devrederek sonuçlandı.

Meclisin en yoğun mesai yılı

2001’e damgasını vuran temel gelişmelerden biri, meclisin yoğun çalışma temposu oldu. Derviş’in Mart ayında “15 günde 15 yasa” tanımlamasıyla başlayan bu yoğun mesai yılında toplam 113 yasa çıkarıldı. Aralarında, enerji ve Telekom gibi, bakan istifalarıyla sonuçlanan sürtüşmelere yol açanlar dahil, büyük çoğunluğu emperyalizme kölece bağımlılığı pekiştiren bu yasalar, iktidar ve muhalefet partilerinin tam ittifakıyla ve adeta yıldırım hızıyla çıkarıldı. Meclis, Temmuz’da başlayan tatilini bile tamamlamadan, olağanüstü toplantı çağrısıyla, Anayasa değişiklik paketini de gündemine alıp aynı hızla sonuçlandırdı.

Yasalar ve anayasa değişiklikleri, esasta emperyalizme entegrasyonun tamamlanmasını hedeflemekle birlikte, düzen tarafından, büyük bir ilerleme-demokratikleşme adımı olarak propaganda edildi. Bu tersten propagandayı hemen her konuda devreye sokan Ecevit hükümeti, İMF programlarını “ulusal program”, katliam saldırılarını “hayata dönüş operasyonu”, ABD’ye koşulsuz uşaklığı “ulusal onur” olarak adlandıracak denli bir ikiyüzlü tutuma imza attı.

İş başındaki koalisyon hükümeti, sıkıntıların en yoğunlaştığı dönemlerde düzen cephesi tarafından günah keçisi yapılmaya çalışılsa da, meclisin bu gayretkeş çabaları da göstermiştir ki, hükümet ortakları vatana ihanette yalnız değildir. Türkiye’nin burjuva siyaseti, iktidarı ve muhalefetiyle, tümden Amerika’nın güdüm ve denetimine alınmış durumdadır. Buna 2001 yılı içinde “terbiye operasyonu”na devam edilen islami gericilik de dahildir. Fazilet Partisi’ni kapatma kararının ardından iki ayrı parti halinde yeniden siyaset sahnesine çıkan islamcılar, artık düne göre daha hızlı Amerikancılık yapmak durumundadırlar. Nitekim, meclisin Amerikan çıkarları doğrultusunda aldığı hiçbir kararın, çıkardığı hiçbir yasanın karşısında, ciddi hiçbir muhalefet, bir engel oluşturmadılar.

Enerjinin, Telekom’un ve bir dizi kritik önemdeki kurum ve kuruluşun özelleştirilmesine ilişkin yasalar ardardına meclisten geçti. Batık bankaları kurtarma yasası, banka soyguncularını, hortumcuları DGM kapsamından çıkarma yasaları, tarımın yıkımını koşullayan şeker, tütün vd. yasaları da aynı şekilde, İMF direktifleriyle sonuçlandırıldı.

Yeni yasalara yeni yasaklar eşlik etti

Sınıf hareketi ve devrimci hareket engellenmeden ülkeyi emperyalizme peşkeş çekmek, bunu güvenceleyen yeni yasaları yürütmek mümkün değildi. Bu yüzden de ya yeni yasalar bizzat birer yasak kararnamesi gibi düşünüldü, ya da bunlara eşlik edecek kararnameler çıkarıldı.
Örneğin, devlet memurlarına sendika kurma hakkı tanıyan yasa olarak propaganda edilen yasanın kendisi, kamu emekçilerinin sendikal haklarının gaspını hedeflemiştir. Bu yasayla kamu emekçilerine toplu sözleşme ve grev hakkı yasaklanmış durumdadır. Yasanın bir başka özelliği, siyasal iktidarın “ilerleme” propagandasına malzeme edilmesidir. Tümüyle bir hak gaspının ifadesi olan bu yasa, kamuoyuna, memura sendika hakkı tanındı diye propaganda edilebilmiştir. Yine, İMF direktifleriyle memur ücretlerini sefalet düzeyine gerileten bu iktidar, hak arama yollarını tıkamanın bir yolu olarak cezalandırmaları da yoğun biçimde devreye sokmuştur. 2001’in sonlarına yaklaşıldığında, hala 2000 1 Aralık eyleminin soruşturma ve cezalandırmaları devam etmekteydi.

