İçindekiler:

25 Ekim 2021
Sayı: KB 2021/Özel-37

İşçi sınıfını bekleyen kapsamlı yıkım saldırısı
Vahim gidişatı işçi sınıfı ve emekçiler durdurabilir
Emperyalizmin ve işbirlikçilerin Taliban riyakarlığı
“Balık baştan kokar”
Peker’in ifşaatları ve SADAT
Metal işkolunda vahşi sömürü tablosu
Coşkulu İşçi-Emekçi Mitingi
İşyerlerinde kadına şiddete karşı mücadele
Alba direnişçisinden Ekmek ve Gül’e...
Reformizm ve devrim - H. Fırat
Paris Katliamı’nın 60. yılı
NATO’nun Rusya ile çatışma hazırlıkları
Pandora’da “UMUT” var!
Almanya’da işçiler mitinge hazırlanıyor…
AB dış sınırlarında “ölümüne yıldırmak”
İsviçre’de kitlesel iklim eylemi
İsviçre’de kadın cinayetleri ve şiddet
Mesleki Eğitim Merkezi: Sömürüye yasal kılıf
Boğaziçi’nde direniş hız kesmiyor
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

AB dış sınırlarında “ölümüne yıldırmak”

Eylem Güneş

 

Avrupa Birliği (AB) üyesi 12 ülkenin (Yunanistan, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan, Çekya, Danimarka, Estonya, Litvanya, Letonya, Kıbrıs, Slovakya ve Polonya) içişlerinden veya göçten sorumlu bakanları, AB dış sınırlarında göçmenlere karşı “fiziksel bariyer” kurulması, güçlendirilmesi ve Avrupa’daki yasal çerçevenin “yeni gerçekliklere” uyumlu hale getirilmesi taleplerini içeren bir mektup imzaladılar.

Mektup, ekim ayının başında, AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Margaritis Schinas ve AB Komisyonu’nun içişlerinden sorumlu üyesi Ylva Johansson’a gönderildi. Mektupta “fiziksel engellerin” etkili bir sınır koruma tedbiri ve “meşru” olduğu iddia edilerek, AB bütçesinden fon istendi ve fona öncelik verilmesi talep edildi. Özetle, AB’ye üye ülkelerin “ulusal güvenliklerini” ve “AB güvenliğini” sağlama bahanesiyle, “tehdide karşı hızlı ve orantılı şekilde harekete geçilmesi”, “daha ileri önleyici tedbirlerle” sınırların güçlendirilmesi ve AB yasalarınca buna izin verilmesi gerektiği savunuluyor.

AB ülkeleri bununla mültecileri bir güvenlik sorunu, bir tehdit unsuru olarak gösteriyor, kıtada yıllardır uygulanan insanlık dışı mülteci politikalarını ve “push back” (mültecileri fiziksel güçle “geri itme”) pratiğini meşrulaştırmaya çalışıyorlar.

“Avrupa Kalesi” surlarla korunuyor

Avrupa Birliği surlarla çevrili bir Avrupa kalesi istiyor. Üye ülkeler sınırlarını kapatıyor, savaştan zulümden, açlıktan kaçanlar için güvenli kaçış yollarını engelliyor ve onları tehlikeli yollara zorluyor. Mültecileri ve göçmenleri kıtaya ulaşmadan çok önce tutmaları ve Akdeniz’de muhafızlık yapmaları için örneğin Kuzey Afrika, Doğu Avrupa veya Türkiye gibi ülkelerin gerici rejimleriyle kirli pazarlıklar yapılıyor. Avrupalı emperyalistler son dönemde ise Ruanda’yla veya Taliban’ın insanlık dışı zulmünden kaçan insanların Avrupa’ya gelmesinin önüne geçebilmek için Afganistan’ın komşularıyla mali bir anlaşma üzerinde pazarlıklar sürdürüyorlar. Avrupa kapılarına ulaşabilen insanlara karşı uygulanan şiddet ve yasadışı geri itme vahşeti giderek normalleşiyor.

