İçindekiler:

1 Mayıs 2023
Sayı: KB 2023/06

Çözüm ne seçimde ne mecliste!
Seçim vaatleriyle Erdoğan kendisine muhalefet!
Saray rejimi yine ırkçı dişlerini gösterdi
Sınıf mücadelesi güçlendirilmelidir!
AKP'nin emekçileri düşmanlaştırma girişimleri
Saray rejimi elini güçlendirmek istiyor...
Sahtekar zihniyet pişkinlikte sınır tanımıyor!
Şehir Hastaneleri masalı
Esas yasa fiili-meşru mücadeledir!
Kamu işçilerinin TİS süreci
İşçi sınıfının biriken öfkesi
14 Mayıs seçimleri ve devrimci parti
Sınıf mücadelesi Avrupa'ya geri dönüyor
Kapitalizm bir ölüm ve yıkım düzenidir!
Avrupa'da yoksulluk artarken...
ABD'nin savaştaki rolü ifşa oldu
Sudan'da çatışmalar ve bölgesel savaş riskleri
Gate Gourmet'te işten atma saldırısı
Rejim kadınlara düşmanlıkta çıtayı yükseltiyor!
"Yaraları sarmaya, hesap sormaya devam edeceğiz"
Haramilere verecek oyumuz yok, soracak hesabımız var!
Hatice Yürekli kavgamızda yaşıyor!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Avrupa’da yoksulluk artarken işçi grevleri de yayılıyor

 

Emperyalist devlet ve kurumlarının servis ettiği liberal kalem erbabının papağan gibi tekrarlamalarının aksine yoksulluk sadece kapitalist dünyanın geri bıraktırılmış yoksul ülkelerinin temel bir sorunu değildir. Artı TV’de ‘Mum ışığı’ programını yapan liberal aydınların tanınmış simalarından Mehmet Altan, İngiltere’de nüfusun %4’nün yoksul doğup yoksul olarak öldüklerine dair bir bilgiyle karşılaştığında çok şaşırdığını söylerken, liberal aydınların kapitalist topluma dair olan inançlarını dile getiriyordu.  

Kapitalizmin çürüme aşamasına, tekelleşme ile sermaye birikimi ve temerküzünün trilyon dolarlar seviyesine ulaştığı Batı’nın kapitalist metropolleri de kapitalist mülkiyet ilişkilerinin sonuçlarından, yoksulluk hastalığından mustaripler. Kapitalist metropollerdeki yoksulluk ve sefaletin liberal aydınların hayallerini yıkmak pahasına da olsa sermaye birikimi ve yoğunlaşmasıyla at başı ilerlediğini söylemek zorundayız. Yoksulluk değişik görünüm ve yoğunluklarda da olsa kapitalist coğrafyanın temel bir sorunudur. Bangladeş gibi Almanya ve İngiltere’nin de temel bir sorunudur.

Batı’nın çifte standarttı: ‘Açlık’ yerine “çok yoksul” kavramında ısrar

Resmi belirlemelere göre İngiltere’de hane halkının geliri ortalama gelirin yüzde 60’dan Almanya’da ise ortalama gelirin yüzde 50’sinden daha azına sahip olanlar “çok yoksul” sayılıyor. (Kapitalist metropollerde ‘açlık’ kavramı yerine ‘çok yoksul’ kavramının kullanılmasına özel bir önem verildiğine dikkat çekmek isteriz.) Sermaye devletlerinin belirlediği bu ölçütler üzerine bile Almanya ve İngiltere’deki emekçi sınıfların yaşam koşulları incelendiğinde Avrupa’da ‘yoksulluk’ ve ‘yoksulluk riski altında’ olan insanların sayısının istikrarlı bir şekilde yükseldiğini görüyoruz.

Türkiye’de oldukça aşina olduğumuz TUİK’in istatistiklerle oynama madrabazlığı Almanya’da da karşımıza çıkıyor. Kavramların içeriği adeta işkenceyle değiştirilerek kapitalist metropollerde açlığının olmadığı fakat ‘yoksulluk riskinin’ olduğu kafalara çivilenmeye çalışılıyor. 

Almanya’da resmi kurumlar, Almanya için bırakalım ‘açlık’ kavramını “yoksulluk” kavramını bile “yoksulluk riski altında” diye kullanmaya özel bir önem veriyorlar. 

Büyük kapitalist tekellerin her yıl çift haneli milyar Euro’yu bulan ciro ve kâr açıkladıkları Almanya’da, resmi kurumlar ‘açlık’ veya ‘yoksulluk’ kavramları yerine ‘yoksulluk riski altında’ terimlerini kullanarak sınıflar arasındaki uçurumu toplumun dikkatinden kaçırmaya çalışıyorlar. 

