7 Temmuz 2017
Sayı: KB 2017/26

AKP iktidarının savaş ve işgal histerisi
Kürt kentleri neden yıkılıyor?
Suriyelilere yönelik saldırılara dair…
Nuriye ve Semih’i yaşatacak olan, sokakların gücüdür!
“Kitlelerin tepkisi, yolunu bulduğunda patlayacaktır!”
Kamu emekçilerinin İstanbul’daki direnişi sürüyor
“İşçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şey!”
Yazaki’de direniş ve gözaltı saldırısı
TİS ve grev süreçlerinin ardından işçi kıyımları artıyor
Vahşi kapitalizmin pençesinde kıvranan dünya
Kıbrıs sorunu: Çözümün engelleri, çözüm gücü olamaz!
Sömürü çarklarında öğütülen kadın işçiler
“İşçilerin söz ve karar hakkı olmazsa iş cinayetlerini azaltamazsınız”
İş cinayetlerinin son bulması için mücadeleye!
Mesleki teknik eğitimde sömürünün adı: Tematik Lise
Sınıf devrimcilerinden 2 Temmuz anmaları
2. Enternasyonal ve revizyonizm
İnsanlık tarihinde kısa bir öykü: Taşköprü
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İnsanlık tarihinde kısa bir öykü: Taşköprü

C. El Hayek

 

İlkel toplumların doğa ile ilişkisi hayatta kalma savaşıydı. Bulundukları coğrafyanın özelliklerine göre avlanmak için aletler, barınmak için dayanıksız kısa süreli mekanlar kurmuşlardı. O toplumları anlamak için genelde arkeolojiye başvurmaktayız. İlk insan doğa karşısında daha edilgendir ve faaliyeti yontma, kazma, eritme vb. biçimindedir. Ve bu insanlar birey, aşiret ya da klan olarak ortak bir emek faaliyetinin içindedir. Onlardan geriye kalan her bulgu (taş balta, demir saban, bakır çömlek vb.) tartışmasız ortak bir emeğin ürünüdür.

Sınıflı toplumun doğayla ilişkisi ilk insana göre daha aktif ve tahakkümcüdür. Zira bu toplumlarda artık ilk insanlar gibi kollektif emek yoktur. Ezen ve ezilenler vardır. Uygarlık tarihiyle beraber insanlık kavramı artık sınıfsız toplumlardaki gibi kullanılmayacaktı. İnsan denilince, “Nasıl insan? Hangi insan? Emeğiyle yaşayan mı ya da başkasının emeğiyle yaşayan mı?” soruları günümüze kadar süregelecekti. Bu toplumların doğaya müdahale biçimi de bu minvalde şekillenecekti. Her dönemde biçimi ve şiddeti farklı da olsa doğa karşısındaki tahakküm histerisi öz olarak kalacaktı. Bu toplumlar önceki toplumların baltasını, sabanını, çömleğini alıp geliştirdiler ve bizlere kendileriyle ilgili bilgi edinmek için kazılara gerek kalmayacak bir biçimde sağlam devasa yapılar bıraktılar. Kuşkusuz emek sömürüsünün dolaysız kanıtları olarak da...

Bunların en veciz örneklerinden biri Adana-Taşköprü’dür. 2000 yıla yakın tarihiyle Taşköprü köleci feodal ve kapitalist sistemin eşsiz bir tanığıdır. Taşköprü sadece bir tarihi eser değildir. Zira Taşköprü hâlâ yaşamın içerisindedir ve tarihe tanıklık etmektedir. Bu yönüyle Taşköprü dünyada bilinen kullanıma açık en eski köprüdür. Taşköprü’nün yapımına dair bilinen somut belge ise Adana Arkeoloji Müzesi’nde bulunun Grekçe yazılı bir tablettir. Tablete göre M.S. 384 yılında Roma İmparatoru Hadrian tarafından yaptırıldığı, yapımını ise Mimar Auxentius’un üstlendiği biliniyor. Söz konusu tablette şu sözler yazılmaktadır:

Gerçek şu ki Auxentius, bu mucize senin iktidarının sayesinde oldu. Nehrin kış akıntısı üzerinde, demirlerle bağlanan bir temcide, sarsılmaz sütun olarak inşa edildi. Bunun üzerine geniş bir yolu gerdin. Daha önceleri, tecrübesiz olan çok kişinin çeşitli teşebbüsleri olmuştu. Fakat onların girişimleri Tarsus Çayı’nın dalgaları için bile zayıf olmuştur. Sen ise buradaki köprüyü, kemerlerin üzerinde, ebediyet için kurmuşsun. Ve hatta taşkın nehir dahi bununla ünlü valiye itaat ediyor...”

Peki gerçekten sadece Auxentius’un mimari başarısının ürünü müdür Taşköprü? Hemen belirtelim ki Taşköprü’nün yapıldığı dönem köleci toplumun, dolayısıyla Roma İmparatorluğu’nun altın çağını yaşadığı dönemdir. Peki nedir Roma’ya köprüler, saraylar, arenalar, kuleler yaptıran güç? Kudretli imparatorlarla başarılı mimarlar mıdır? Şüphesiz ki hayır. Yanıtı açıktır: köle emeği. Egemen sınıflar her dönem kendi tarihlerini yazdıkları için elbette yukarıda bahsi geçen tabletin üzerinde kölelerden bahsedilmesini bekleyemezdik. Toplumsal gerçekçi yazar Bertolt Brecht bir şiirinde bu duruma şöyle değinir:

Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? 
Kitaplar yalnız kralların adını yazar. 
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? 
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, 
kim yapmış Babil’i her seferinde? 
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar 
altınlar içinde yüzen Lima’nın? 
Ne oldular dersin duvarcılar 
Çin Seddi bitince? 
Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok! 
Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?”*

Köprü ilk yapıldığında 310 metre uzunluğunda ve 21 gözlü idi. Yani Taşköprü yüzyıllar boyunca kendisini de yaratan emek sömürüsüne 21 gözle bakıp şahitlik etti. Köleci toplumun bağrında feodal toplumun yeşermesi Roma İmparatorluğu’nun sonunu getirmişti. Feodal dönem boyunca Adana ve Taşköprü sırasıyla Bizanslılar, İslam devri, Selçuklular, Ermeni Krallığı, Mısır Türk Memlükleri, Ramazanoğulları ve Osmanlılar tarafından ele geçirilmiştir. Taşköprü değişik inanç ve kültürlerden medeniyetlere şahitlik etse de esas şahitliğini hangi uygarlık altında olursa olsun yine emek sömürüsü üzerinden yapmıştır. Zira köleci toplumu parçalayan feodal sistem, kölelere yeni bir sömürü sisteminin kapılarını açıyordu.

Yukarıda bahsi geçen bütün bu feodal medeniyetlerin Taşköprü üzerinde ilaveleri ve onarımları vardır. Ama belirtmek gerekir ki ilaveleri ve onarımları yapan, feodal dönemde artı ürün sayesinde gelişen zanaat işçiliğidir. Örneğin köprü üzerinde bulunan, Selçuklu dönemine ait aslan ve ay yıldızlı kabartmalar uzmanlaşan bir işçilik gerektirir. Ayrıca Taşköprü’ye Selçuklu döneminden önce hakim olan Abbasi halifelerinden olan Harun Reşit döneminde ek kısımların yapıldığı bilinmektedir.

Feodal emek sömürüsünün Taşköprü ve Adana üzerindeki son izleri son hakim olan Osmanlı’dan kalmıştır. Osmanlı döneminde kayıtlara göre 1713 ve 1847 tarihlerinde köprüye onarımlar yapılmıştır. Kuşkusuz biz sayfalara “onarımlar” ya da “ilaveler” sözüklerini yazarken, egemen sınıfların tarih anlayışından öte, belirtmek istediğimiz, bu onarımların ve ilavelerin esasen o dönemin yine emekçileri tarafından yapıldığıdır. Ayrıca Taşköprü üzerinde belki milyarlarca defa geçilmiştir. Gerek köleci dönemde, gerek feodal dönemde çeşitli milliyetlerden ve inançlardan insanlar geçmiştir. Ama biz biliyoruz ki inanç ve milliyeti ne olursa olsun ayağı prangalanmış köle ve köle sahibi de (belki de insan pazarında satmak üzere ya da satın aldığı köleyle beraber) geçmiştir. Deri çizmeli ağa da geçmiştir, yırtık çarıklı yoksul köylü de.