Her ne kadar üye ülkeler bunu reddedip yalanlasalar da mültecilere uygulanan yasadışı geri itme politikası ve yoğun şiddet AB’nin yıllardır uyguladığı bir pratiktir, onun mülteciler politikasının bir parçasıdır. AB, Akdeniz’de yıllardır sinsi bir geri itme planı uyguluyor. 2014’ten bu yana hayatını kaybeden 20.000’den fazla mülteciyle dünyanın en ölümcül ülkesi olan Libya ile İtalya arasındaki kaçış rotasında, AB neredeyse tüm deniz kurtarma operasyonlarını durdurdu ve yalnızca Libya sahil güvenlik görevlilerine mülteci botları hakkında bilgi vermekle yetindi. Libya Sahil Güvenliği, topladığı mültecileri Libya’ya geri götürerek gözaltı hapishanelerine kapattı. Bu kişilerin akıbetleri hakkında hiçbir bilgi yok.

10 gazetecilik kuruluşunun geri itmeler üzerine 8 ay süren araştırması

Libération, Der Spiegel, SRF, Rundschau, ARD Monitor, ARD Studio Wien, Liberation, RTL Hırvatistan, Novosti ve Pointer’ın katılımının olduğu araştırmacı gazetecilik kuruluşu Lighthouse Reports, 8 ay boyunca araştırmalar yaptı. Mültecilerin geçiş yollarına yerleştirilen gizli kameralarla görüntüler kaydedildi, mültecilerin ifadeleri toplandı, emir komuta zincirleri araştırıldı. Yanı sıra polislerin uydu ve dron kayıtları ile sosyal medya hesapları değerlendirildi, onlarca polise sorular yöneltildi, AB fonlarından ödenen paraları araştırıldı.

Ekimin ilk haftası yayınlanan raporda Mayıs ve Eylül 2021 arasında Hırvatistan, Macaristan ve Yunanistan sınırlarında yaşanan insan hakları ihlalleri, çok sayıda geri itme eylemi, 148 mültecinin, vahşice şiddet kullanılarak 38 farklı polis tarafından Bosna’ya yasadışı bir şekilde sınır dışı edildiği gibi olaylar görüntülerle belgelendi. Gizli kamera kayıtlarıyla elde edilen kanıtlarda dehşete düşüren görüntüler vardı. Hırvat-Bosna sınırındaki Korana nehrinde bir grup mülteci kar maskeli üniformalı kişiler tarafından sürülürken, ormanda yankılanan acı çığlıklar, bir polisin sınırdan sürdükleri mültecileri teker teker coplaması, Bosna tarafında çalıların arkasına gizlenmiş televizyon ekibinin görüntülediği bir grup mültecinin vücutlarındaki darp izleri...

Video kayıtlarında erkeklerin üniformalarında yaka kartları bulunmamakla birlikte, bunların “müdahale polis”i üyesi oldukları ifade ediliyor. Doğrudan Zagreb’deki polis merkezine bağlı ve Hırvat polisinin özel gücü olduğu söylenen “müdahale polisi” sınır polisleri ile birlikte sınırlarda operasyonlar yürütüyor, yakaladıkları mültecileri sınırdan itiyor. Bazı Hırvat polis kaynakları da mültecilerin sırt çantalarının, paralarının, cep telefonlarının ve değerli eşyalarının çalındığını veya el konulduğunu ve bazılarının çöplüklerde yakıldığını doğruluyor. Der Spiegel’in bazı polislerle yaptığı röportajlara dayandırdığı bilgilere göre, operasyonun tamamı İçişleri Bakanlığı tarafından “Operasyon Koridoru” adı altında yürütülüyor.

“Geri itmeler” münferit değil

On Avrupa medya kuruluşunun hazırladığı araştırmadan çıkan bilgiler karşısında sözde dehşete düşen AB, raporların “çok endişe verici” olduğunu ve olayların soruşturulmasını talep etti. AB İçişleri Komiseri Ylva Johansson, 8 Ekim’de Brüksel’de yaptığı konuşmada, “Bunun Avrupa Birliği imajına ciddi şekilde zarar verdiğini düşünüyorum” ifadelerini kullandı. Yani AB’nin endişesi, yaşanan insan hakları ihlalleri ve mültecilerin karşılaştığı şiddet değil, kendi imajından ibaret...

Hırvatistan İçişleri Bakanı söz konusu iddialara ilişkin soruşturma başlatılacağını söylerken, Romanya’dan konu hakkında henüz resmi bir açıklama gelmedi. Yunanistan ise iddiaları reddetti, “Sınırlarımızı savunduğumuz için özür dilemeyeceğiz” dedi. Johansson, Yunanistan’ın bu tutumunu kınadığını söyledi. Johansson kınadığı tutum, Yunanistan’ın Ege Denizi’nde mültecilere karşı işlediği insanlık suçu değil. Ne de olsa milyonlarca avro harcayıp sınırlarına çit çeken ve mültecilerin kalması için yeni kapalı kamplar, hapishaneler finanse eden bizzat AB’nin kendisi.