 Soruna yabancı veya kapitalizme liberal önyargılarla bağlı Mehmet Altan gibi liberal aydınlar resmi kurumların marifetiyle yapılan kavram kargaşası içerisinde yollarını kaybederek Almanya’da ‘yoksulluk’ değil ama ‘yoksulluk riski altında’ olan insanların olduğunu öğrenmiş oluyorlar. Almanca’da günlük yaşamda sıkça kullanılan ‘yoksulluk’ ve ‘açlık’ gibi kavramlar resmi kurumlar tarafından daha çok geri bıraktırılmış, modernleşmemiş (!) dolayısıyla da medenileştirilmeleri emperyalist devletlerin ‘insan hakları’, ‘kadın hakları’, ‘özgürlük ve demokrasi’ kodlarıyla yapılan müdahalelerine haklılık zırhı kazandırılan bölge ve ülke halkları için kullanılıyor. Almanya’da, Alman kapitalist toplumunun istatiksel verilerinde “yoksulluk” veya “açlık” kavramlarına kategorik olarak yer verilmeyerek, örneğin 2021’de toplam nüfusun yüzde 16,1’ine denk gelen Almanya’daki her altı kişiden birinin ‘yoksulluğu’ damarlarına kadar yaşayan milyonlarca insan ‘aç’ veya ‘yoksul’ olarak tanımlanmak yerine ‘yoksulluk riski altında’ diye sunularak toplumsal gerçekler tepe taklak ediliyor.

Güneş balçıkla sıvanamıyor

Tüm örtülü ifadelere rağmen federal hükümet tarafından açıklanan resmi rakamlar Almanya’da sosyal yardımlarla açlık ve yoksulluğun finanse edildiği gerçeğini gizleyemiyor.

Federal İstatistik Dairesi’nin “yoksulluk riski” başlığı altında özetlenen rakamlarına göre, Almanya’da ‘yoksulluk riski’ altında olan insanların sayısı istikrarlı bir şekilde artıyor. Federal İstatistik Dairesi’nin 2021 verileri toplam nüfusun yüzde 16,1’i, yani her altı kişiden birinin ‘yoksulluk riski’ altında olduğunu gösteriyor.

Kapitalist toplumda servet gibi sefaletin dağılımı da eşit olmuyor; bölgeler, kentler, cinsler ve hatta yaş grupları arasında da farklılık gösteriyor. Almanya’nın eski DDR’in yıkılmasıyla entegre edilen Doğu Almanya’daki yeni federal eyaletleri arasındaki eşitsizlik, batıda toplam nüfusun yüzde 15,3’ü, doğuda ise yüzde 18,1’i ‘yoksulluk riski altında’ yaşıyor.

Kendisinden önceki toplumlardan devralınarak muhafaza edilen cinsler arası eşitsizlik, kadın emeğinin daha yoğun bir sömürüye maruz bırakılması politikaların sonucu olarak kadınlar “yoksulluk riski” altında olan emekçi grupların başında yer alıyorlar

Yaş grupları arasında ise 65 yaş üstü yaşlılar ve 25 yaş altı gençlerin tamamı ortalamadan daha fazla yoksulluktan etkilenmektedir. 2020 yılına ait veriler yüzde 25,6, yani her dört gençten birinin “yoksulluk riski” altında olduğunu bildiriyor. Kapitalizmin gençleri nasıl bir geleceksizlikle karşı karşıya bıraktığını bariz bir şekilde gösteren bu istatiksel veriye 2021 yılından sonra ayrı yaş grupları olarak yer verilmeyerek, 18-64 yaş grubu olarak birleştirildiler.

Federal hükümetin yoksulluk ve işsizlikle ilgili verileri istatistik oyunlarıyla gizleme hilesi sorunların tam ve eksiksiz bir analizini zorlaştırıyor. Federal hükümetin statiklerle oynamasının düzeyi Federal Yurttaşlık Eğitimi Ajansı (bpb) ve Hans Böckler Vakfı’na bağlı Ekonomik ve Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün (WSI) yayınladığı verilerle karşılaştırınca daha somut olarak görülüyor. 

Federal Yurttaşlık Eğitimi Ajansı (bpb), açıkladığı “eksik istihdam” çalışması raporunda** işsizler kategorisine, “Kayıtlı işsizlerin yanı sıra, işgücü piyasası politikası önlemlerinin hepsine olmasa da bazılarına katılan veya özel bir yasal statüye sahip olan kişiler de buna dahildir. Bu kişiler, yasal olarak tanımlanmış işsizliğe değişen yakınlıktadır. Bu düzenlemeler olmasaydı, işsizlerin sayısı buna bağlı olarak daha yüksek olurdu” diyerek, dolaylı olarak iş ajansının işsizler verilerinin eksikliğine dikkat çekiyor. bpb’nin doğru bir yöntemle hazırladığı raporunda 2020’de geniş tanımlı işsizler sayısı 3.519 milyon olduğu, buna karşılık federal hükümetin kayıtlarında ise işsizler sayısı 2.695 milyon olarak veriliyor; aradaki fark 900 bin civarında.