Benzer bir sahtekarlık, ceza ve infaz kurumlarına ilişkin düzenlemelerde de karşımıza çıkmaktadır. Daha doğrusu bu konudaki tüm yasal ve fiili uygulamalar, düzene diğer tüm konularda ilham kaynaklığı yapmaktadır. Hücre saldırısı ve çatışmasında iktidarın attığı her adımın durumu daha da ağırlaştırmasına, çatışmayı daha da keskinleştirmesine rağmen, her uygulama ve getirilen her yeni düzenleme, bir gelişme, ilerleme, çözüm vb. olarak sunuldu. Kamuoyuna verilen sözlerin tam tersi kararlar alındı. İktidarın 2001 yılında bu alandaki son icraatı, cezaevi denetleme kurullarını oluşturmaya başlamaktı. İlk oluşturulan kurullar ortaya koydu ki, yine uygulama söylemlerin tam tersidir. İşkenceci polisler ve emniyet müdürleri kurul başkanı olarak atanmış, yani cezaevlerinde sorunları daha da artırmaya yönelik uygulamalara gidilmiştir.

Yasaklama ve engelleme konularında, 11 Eylül sonrası estirilen “anti-terör” havasından da sonuna kadar yararlanılmaya çalışıldı, çalışılıyor. Daha ilk günden, “şimdi bizi daha iyi anlayacaklardır” söylemine sarılan egemenlerin büyük beklentisi, AB’nin kimi Türkiye’li örgütleri terör listesine almasıydı. Ancak yıl sonunda açıklanan rapora göre, PKK ve DHKP-C liste dışı kalmış durumda. Fakat Avrupa’nın ne dediği elbette Türk egemenleri fazla bağlamıyor. PKK’nin tam teslimiyetine rağmen Kürtlere yönelik baskı ve saldırılar bitmek bilmiyor. Devrimci hareketlere yönelik kudurmuş saldırganlığı tanımlamaya ise sadece cezaevlerindeki devrimci tutsaklara yönelik katliamcılık yetecektir. Ancak düzen için tabii ki bunlar yeterli olmamakta, tüm yasal-meşru hak ve mevziler de adım adım geri alınmaya çalışılmaktadır.

Burjuva yargı da burjuva düzenin
hedeflerine uygun çalıştı

DGM’lerinden ceza mahkemelerine ve Yargıtay’ına kadar düzenin tüm yargı kurumları, 2001’de de, asli görevleri olan düzenin bekasını sağlama yönünde kararlar almayı sürdürdüler. Yargı organlarının bu görevini çarpıcı biçimde ortaya seren üç ana konuda mahkemeler yoğun bir mesai içinde oldular. Bu üç konudan ikisi, düzen karşıtlarını en sert biçimde cezalandırmayı içeriyor. Bu da üç ana başlık halinde yürütülüyor.

Birincisi devrimcilerin tutuklanması, yargılanması ve cezalandırılmasıdır. Düzenin katliamına maruz kalan devrimci tutsakların yargılanmaları Ulucanlar davasının ardından, 19 Aralık katliamı için sürdürüldü. 2000 Aralık’ında gerçekleştirilen bu vahşi katliam sonrasında devrimci tutsaklar hakkında açılan ceza davaları 2001 boyunca görülmeye devam edildi. Katiller ise asla suçlanmadı, yargılanmadı.

İkincisi, sınıf ve kitle mücadelesinin önderlerine yönelik yargılama ve cezalandırmalardır. Burjuva yargının bu konudaki sabıkası 2001’de epeyce artmış olmakla birlikte, yıla damgasını vuran iki gelişme, Tüm Yargı-Sen ve Türk Tabipler Birliği yönetici ve üyelerine yönelik tutuklama ve cezalandırmalar ile Barolara yönelik saldırılar oldu. Bu ikisi, düzenin en hassas olduğu hücre saldırısıyla bağlantısı nedeniyle öne çıkmakla birlikte, TÜMTİS sendika yöneticileri ile Aktif dağıtımın direnişçi işçilerine yönelik saldırılar da yargının görevlerine açıklık getirmede emsal oluşturmaktadır. Hücre saldırısı ve katliamlara karşı yer yer açık bir tutum içine giren bu sendika ve meslek örgütleri şahsında kitlelere gözdağı verilmek isteniyordu. Diğer yandan, direnişçi işçiler ve direnişi destekleyen sendikalar da düznin diğer kurumları gibi yargının da hedefi haline getirilerek, kitlelere, İMF yıkım programlarına direnilemeyeceği, düzenin buna izin vermeyeceği mesajı veriliyordu.