Yunanistan daha önce de mülteci botlarını geri itme, göçmenlere yasa dışı gözaltı ve şiddet gibi insan hakları ihlalleriyle sık sık gündeme geliyordu. 10 medya kuruluşunun hazırladığı raporda mültecilere yönelik şiddetin son zamanlarda nasıl tırmandığını gösteren çok sayıda video kaydı mevcut. Yunan adalarında sistematik olarak izlenen göçmenler ve sığınmacıların toplanıp cankurtaran sallarına atılarak sürücüsüz ve can yeleksiz açık denize geri itildiği, araştırmalara göre bu kişilerin sahil güvenlik mensubu olduğu da belgeleniyor. Eski bir Yunan Sahil Güvenlik görevlisi, talimatların doğrudan Atina’dan ve sözlü olarak geldiğini ifade ediyor.

Bloğun doğu sınırında yeni trajediler yaşanıyor

Son aylarda güneyde geçiş yollarının kesilmesi nedeniyle bloğun doğu sınırı mülteciler için önemli bir giriş noktası haline geldi. Ağustos ayında binlerce kişi bu sınırlardan yasadışı yolları kullanarak geçmeye çalıştı. Bunun üzerine Litvanya hükümeti acil durum ilan etti, mültecileri zorla geri gönderileceğini duyurdu. Letonya hükümeti, Belarus sınırına yakın bölgelerde 11 Ağustos-10 Kasım arasında geçerli olmak üzere olağanüstü hal ilan etti. Polonya’nın dinci faşist hükümeti ise 1 Eylül’de Belarus sınırındaki üç kilometrelik bir koridorda olağanüstü hal ilan etti ve bunu 1 Ekim’de 60 gün daha uzattı. Gazetecilerin, mültecilere yardım örgütlerinin ve avukatlarının bölgeye girmesi yasaklandı ve bölgeden her türlü haber alma engellendi.

Polonya ve Belarus arasındaki 418 kilometrelik sınır hattındaki bataklık ve ormanlık alanda donma noktasına yakın ısı altında kaç mültecinin kamp kurduğu ve sınırı geçmeye çalıştığı bilinmiyor. Şimdilik, etrafı dikenli teller ve silahlı askerlerle çevrili bir alanda açık havada tutulan 32 kişilik bir Afgan grup olduğu biliniyor. Ayrıca aralarında 3 çocuğun bulunduğu 26 Suriyeli mülteciden oluşan bir başka grup da Terespol yakınlarında mahsur kaldı ve etrafı silahlı Belarus ve Polonya askerleri tarafından kuşatıldı. Uluslararası Af Örgütü 32 kişilik grubun 18 Ağustos’ta sınırın Polonya tarafında olduğunu gösteren, ancak “bir gecede Belarus tarafına itildikleri”ni kanıtlayan uydu görüntülerinin ve fotoğrafların ellerinde olduğunu açıklamasına rağmen, AB kulaklarını tıkamış durumda.

Sınırda mahsur kalan mültecilerin durumu giderek daha dramatik hale geliyor. Şu ana kadar sınırda AB’nin insanlık dışı politikalarının kurbanı olan 6 Iraklı mülteci, soğuktan ve açlıktan öldü. Polonya ve Belarus arasındaki sınır şeridinde mültecilerin yaşadığı korkunç acılarının, ölümlerin tüm sorumluluğu Polonya hükümeti ve Brüksel’e aittir. Medya kuruluşlarının hazırladığı rapor İnsan hakları ihlalleri ve geri itmelerin münferit vakalar olmadığını, AB hukuku, Cenevre Mülteci Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki uluslararası yükümlülüklerin bizzat üye ülkelerce yerine getirilmediğini gösteriyor.

Avrupa Birliği Antlaşması’nın 2. maddesi şöyle diyor: “Birliğin temel aldığı değerler insan onuruna saygı, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygıdır...”