Ve en nihayetinde Taşköprü insanlık tarihinin en vahşi ve acımasız dönemi olan kapitalist dönemi de görmüştür. Taşköprü bugüne kadar 21 gözüyle şahitlik etmişti tarihe, lakin acımasız olan kapitalist düzen Taşköprü’nün de 5 gözünü sakat bırakmıştır.**

Yaşar Kemal, Adana üzerinden yeni gelişen kapitalist sistemi Orhan Kemal ile geçirdiği bir günde şöyle tarif eder:

O gün Adana istasyonuna gittik. Adana istasyonu bir yırtık pırtık insan pazarıdır. Binlerce insan gece gündüz, toprak gibi, o istasyonda kaynaşır durur. İstasyonun önü o zamanlar boştu. Her gün o düzlükte on beş, yirmi köy kalabalığı hasta, sayrı, sıtmalı kaynaşır dururdu. İnsanlıktan çıkmış, kılıktan çıkmış, üstleri başları paramparça binlerce insan… Hayvan hayatından daha aşağı bir durumda… Bir içimlik suya muhtaç insanlar… Orta Anadolu’dan dimdik gelmiş, Çukurova’da hastalanmış, sıtmadan zangır zangır titreyen insanlar…

Orhan: “‘Bak’ dedi, ‘şair arkadaş, bunlardan yana mıyız, Temir ağadan yana mı?’”

Orhan Kemal Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanında, Taşköprü’yü, yoksul ırgatların tarlalardan şehir merkezine, Adana’nın sıcağında, yırtık pırtık elbiseleriyle toz içinde onlarca saat yürüdükten sonra haftalıklarını almak için gelip konakladıkları yerdir, diye anlatır. Kimisi Taşköprü’nün etrafında açlıktan bayılmış, kimisi sıtmadan ölmüştür. Tanık yine Taşköprü’dür. Taşköprünün genişliği bu dönem 2 fayton geceçecek kadardır. Bu faytoncuları ise Yılmaz Güney’in Umut filminde izliyoruz. Güney, Arabacı Cabbar tiplemesiyle faytoncuların yoksulluklarını ve umutsuzluklarını canlandırmıştır. Yine Orhan Kemal Vukuat Var adlı kitabında Seyhan Nehri etrafında çırçır ve tekstil fabrikalarını, akşam vardiyası çıkışı işçilerin yorgun argın Taşköprü üzerinden geçişini tasvir eder. Taşköprü Seyhan’la Yüreğir’i birbirine bağlamaz sadece. Yokluk yoksulluk içinde Taşköprü etrafında yevmiye işi bekleyen ırgatların Arapça, Kürtçe, Türkçe sesleri birbirine karışır. Yoksulluk kardeşliktir burada. Kardeşliğe köprü olmuştur yine Taşköprü.

Taşköprü geriye kalan 16 gözüyle tarihe şahitlik etmeye devam ediyor. Köle sahibini de gördü köleyi de. Ağayı da gördü köylüyü de. Patronu da gördü işçiyi de... Yani Taşköprü, tarihteki iki kampa her daim şahitlik etmiştir, etmeye de devam ediyor. Şayet ezenler kampında iseniz Taşköprü’nün yanındaki Hilton Oteli’nde Taşköprü manzaralı bir oda kiralayabilir ve Taşköprü’yü yüksekten izleyebilirsiniz. Diğer taraftan ekmeğinizi emeğiyle kazanan ezilenler kampındaysanız Taşköprü’yü adımlayıp aynı otelin manzarasından geçer ve fabrika servisine doğru gidersiniz.