Üçüncüsü adli vakalarda, özellikle hırsızlık olaylarında verilen yargı kararlarıdır. Baklava çalan çocuklar davasıyla başlayan süreç 2001’de de devam ettirilmiş ve adaletin mülkün temeli olduğunu kanıtlarcasına, küçük hırsızlıklara büyük cezalar kesilmiştir. Aynı süreçte büyük hırsızlıkları aklamanın aracına dönüştürülen “yüce Türk adaleti”, böylece çarklarının sadece burjuva sınıf için döndüğünü bir kez daha kanıtlamıştır. Eğer çalan yoksul, çalınan burjuvanın malı ise, hırsız en ağır cezaya çarptırılacaktır. Yok eğer çalan bir burjuva çalınan da yoksulların birikimi ise hiçbir ceza söz konusu olmayacak, tersine yargı sürecini ödül törenleri izleyecektir.

Burjuva yargının görevinin icrasında üçüncü yol, burjuvalara ve görevlilerine yönelik aklama davalarıdır. Susurluk davası ve tüm işkence davaları başta olmak üzere düzen ve devlet eliyle işlenmiş suçların aklanmasına 2001’de de devam edildi. Aklama davalarının ikinci adresi ise yukarıda büyük hırsızlıklar olarak değinilen banka hortumculuğu, yolsuzluk gibi davalardır.

Düzen bir yandan kendini tahkim amacıyla yolsuzluk operasyonlarını sürdürürken, diğer yandan bu operasyonlar kapsamında gözaltına aldığı kişileri yargı aklamasından geçirerek temize çıkarmakta sakınca görmemektedir. Bankaların içini boşaltanlar, devleti milyarlarca dolar zarara uğratanlar, rüşvet alanlar-verenler, devlet görevini kişisel çıkarı için kullananlar, sadece yargı tarafından aklanmakla kalınmadı, ödüllendirmek için de bin bir yol arandı bulundu. 2001’in son günlerinde bankalara ilişkin yapılan son düzenleme bunun doruğunu oluşturdu. Bu yeni yasaya göre hortumlanan bankalara büyük miktarlarda kaynak akıtılacak.

Ve 11 Eylül siyaseti...

Amerika’ya yönelik saldırı, tüm kapitalist dünyada olduğu gibi Türkiye’de de burjuva siyasetini esastan etkiledi. Ancak bu esastan etkilenme, politikada bir yön değişikliğini ifade etmiyor. Türkiye’de 11 Eylül siyaseti, 11 Eylül öncesinde yürütülmekte olanın pekiştirilmesi, kuvvetlendirilmesi ve pervasızlaştırılmasıdır sadece. Tüm üzüntü mesajlarına rağmen, Türk siyasetçileri 11 Eylül saldırısını adeta sevinçle karşıladılar. Bu saldırının, kendilerinin (katliam üzerine kurulu politika ve uygulamalarının) daha iyi anlaşılmasını sağlayacağını döne döne ifade etmekten çekinmediler. Sonrasındaki pervasızlıkları da bunun üzerine inşa edildi. Saldırı sonrasında Amerikan saldırganlığını onaylamada bütünleşen kapitalist-emperyalist cephenin eleştirilerine maruz kalma riski de ortadan kalkmış sayılırdı artık.

Türk devletinin 11 Eylül’le birlikte pekişen politikasının dıştaki yüzünde emperyalizme kölece bağımlılık, içteki yüzünde ise devrimcilere, işçi sınıfı ve emekçilere, Kürt halkına karşı azgın bir saldırganlık bulunuyor. 11 Eylül sonrasında emperyalizme kölelik politikasının pekiştirilmesi, ülkeyi koşulsuz şartsız Amerika’nın savaş arabasına koşma kararında en çarpıcı görünümünü aldı. Kararda Amerika’nın istekleri temel etken olmakla birlikte, borç pazarlığının da devreye girmiş olması nedeniyle, iktidar mehmetçiğin kanını pazarlamakla suçlandı. Ancak bu, düzen cephesinde karara ilişkin tek tartışma değildi. Emperyalizmin, içte baskı dışta saldırganlık olarak özetlenebilecek politikasının karikatürü niteliğinde, Türk egemenlerinin bölge topraklarına yönelik kimi emelleri yeniden gündeme gtirilmeye başlandı. Bu, özellikle Irak’a yönelik bir Amerikan saldırısında alınacak tutuma ilişkin tartışmaların odak noktasını oluşturdu ve oluşturmaya devam ediyor.

Emperyalizme uşaklık politikalarının
sistematik teşhiri...