AB emperyalistleri ve üye ülkeler sistematik olarak insan haklarını ihlal ederken sözü edilen değerler neler acaba? Avrupa’nın dış sınırlarının korunması bahanesiyle insanların hayvanlar gibi coplanarak atılması ve Brüksel’ in buna para vermesi mi? Afganistan’da vahşetten kaçanların ortada bırakılması mı? Savaşlardan, zulüm ve açlıktan kaçanların derme çatma botlarla Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken Akdeniz’in karanlık sularında ölüme itilmeleri mi? Hırvatistan ormanlarında ve diğer yerlerde, insanların coplanarak AB’den yasadışı itilmeye çalışılması mı? Polonya- Belarus sınırında AB’den itilen insanların açlık ve soğuktan ölmesi mi? Her şeye rağmen Avrupa’ya ulaşan mültecilerin, İtalya ve Yunanistan’daki toplu mülteci kamplarında, çadır kentlerde aylarca insanlık dışı koşullarda tutulması mı? Sorumluluğun Türkiye, Libya, Pakistan vb. üçüncü ülkelerin üzerine atılması mı? Ulaştıkları ülkelerde mültecilerin sınır dışı edilip, açlık veya savaşa geri gönderilmesine karar verilmesi mi? Ya da ucuz ve savunmasız işgücü olarak görülmeleri mi? Veya bir mültecinin hiç bilmediği bu yabancı diyarlarda fuhuşa sürüklenmesi, taciz ve şiddete maruz kalması mı AB’nin temel aldığı değerler?

Umuda yolculuk

Afrika’dan, Asya’dan, Ortadoğu’dan, Latin Amerika’dan; emperyalist savaşlardan, emperyalistlerin destekledikleri bölgesel mezhep çatışmalarının getirdiği ölüm ve yıkımdan, ekonomik krizin sonuçları olan açlık, sefalet ve geleceksizlikten, faşist ve baskıcı rejimlerin zulmünden, iklim krizinin yol açtığı kuraklık ve kıtlıktan kurtulmak için daha iyi bir yaşam umuduyla yaşadıkları yerleri terk eden insanlar tehlikenin, şiddetin, taciz ve tecavüzün kol gezdiği kaçak yollardan Avrupa ve Amerika kapılarına dayanıyorlar.

Uluslararası Göç Örgütü rakamlarına göre, günümüzde her yedi kişinden biri göçmen. Keza BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) tarafından yayımlanan rapora göre, 2020 yılı ortası itibarıyla savaştan, zulümden ve çatışmalardan kaçan insan sayısı 80 milyonu aştı. Bu, ikinci emperyalist paylaşım savaşından bu yana ulaşılan en yüksek rakam.

Umuda yolculuk daha yollarda iken son bulabiliyor. Kimi soğuk ve açlıktan, kimi tırların soğuk hava depolarında havasızlıktan, kimisi ise Akdeniz’in karanlık ve soğuk sularında boğularak yaşamlarını yitiriyorlar. Akdeniz toplu bir mezarlığa dönüşmüş durumda. BM verilerine göre 2014-2019 yılları arasında 19 bin kişi bu göç yolunda yaşamını yitirdi.

Sömürü, kâr ve talan üzerine kurulu kapitalist sistem var olduğu sürece ne savaşlar ve yoksulluk, ne de açlık bitecektir. Dahası insanca yaşam hayali ve umudu insanları göç yollarına dökmeye devam edecektir. Yani göç sorunu çözülmek şöyle dursun, göç dalgası kaçınılmaz olarak daha da büyüyecektir. Çünkü kapitalizmin uzun süredir içinde olduğu çok yönlü kriz son dönemde korona krizi, iklim krizi vb.nin de etkisiyle derinleşerek sürüyor. Dolayısıyla sefalet artıyor, emperyalist savaşlar sürüyor, bölgelere ölüm ve yıkım yağıyor.

İşçi ve emekçiler tüm bu sorunların kaynağı olan kapitalist sistemi yıkıp, sınıfların, sınırların, sömürünün olmadığı, insanların özgür, eşit ve kardeşçe yaşadığı bir dünya yaratmadığı sürece milyonlarca insan daha iyi yaşamak için ölümü göze alarak umuda yolculuğunu sürdürecektir.

