10 Kasım 2017
Sayı: KB 2017/43

Burjuva siyaset sahnesini yeniden düzenleme ihtiyacı
Dengeler değişirken Kürt sorunundaki açmaz derinleşiyor
Böyle olur sömürü ve soygun düzeninin bütçesi!
Kapitalizm: Emekçiye cehennem, sermayeye cennet!
Duy da inanma!
Direnişlerin güçlenebilmesi için sınıf dayanışmas
“Akkim’e mutlaka sendika girecek!”
Metal TİS’lerinde 4. görüşmeler gerçekleştirildi
TOMİS’ten “örgütlenme ve mücadele” eğitimi

İstanbul’da direniş sürüyor

Büyük Sosyalist Ekim Devrimi 100. yılında!
Kapitalizme mahkum değiliz!
İzmir’de Ekim Devrimi eyleminde polis saldırısı: 20’yi aşkın gözaltı
RJ’nin 3. genel kurulu gerçekleştirildi
Suriyeli mülteciler ve toplumsal vicdan
Sömürüye karşı mücadeleye!
Peru’da “güzellik” yarışması kadına yönelik şiddeti konu aldı!
Mesleki eğitimde dönüşüm sürüyor
YÖK, 36. yılında protesto edildi
Devlet tacizi aile şiddetine döndü
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Duy da inanma!

 

Emek hareketinin “malum” dörtlüsü geçtiğimiz günlerde Ankara’da düzenlediği bir basın toplantısı ile “OHAL Değil, Demokrasi İstiyoruz!” başlığı ile bir kampanya başlattığını duyurdu ve “OHAL’de direneceğiz!” dedi.

OHAL ilan edildikten 16 ay sonra Türkiye’nin dört “büyük” emek örgütünün bir araya gelerek işçi ve emekçilerin demokrasi arayışının sözcüsü olmaya soyunması normal koşullarda heyecan verici bir gelişme olur ya da olmalıdır. Ama bilindiği üzere “malum” dörtlünün tepesini tutan anlayışlar işçi ve emekçiler karşısında inandırıcılık ve güvenilirliklerini yitireli, kredilerini tüketeli çok uzun zaman oldu.

Buna rağmen daha öncesinde bu dört kurumu temsil eden insanlar bir araya geldiğinde kürsülerden büyük nutuklar atılır, sonucundan bağımsız olarak toplumun belli kesimlerinde bir heyecan uyanırdı. Daha da önemlisi, Türkiye’nin dört “büyük” emek örgütü bir araya gelip bir “kampanya” başlattıklarında, kullanacakları materyallerden yapacakları etkinliklere kadar bir program hazırlamış olurlardı. Ama 3 Kasım’da sendika başkanları ve milletvekilleri ile birlikte gerçekleştirdikleri basın toplantısında söyleyebildikleri “birçok etkinliği hep beraber, omuz omuza hayata geçireceğiz”den ötesi değil. 20 Ocak 2018’de OHAL’in bir kez daha uzatılmasına engel olmayı önüne hedef olarak koyan “malum” dörtlünün bu hedefe ulaşmak için nasıl bir çalışma ve eylem planı olduğu ise halen belirsiz.

Geçmiş ortaklıklarını düşündüğümüzde bu, onlar payına elbette yeni bir durum. Ki, bunun da üzerlerine serpilen ölü toprağından başka bir nedeni olduğunu düşünmek için bir gerekçemiz yok.

Üzerlerindeki ölü toprağı artık öyle bir hal almış ki, geçmişte büyük lafların söylendiği, iddialı çıkışların yapıldığı basın açıklamaları bile artık bir ruhsuzluk alanına dönmüş. Meydanlarda olmasa da mikrofonlarda kükreyenler tek cümlelik “OHAL’de direneceğiz!” söylemi dışında, 16 aylık OHAL faturasını özetlemekten başka bir şey söyleyemeyen bir hale düşmüşler.

Kaldı ki, “Duy da inanma!” dediğimiz bu kampanyanın nasıl hayata geçiril-
(mey)eceğini özetleyen de aslında hazırladıkları basın metninin kendisi.

2000’e yakın DİSK üyesinin, 4099 KESK üyesi kamu emekçisinin, 3315 hekim ve 3000’in üzerinde TMMOB’linin KHK’lar ile ihraç edildiğini söyleyenler her şeyden önce 16 ay boyunca ihraç edilen üyeleri için, ya da aslında onlarla birlikte bu toplumun geleceği için neler “yapmadıklarını” açıklamak zorundadırlar.

Ülkeyi yönetenlerin kararlarını ve uygulamalarını hukuk yolu ile durdurmanın hiçbir imkânı bırakılmamıştır” diyenler, geride kalan 16 ay boyunca saldırılara karşı direnmek isteyen emekçilere acaba mahkeme kapılarından başka bir adres göstermişler midir? Mücadele etmek niyetinde olanları yalnızlaştırmaya çalışanlar bizzat kendileri değil midir?

Ankara’da Yüksel’e eylem yasağı geldiğinde Sakarya’ya kaçanlar, yasak Sakarya’yı da kapsayarak genişlediğinde şube binaları önüne sıkışanlar kimlerdir? Bu dört “büyük” örgütün başkanları acaba 16 ay boyunca kaç kez bu açıklamalara katılmaya lütfetmişlerdir?