Egemenlerin emperyalizme bağımlılığa endeksli politikaları, komünistler tarafından her fırsatta teşhir ve mahkum edildi, olası sonuçları konusunda uyarılarda bulunuldu. 11 Eylül’le pekişen durum için de, aşağıdaki tespit ve uyarı, SY Kızıl Bayrak’ın 24 Mart ‘01 tarihli sayısının orta sayfa yazısında yer aldı:

“Türkiye’nin ekonomisine ve maliyesine daha doğrudan hükmeder hale gelenler, büyük boyutlara ulaşmış dış borçların alacaklıları ve sermaye iktidarının krizden çıkmak adına dilendiği yeni borç kaynaklarının vericileri olarak, ülkenin siyasi yaşamına ve kaderine de daha doğrudan ve daha pervasızca müdahale edebilir konumlar kazanmaktadırlar. ABD büyükelçisinin başbakanı kendi konutunda kabul eder hale gelmesi, bu utanç verici olay, ilişkilerin yeni biçimi ve seyrinin de son derece açıklayıcı simgesel bir göstergesidir.”

Yine, emperyalizme endeksli politikaların sonuçları, Arjantin ve Türkiye üzerinden, Arjantin’de iflasın ilan edilmesinden aylar önce ortaya konulmuştu. Yaz ortasında toplanan emperyalizmin G-8 zirvesinde Arjantin ve Türkiye’nin ekonomileri en kötü iki ülke ilan edilmesinin ardından, İMF’nin Arjantin ve Türkiye’ye yönelik önlemleri, İMF ve ABD memurlarının bu iki ülkeye yönelik trafiklerindeki artış, yine bu iki ülkeyi yönetenlerin uşaklıktaki sınır tanımazlıkları, her iki ülkenin ortak yanları olarak belirlenmişti. Bugünkü benzemezlik iddialarının ne kadar boş olduğunu, Arjantin’deki ilk sıkıntılarla birlikte Türkiye’de depreşen sosyal patlama korkusuyla çıkarılan Kriz Yönetim Merkezi Yasası göstermişti. Konu, 14 Temmuz tarihli SY Kızıl Bayrak’ın başyazısına şu sözlerle yansımıştı:

“Şu günlerde toplanan MGK, düzene bekçilik görevinin bir gereği olarak, kriz sürecinin biriktirdiği öfke birikimine karşı önlemleri görüşüyor. Toplantıdan bir gün önce, sessiz sedasız bir biçimde, orduya geniş yetkiler tanıyan Kriz Yönetim Merkezi Yasası meclisten geçiriliyor.”

Aynı başyazı, emperyalizme endeksli politikaların sonuçlarına şöyle işaret ediyordu: “Borç köleliğinin Osmanlı devletini nerelere sürüklediğini biliyoruz. Borcu borçla kapatmak politikası ve ödendikçe büyüyen borç sarmalı, Osmanlı maliyesinin emperyalist alacaklılara teslimiyle sonuçlanmıştı. Reji idaresi yoluyla tütün gelirlerine el koymak ile Telekom yönetimini kendi isteğine göre düzenlemek arasında hiçbir fark yoktur. İkincisinin satışıyla elde edilecek gelirler de, olduğu gibi vadesi gelen dış borç ödemesinde kullanılacaktır. Telekom gibi stratejik bir kurumun ucuza emperyalist tekellere peşkeş çekilmesiyle birlikte düşünüldüğünde, durum bir bakıma Düyun-u Umumiye İdaresi döneminden de kötüdür. Gidişatı Osmanlı’nın gidişatına benzeyen Türk burjuvazisinin tarihsel akıbeti de ondan farklı olmayacaktır.”

Söz konusu sonuçlar olunca, emperyalizmin Arjantin’de ulaştığı sonucun ele alınması, değerlendirilmesi ve emperyalizmle benzer kölelik ilişkilerini sürdüren ülkeler, başta Türkiye, açısından sonuçların çıkarılması kaçınılmazdır. Nitekim, 22 Aralık tarihli SY Kızıl Bayrak’ın başyazısı, Arjantin’de iflas eden İMF politikaları ve gelişen halk ayaklanmasına ayrılmıştır. Düzen cephesinde hakim “ya Arjantin gibi olursak!” korkularına rağmen yapılan “Türkiye Arjantin olmaz” iyimser yorumlarının hiçbir ciddiyet ve inandırıcılığının bulunmadığı belirtilen yazıda, Türkiye’yi “şimdilik” Arjantin’in akıbetinden koruyanın, “... 11 Eylül saldırısının ardından Amerikan emperyalizminin bölgemize yönelik savaş planları çerçevesinde kazandığı önem” olduğu vurgulandıktan sonra; “bundan böyle ya ABD emperyalizminin emperyalist saldırı ve savaş planları çerçevesinde ihtiyaç duyduğu hizmetler gereğince yerine getirilecektir, ya da Arjantin’in akıbeti kendisine karşı bir tehdit ve şantaj sopası olarak kullanılacaktır.” denilmektedir. Bununla, bir kez daha, egemenlerin 2001 boyunca emperyalizme kölelikte aldığı mesafenin derinliği ve kaçınılmaz sonuçları ortaya konulmuş bulunulmaktadır.