 

 

 

 

 

Şili’de Mapuçelerin direnişine karşı
olağanüstü hal

 

Yerli halk Mapuçelerin direnişine karşı, Şili’nin güneyinde olağanüstü hal ilan edildi ve bu kapsamda polise geniş kapsamlı yetkiler verildi. İnsan hakları ve demokratik haklar askıya alındı. Devlet Başkanı Sebastian Pinera, olağanüstü hal kararına “şiddet dalgası ve kamu düzeninin bozulmasının” neden olduğunu duyurdu. Pinera, polisin yanı sıra ordunun da Biobio, Arauco, Malleco ve Cautin eyaletlerinde polisi destekleyeceğini ve “kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına” karşı önlem almaları için asker gönderilmesinin emredildiğini açıkladı.

Pinera, “Anayasa çerçevesinde ilan edilen olağanüstü halin hiçbir şekilde bir halka veya bir gruba karşı olmadığını” belirtse de OHAL kararının yerli halk Mapuçelere karşı alındığı söyleniyor.

Mapuçeler

Mapuçeler, çoğunlukla Orta ve Güney Şili ile Güney Arjantin’de yaşayan yerli Kızılderili bir halktır. Mapuçelerin konuştuğu Mapudungun dilinde “Mapu” toprak, “Çe” insan, dolayısıyla Mupuçe de “toprağın insanı” anlamına geliyor.

Mapuçeler tarihte İnka İmparatorluğu’nun (1438-1533) istilasına karşı ülke çapında örgütlenerek başarılı bir şekilde direnmişlerdir. Bío-Bío Nehri’ni doğal bir sınır olarak kabul edip, İspanya sömürgeciliğinin sömürgeleştirmesine karşı 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar direnen ve savaşan bir halktır. Bu savaş Arauco Savaşı olarak bilinir. Şair Alonso de Ercilla (1533-1594) bu direnişi “La Araucana” adlı eserinde bir şiirle ölümsüzleştirerek tarihe mal etmiştir.

En önemli geçim kaynakları tarım olan “toprağın insanları” kapitalizmin gelişmesi ile birlikte, hep topraklarından edilme ile karşı karşıya kalmışlardır. “Modern” Şili devleti de Mapuçeleri topraklarından etmek için her türlü yönteme başvurmuştur ve buna devam etmektedir.

Mapuçeler “modern” Şili’de en çok faşist diktatör Augusto Pinochet döneminde baskıya maruz kalmışlardı. Pinochet sonrası da baskılar devam etti, ediyor. Mapuçeler, yaşadıkları topraklar ve yağmur ormanları uluslararası kereste şirketlerine peşkeş çekilerek, topraklarından sistematik olarak koparılıyorlar.

19 milyon nüfusu olan Şili’de hala 1,7 milyon Mapuçe yaşıyor. Yeni ilan edilen olağan üstü hal, Mapuçelerin özerklik talebi ve geleneksel mülkleri olarak gördükleri bölgelerin geri verilmesini istemelerinden kaynaklanıyor.

10 Ekim Pazar günü Şili’nin başkenti Santiago’da yerli Mapuçelerin talepleri için düzenlenen gösteriye kolluk kuvvetleri saldırmış, üniversite öğrencisi olduğu belirlenen bir “gösterici” öldürülmüştü. Polis, “Bir grup maskeli gösterici polislere havai fişeklerle saldırdı ve bu fişeklerden biri ölen protestocuya isabet etti” açıklaması yapmıştı.

Sosyal medyaya yansıyan haber ve görüntülerde, kolluk kuvvetlerinin göstericilere karşı gaddarca davrandığı, şiddet uyguladığı görülüyor. Ölen göstericinin annesi, yaptığı açıklamada, “Kızımın katili polistir. Polisin açıklamasına zaten kimsenin inanmıyor” dedi. Öğrencisi olduğu üniversite, “Öğrencimiz bir insan hakları örgütü için mitingi izliyordu” açıklamasında bulundu.

Şili’de geçtiğimiz temmuz ayından bu yana Mapuçelere daha fazla hak vereceği iddia edilen yeni bir anayasa çalışması var. Sözü geçen Anayasa Komisyonu’nun başına Maçupeli bir kadın getirilmiş ve bu da “tarihi bir adım” olarak lanse edilmişti.

Hala yürürlükte olan Anayasa, Augusto Pinochet’nin faşist askeri diktatörlüğü döneminden kalma. Şili’de birçok şeyde olduğu gibi, zenginle fakirler arasındaki derin makasta da Pinochet’in Anayasası sorumlu tutulmaktadır. Ancak yaşanan yeni gelişmelerden de görüleceği gibi, sorumlu Anayasa değil, Anayasayı yapan Şili burjuvazisi ve sermaye devletidir.