Nuriye Gülmen’in oturma eylemi ile başlayan Yüksel direnişini ısrarla görmezden gelenler, İstanbul’da ihraçlara karşı direnmek isteyenlere eylemi sonlandırmayı önerenler, Ankara’da sendikanın yönetim kurulunda yer alan işten atılmış bir taşeron işçisine eylem yapmak istediğinde “OHAL var yapamayız!” diyenler acaba kimlerdir?

Tüm bu gerçekler hala hafızalardayken “OHAL’de direneceğiz!” sözüne kim inanır!

***

Neyse ki onlar kendilerini her şeyin merkezinde görseler de işçi sınıfının ve emek hareketinin sözcülüğü onlara ipotekli değil.

Onlara rağmen tam bir yıldır Ankara’da Yüksel Caddesi’nde karanlığa karşı bir meşale yanmaya devam ediyor.

Onlara rağmen, hiç uygulamamak üzere almak zorunda kaldıkları eylem kararlarını uygulayan, iş yerleri önünde direnmeye devam eden kamu emekçileri var.

Onların korkularına rağmen OHAL yasağında İstanbul yollarına düşen ve işlerini geri alma hakkı kazanan cam işçileri, özelleştirme yağmasına karşı kendilerini ocaklara kapatarak hükümeti geri adım atmak zorunda bırakan maden işçileri var.

Onlar kapalı salon toplantılarında demokrasi dilenmeye devam etsinler, işçi sınıfı OHAL’de direnmeye devam ediyor.

 

 

 

 

 

Şeker fabrikalarındaki 18 bin işçinin 13 bini taşeron

 

İşçilerin kölece çalışma koşullarına, taşeronluğa ve güvencesizliğe mahkum edilmesinde bizzat sorumlu olan sendika bürokratları, hâlâ bu sorunu çözmek için mücadele ediyorlarmış algısı yaratmaya çalışıyor.

TTK ocaklarındaki tablo ve maden işçilerinin özelleştirmeye karşı eyleminin sürdüğü bir süreçte, Türkiye Gıda ve Şeker Sanayi İşçileri (Şeker-İş) Sendikası Genel Başkanı İsa Gök’ün yaptığı açıklama, sendika bürokratlarına ilişkin bu gerçeği bir kez daha ortaya koydu.

2005’te yapılan olağanüstü genel kuruldan bu yana Şeker-İş Genel Başkanlığı koltuğunda oturan Gök ve beraberindeki bürokrat takımı; 2016 yılında taşeron işçilerinin sözde kadroya alınması için fazla mesai “eylemi” yapmıştı. Bunun sonucu olarak, şeker fabrikalarında işçiler 2 saat ücretsiz olarak çalıştırılmıştı.

‘Taşerona karşı mücadele’ adı altında patronlara hizmette kusur etmeyen sendika bürokratları, bugün yine sözde taşeron sistemini eleştirdiklerini göstermeye çalışıyorlar.

18 bin işçinin sadece 5 bini kadrolu

İsa Gök, AA muhabirine yaptığı açıklamada şeker fabrikalarında çalışan yaklaşık 18 bin işçinin sadece 5 bininin kadrolu, geri kalanlarının ise ya taşeron ya da geçici işçi statüsünde olduğunu belirtti. Gök, konuyla ilgili olarak şunları söyledi:

Türkiye genelindeki şeker fabrikalarında kadrolu işçi sayısı 5 bin 178, geçici işçi sayısı 2 bin 754, taşeron işçi sayısı ise 10 binin üzerinde.

Türkiye’de 25’i kamuya, 8’i özel sektöre ait olmak üzere 33 şeker fabrikası faaliyette.”

Taşeron işçi çalıştırma rekorunun ise Eskişehir Şeker ve Makina fabrikasında olduğunu belirten Gök, geçici işçi sayısının 106 olduğu fabrikada, 774 taşeron işçi çalıştırıldığını söyledi.

İsa Gök tarafından ortaya konulan veriler Şeker-İş şahsında sendikal bürokrasinin yaşadığı çürümeyi bir kez daha gözler önüne serdi.

“25 yıl geçici işçi statüsünde çalışıp emekli olan şeker işçilerimiz var”

Yıllardır sermayeye hizmet ederek şeker fabrikalarında taşeronlaşmanın derinleşmesine çanak tutan Gök, sanki şeker işçisinin yaşadığı bu sorunda hiç payı yokmuşçasına şu sözleri söyledi:

Şeker fabrikalarında yıllardır geçici işçi statüsünde çalışan kampanya ve mevsimlik işçiler mutlaka kadroya alınmalı. Kadroya geçirilmeleri halinde geçici işçilerin şeker sanayisine getireceği yük taşeron işçilere göre çok daha azdır. Üretimin sürdürülebilirliği, çalışma barışı, hukuki boyut ve istihdam açısından çok önem arz etmektedir. Öyle ki 25 yıl geçici işçi statüsünde çalışıp emekli olan şeker işçilerimiz var. Bunun dünyada bir eşi benzeri daha yok. Hükümet, taşeron işçilerle ilgili yapacağı düzenlemede yıllardır kadro bekleyen kalifiye geçici işçilerin taleplerini de muhakkak dikkate almalı.”

 
§