Giden yılın tüm gelişmeleri, yeni yılda umutları
bir kez daha işçi sınıfına bağlamıştır

2001 yılı, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de egemen burjuvazinin, toplumu, onun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı ve emekçi kitleler şahsında nasıl bir iktisadi-sosyal yıkıma sürüklediğinin resmini oluşturdu. Bu yıkıma, yılın sonuna doğru eklemlenmiş bulunan savaş yıkımını da dahil ettiğimizde, emperyalist burjuvazinin dünyayı sürüklediği uçurumun karanlığı tahayyül sınırlarını bile aşmaktadır.

Bugünlerde Arjantin halkı itildiği uçurumdan kurtuluş umudunu sokaklara taşımış durumda. Bu açıdan Arjantin, benzer yapıdaki tüm ülkeler gibi, Türkiye açısından da timsal durumunda. Ancak bu temsilcilik Türkiye egemenlerini korku ve telaşa sürüklerken, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin umut ve sevincini artırıyor. Yani iki karşıt sınıfta iki zıt tutumla karşılanıyor. Türkiye burjuvazisi, duygularını, Türkiye Arjantin olmayacak, kof yorumlarıyla ortaya koymakta. Her açıdan benzer uygulamalar içindeki Türkiye’nin, neden ve nasıl Arjantin olmayacağını açıklamaları ise mümkün görünmüyor. Türkiye’nin egemenlerini asıl korkutan, Arjantin ekonomisinin iflası değil. Çünkü Türkiye ekonomisinin durumu çok da farklı durumda değil. Onları asıl korkutan Arjantin halkının isyanı. Arjantin burjuvazisinden farklı yönetmedkleri Türkiye’de de benzer gelişmelerin yaşanmasından korkuyorlar. Benzer gelişmeler, vurgun ve soygunlarının, en azından kesintiye uğraması anlamına geliyor çünkü.

Ancak Arjantin halkının ayaklanması henüz sonucuna ulaşmış değil. İki haftada beş başkan değiştirmiş bulunan Arjantin burjuvazisinin, ayaklanmayı bu yolla bastırma imkanından yoksun olduğu çoktan ortaya çıktı. Bu beşinci başkan da daha göreve başlamadan protestoların hedefi olmaktan kurtulamadı. Arjantin sokaklarından bugünlerde dünyaya ilan edilen talepler; hiçbir burjuva partinin ülkeyi yönetmesine izin vermeyecekleri, çünkü hiçbirinin diğerinden farkı bulunmadığı, tümüyle farklı bir politika istedikleri yönünde. Yani, ülkelerinin emperyalizmin tam denetimiyle yıkıma uğratılmasını engelleyecek, içinde bulunduğu yıkımdan çıkarılmasını sağlayacak bir politikanın hayata geçirilmesini istiyorlar.

Yıllardır, Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin de aynı taleplerle hareket ettiği biliniyor.

Yine yıllardır, egemen burjuvazinin, ülkeyi boydan boya emperyalist yağma ve sömürüye açtığı da biliniyor. Ve geride bıraktığımız 2001 boyunca, yıllar süren bu sömürgeleştirme sürecinde çok büyük bir mesafe alındığı, ülkenin iktisadi, siyasi ve askeri, tüm açılardan emperyalizm tarafından yönetilmeye başlandığı da ortada. Bu durum ve gidişten en büyük zararı gören işçi sınıfı, doğal olarak durumu değiştirmeye aday tek sınıf durumunda. İşçi sınıfı ayrıca değiştirme imkanlarına sahip tek sınıf. Yeni yılda bu imkanları kullanmak, Arjantin’de olduğu gibi Türkiye’de de başaşağı gidişin önüne dikilmek gerekiyor. Yine Arjantin örneğinin gösterdiği gibi, Türkiye işçi sınıfı bu mücadelede asla yalnız kalmayacak, emperyalist sömürüden ve kölelik boyunduuğundan kurtulmayı gönülden arzulayan milyonlarca emekçiyi arkasında bulacaktır. Çünkü emekçi kitleler sosyalizm dışında bir çıkış, bir kurtuluş yolu bulunmadığını artık daha net görür duruma gelmektedirler.