Taşköprü geçmişten günümüze uzanan bir köprüdür. Ama tarih halen de adımlanmaya devam ettiği için Taşköprü geleceğe de uzanmaktadır. Belki insanın insan tarafından sömürülmediği bir yaşamda Taşköprü’nün sakatlanmış 5 gözü de iyileştirilerek, mutlu bir yaşama 21 gözüyle yeniden bakabilecektir. Zira Taşköprü emeğin ürünüdür ve insan emekle insanlaştığı için Taşköprü de insanlığın ortak mirasıdır.

* Bertolt Brecht, Okumuş Bir İşçi Soruyor

** Nehir kıyılarının düzenlenmesi sırasında iki tarafın da sahiline dolgu yapılması nedeniyle, baş tarafları toprak altında bırakılan köprü kısalmıştır.

Kaynaklar:

1) Politik Ekonomi Ders Kitabı, SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi

2) Adana, Nehrin Tacı, Tevfik Taş

 

 

 

 

Kökleri sınıfın bağrında bir fidan…

 

Bir fidan diktik kardeşlerimle…

Büyütmek için eksik etmedik suyunu, güneşini.

Biz eksik etmedikçe suyunu güneşini, baktıkça toprağına, boy verdi fidan. Fidan büyüdü, umut büyüdü. Köküne inelim dedik fidanın. Meğerse sarmış tüm dünyayı; suyunu Yunanistan’da kölelerden almış, bizzat Spartaküs’lerden. Bu fidan umuttur, dallarında güzellikleri taşıyacaktır demiş, Anadolu’da fidanın köklerine dokunan Bedrettin. Su, güneş, toprak istememiş, çünkü yârin yanağından gayri, her şeyi paylaşanların neşesi-kahkahası yetmiş fidana. Sonra Paris barikatlarına uzanmış fidanımızın kökleri. Siper etmiş gövdesini üretenlerin yönetmeye aday oldukları bir kavgaya. Kavga çetinleşmiş, fidan büyümüş, sertleşmiş, bilgeleşmiş.

1917’de bu sefer Rus proleterleri beslemişler fidanımızın köklerini. Bu soğukta bu fidan boy vermez diyenler kavganın ateşiyle ısıtmışlar havayı, kırmışlar buzu, açmışlar yolu. Dallarında harikulade yemişler, Rusya’da sosyalizmin gelişini müjdeleyen fidanımız görülmüş, duyulmuş tüm dünyadan. Çin’de, Küba’da ışık olmuş ezilenlere fidanımız, özgürlük sarsın tüm dünyayı diye. Türkiye’de Denizlerden almış suyunu, Mahirce yükselmiş, İbrahimce direnmiş, Nazım’ın başına çınar ağacı olmuş, Yılmaz’ın filmine arkadaş…

Susuz bırakılmaya çalışılmış fidanımız. “Bu şaşaa bu görkem yeter, her yer karanlık olmalı” diyenler, köklere dokunamayınca, kurusun o zaman demişler. Suyun kesildiği yerde hayat damarlarındaki kanı sunmuş devrimciler Ulucanlar’da. 19 Aralık’ta kanları ile sulamışlar umudun fidanını. Fidan boy vermiş boy verirken de söz vermiş 15’lere, Habip’e, Ümit’e, İsmet’e, Hatice’ye, Karadağ’a ve daha nicelerine. Gezi’de kendisine balta vurmaya çalışanlara karşı milyonlar çıkmış sokağa. Fidanımız kendini savunanları sarmış bağrına; gölge olmuş Berkin’e, Ethem’e, Abdo’ya, Ali’ye, Medeni’ye, Mehmet’e, Ahmet’e. Greif’te umudun meyveleri açmış bir fabrikada, köklere sımsıkı tutunmuş. Metal Fırtına’da olgunlaşmış, sarmış bir uçtan bir uca üretenleri. Kobanê’de, Şengal’de, Filistin’de halklara sarılmış fidanımız.