Sendikalara yakın Hans Böckler Vakfı’na bağlı Ekonomik ve Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün (WSI) son raporunda da resmi kurumları yalanlayan farklı veriler yer alıyor. Rapora göre, ortalama gelirin yüzde 50’sinden daha az bir gelire sahip olan (‘açlık’ yerine) “çok yoksul” insanların oranı 2010 ile 2019 yılları arasında yüzde 40 oranında artış göstermiş, yoksulluk sınırının altındaki hanelerin mali açığı ise üçte bir oranında artmıştır. 2020 yılında “sürekli yoksulların” yüzde 50’si artık seyahat edemeyecek, yüzde 5’inin ise ısıtmalı bir evin masraflarını karşılayamaz oldukları da raporda yer alıyor. Ama yine de bu insanlar reformist sendikalara yakın Hans Böckler Vakfı’na bağlı Ekonomik ve Sosyal Bilimler Enstitüsü (WSI) tarafından da resmi söyleme uygun olarak “çok yoksul” olarak tarif ediliyorlar. 

Ve İngiltere…

İngiltere’de de durum farklı değil. BBC Türkçe’de yer alan bir haberde İngiltere’de resmi verilere göre bir yılda ailelerin yaklaşık yüzde 3’ü, yani en az 2,1 milyon kişinin gıda yardımına başvurmak zorunda kaldığı, Nisan 2021-Mart 2022 arasını kapsayan Çalışma ve Emeklilik Bakanlığı (DWP) verilerinin sosyal yardım alan ailelerde ise bu oranın yüzde 11’e ulaştığı belirtiliyor.

Gıda yoksulluğuyla ilgili çalışma yürüten yardım kuruluşu Trussel Vakfı, Nisan 2022-Eylül 2022 arası dönemde gıda yardımına başvuranların sayısının Eylül 2019’a kıyasla yüzde 52 artış gösterdiğini ve gıda yardımı alanlar arasında yalnız yaşayan anneler ve engellilerin oranının ise daha yüksek olduğuna dikkat çekiliyor.

DWP verileri İngiltere’de (açlık değil!) yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısının Mart 2022 itibarıyla 14,4 milyona ulaştığını bildiriyor.

Gıda yardımına başvuran ailelerin oranlarının bölgeler arasındaki dağılımı da kapitalist dünya manzaralarından faklı değil. İngiltere’nin kuzeyi ile İskoçya’da yüzde 4, Galler ve İngiltere’nin güney doğusunda ise ailelerin yüzde 3’ü gıda yardımına başvurmuşlar.

İngiltere’de (yine açlık değil!) yoksulluk sınırı altında yaşayan çocukların sayısının 4,2 milyon olduğu bildiriliyor.

Çocuklara yönelik çalışma yürüten Save the Children adlı yardım kuruluşu, bu durumun “ailelerin hala kriz içinde yaşadıklarına” işaret ettiğini ve çocukları “para ve faturalar konusundaki kaygılara maruz bıraktığını” belirterek acil önlemler alınmasını istiyor.

Avrupa’da işçi hareketinin seyrini çatışmalardan çıkaracağı derslerin sonucu belirleyecektir.

Emekçi sınıfların sefaleti silahlanma ve savaş bütçeleri şişirilip büyük kapitalist tekellerin rekor kâr açıklamalarına karşılık işyerlerindeki istihdam açığı giderilmek yerine çalışma koşulları ağırlaştırılıp reel ücretlerin düşürülmesiyle at başı ilerliyor. Rakamlarla oynayıp kavramlar tepetaklak edilerek toplumsal gerçekleri yok saymanın olanaksızlığını Avrupa’da yaşanan işçi grevlerinin yaygınlığı bir kez daha göstermiştir. Avrupa’da yaşanan son on yılların en yaygın ve uzun süreli işçi grevleri ve sokak direnişlerinin arkasında kapitalist özel mülkiyet sisteminin biriktirerek keskinleştirdiği sefalet-servet çelişkilerinin derinleşmesi vardır.

2008 krizini daha sınırlı ve az sayıda işçi grevleriyle atlatan Avrupa’nın metropolleri yıllardır, örneğim Almanya’da Federal İstatistik Dairesi’nin verilerinin de gösterdiği gibi, 2010’dan bu yana düzenli olarak ücretlerin düşmesine bağlı olarak yaygınlaşan sefaletin biriktirdiği öfke patlamasına sahne oluyorlar. Başlayan ve sürmekte olan işçi grev ve eylemleri Avrupa metropollerinin de yeni bir dönemin işçi grevleri ve direnişleri dönemine doğru evirildiğine işaret ediyor.

Avrupa işçi hareketinin yönünü bu çatışmaların kapsamı, sürekliliği ve bu çatışmalardan çıkaracağı derslerin sonucu belirleyecektir.