Fidanımız büyüyor. ‘87’de almış suyunu yine ve gökyüzüne dikmiş başını. Enginleri fethetmek için çıktık bu yola, ne köklerimizi besleyenlerden ne de gelecek güzel günlerden vazgeçeriz. Fidanımız büyümeli, şimdi herkes ellerindeki feneri yaksın. Çünkü ışık gerekli…

Manisa’dan bir metal işçisi

 

 

 

 

Zenginin Mutfağı

 

Kıdem tazminatının kaldırılmak istendiği şu günlerde, 15-16 Haziran ruhunu tekrar aramaktayız. Elbette işçi sınıfı, o günkü örgütlülüğe hakim olamasa da bugün yine mücadele sahnesine çıkacağı günü beklemektedir. Kimse kolayından kıdem tazminatının kaldırılamayacağını biliyor. Egemenler, sınıfın geri durumuna ve dağınıklığına rağmen hala tam manasıyla gaspa cesaret edememekteler. Çünkü bu saldırının öfke patlamasına sebep olmasından, işçi sınıfının tüm ağırlığını hissettirmesinden korkuyorlar.

15-16 Haziran Direnişi sınıfın geniş kesimlerince de bilinmeli, tarihimizden dersler çıkarmalıyız. O gün olduğu gibi bugün de sendikal bürokrasinin ne kadar uğursuz rol oynadığını görüyoruz. Mücadele etmek isteyen işçi ve emekçileri sürekli pasifize ettiğini biliyoruz.

İşte bu şanlı direnişi anarken “Zengin Mutfağı” filminden bahsetmemek olmaz. 1988 yılında çekilen filmden önce metnini Vasıf Öngören’in yazdığı tiyatro oyunu yıllarca sahnelendi, sahnelenmeye devam ediyor. Her ne kadar orta sınıf katmanlar izlese de işçi sınıfı yol göstermeye devam ediyor.

Filme geri dönecek olursak; Şener Şen, Nilüfer Açıkalın, Mustafa Alabora’nın oynadığı filmde, zengin bir köşkte oturan yoksul bir aşçının çelişkileri, gelgitleri, iç sorgulamaları tüm açıklığıyla anlatılıyor. Köşkün sahibi her gün ayrı bir yemek yerken, aşçısı ise o yemekleri rüyasında görmektedir. Ev sahibi aynı zamanda fabrikatördür. İşçilerin sendikalaşmasından ait olduğu sınıfın tavrı gereği son derece rahatsızdır. Sınıf mücadelesi yükselirken, aşçımız da bir türlü hangi sınıfa ait olduğunu anlayamamaktadır. Ama yanına gidip gelen işçi arkadaşı, aşçıya ikinci sınıf insan muamelesi gördüğünü hatırlatmaktadır. Tüm bunlar olurken aşçımızın yanındaki yardımcı kız da kötü giden bir şeylerin olduğunu fark etmeye başlamıştır. Zira öncesinde düğün telaşından dolayı gözlerini gerçek dünyaya kapamıştır. Ama sonra sömürücü fabrikatör, grevdeki işçilerin direnişini kırmak için aşçının saf ve temiz yardımcısının nişanlısını yanına çeker, kirli oyunlarına alet eder.

İşte bundan sonrası tam zıtlıktır. Aşçımız sınıf çelişkilerini kavramaya başlarken, genç delikanlı ise faşizme dümeni kırar. Ne de olsa memlekette ‘vatan hainleri’ vardır. Başları mutlaka ezilmelidir. Ama işçi sınıfımız, üzerinde tulumuyla ayağa kalktığında, güzel memleketi ilk terk edenler patronlar olur. Filmdeki patron da direniş olduğunda fabrikasından yurt dışına kaçıp gitmiştir.

Film ve tiyatro oyunu kişisel çıkarların ve çelişkilerin nasıl paramparça olabileceğini, önyargıların nasıl aşılabileceğini, en önemlisi de sınıf çelişkilerini, yaşayanların gözünden çok güzel özetlemektedir.

M. Güzel

 
§