6 Şubat 2015
Sayı: KB 2015/05

Metal grevi aynasında Greif dersleri
Dün Kavel'di bugün Greif...
Ya işgal ve direnişle MESS'i ezeriz, ya da boyun eğer sürünürüz!
Metal işçisi MESS'i ezecek, düzenlerini de yıkacak güçtedir!
48. yılında DİSK tarihinin aynasında iki seçenek!
Kazanana kadar GREV!
Gebze'de metal grevi üzerine gözlemler
Sınıfın cendereden çıkış arayışının güçlü ifadesi
Gebze'de patlamaya hazır üç volkan var
Yasağa karşı işgal, grev, direniş!
Metal işçisi eskisi gibi olmayacak!
Geçiş sürecinde sermaye düzeni
Teslimiyetten direnişe - Tülin Öngen
Ankara’da “İşgal, grev, direniş” panel-forumu
Almanya’da metal işçilerinin uyarı grevleri
Irkçılığa geçit yok!
İsrail ve İran’ın Suriye savaşı
Dünyadan eylem ve grevler
Emekçi kadın çalışması ve yayınlar
Sermayeye ucuz işçi olmayacak, ucuz iş-gücü doğurmayacağız!
Barikatlarınızı tanımıyoruz!
Kafesin bu yan
Almanya’da emekçi kadın toplantısı
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kafesin bu yanı

 

Perdenin arasından yüzüme yansıyan cılız ışık sabah olduğunu fark etmemi sağlasa da evin içi oldukça soğuk olduğu için yataktan çıkmak istemiyorum. Yorgana daha çok sarınırken, bir yandan da bugün yapacağım işleri kafamdan geçiriyorum. Günlerden Pazartesi, yani görüş günü… Böyle günlerde yüreğimin dost sıcaklığıyla dolacağını bildiğimden, sabahın soğuğu moralimi bozamıyor. Her hafta olduğu gibi bu hafta da sanki şehir dışına yolculuk yapacakmışım gibi hazırlanıyorum. En başta da görüş günü kıyafetlerimi giyiyorum. Yani hiçbir metal/madeni parçanın olmadığı, saf kumaş kıyafetlerimi… Ama her nedense, her hafta aynı korkuyu yaşıyorum. Ya üzerimde bir şey unutup içeri giremezsem diye telaşlanıyorum. Görüş saatinden yaklaşık üç saat önce yola koyulurken, çantamı kontrol ediyorum. Haftalık gazete, kitap ve bolca selamı yüklenip sırtıma düşüyorum yola. Bitmek bilmeyen bu uzun yolda, görmeye gideceğim yoldaşımın Pazartesi özlemini düşünüyorum. Malum haftada bir gün anne, baba, kardeş ve yoldaşlarla camların ardından kucaklaşmanın anlamını, o ilk karşılaşma anının sıcaklığını şimdiden içimde hissediyorum. Onun da sabah erkenden kalkıp görüş saatini heyecanla beklediğinden kuşku duymuyorum.

Yolculuğun ilerleyen dakikalarında çantama uzanıyor, hapishaneye götürdüğüm kitapları incelemeye koyuluyorum. Önce bir şiir kitabının kapağını aralayıp gözüme ilişen dizeleri sessizce okuyorum. “Göğü kucaklayıp getirdim sana, kokla açılırsın. Solmuşsun, benzin sararmış. Yorgun bir işçinin yüzüne benziyor yüzün. Öyle bükük bakma bana. Çam kolonyası getirdim sana, kentli dağlıların haklı sevdasını…” Sayfaları bir bir aralarken, okuduğum her dizeyi ilk defa bu kadar iyi anlıyorum. Kafamda imgeler ve mısralar uçuşurken metronun son durağına geliyorum. Koşar adımlarla metrodan çıkıp saatte bir geçen hapishane otobüsüne yetişebilmek için imgeleri, mısraları unutup dakikaları hesaplamaya başlıyorum. Otobüs durağına geldiğimde bekleyen insanları görüp, otobüsün halen geçmediğini ve geç kalmayacağımı düşünüp garip bir mutluluk duyuyorum. Daha sonra kulaklığımı takıp, bulunduğum durağa hınca hınç dolu gelen hapishane otobüsünü beklemeye başlıyorum. Yaklaşık on dakika sonra durağa yanaşan otobüse itiş kakışlar arasından zar-zor binerek tutunabileceğim tek çıkıntıdan tutunuyor ve ani frenlerde düşmemeye çalışarak şehrin dışında itilmiş hapishaneye doğru ilerliyorum.

Bu esnada otobüsteki her yüze bakmaya çalışıyorum. Çoğunluğu esmer olan bu yüzlerde, acıyı, özlemi ve yoksulluğu okuyorum. Bir yandan da tahmin yürütmeye çalışıyorum. Kimler siyasilerin kimler adli tutsakların görüşçüsü çıkarmaya çabalıyorum. Otobüsün arka taraflarında tanıdık bir yüz görüyorum. Başka bir yapıdan. Gözlerimizle selamlaşıyoruz. Sonra bir çocuğa takılıyor gözüm. Annesinin kucağında oturmuş şaşkınlıkla etrafına bakınıyor. Muhtemelen babasının görüşüne gidiyor. Benim ona baktığımı fark edince biraz utansa da, ben gülümseyince o da gülümsüyor. Onun esmer ve kirli yüzünü seviyorum. Yine utanıp başını önüne eğiyor. Sonra çocuğun annesinin de içinde olduğu bir grup kadın bağıra bağıra sohbet etmeye başlıyor. Ben de ilgiyle onları dinliyorum. Bir tanesi beni fark edip soruyor: “Güzel kızım, sen kimin görüşüne gidiyorsun?” “Arkadaşımın abla.” “Kız mı erkek mi arkadaşın?” “Erkek” Hepsi yanlış anlıyor muhtemelen, sonra bir tanesi “Allah kavuştursun, çok zor” diyor. “Arkadaşım F1’de” diyorum. Anlamadıklarını görünce de uzatmıyorum.

Otobüs hapishane kampüsünün kapısına yanaşıyor. Anlayamadığım bir telaşla koşturan insanların arasında kayboluyorum. Gergin adımlarla ilk arama noktasına vardığımda sırt çantamı ve ince aramaları aşamayacağımı bildiğim her eşyamı girişteki dolaplara koyuyor, en tehlikelisini “illegal” fikirlerimi ise en teknolojik kapıların bile algılayamayacağı kadar içime saklıyorum. İlk kapıdan sorunsuz bir şekilde geçtikten sonra, ring bekleme noktasına geliyor, saatimi de dolaba bıraktığımı fark edince, müthiş bir merakla saat aranmaya başlıyorum. Duvarda ya da herhangi bir yerde saate rastlayamadan, ringin yaklaşmakta olduğunu insanların kapıya doğru hareketlenmelerinden anlıyorum. Ring yanaştıktan sonra gardiyanlar bekleme salonunun kapısını açıyor ve itiş kakış arasında ringi doldurduktan sonra hapishane kampüsü içinde yola koyuluyoruz. L1, L2, Çocuk-Gençlik… Ring neredeyse boşalıyor. Yaşlı bir adamla ben kalıyorum yalnızca. Amca bana sesleniyor. “Kızım F1’i geçtik mi?” “Yok amca” diyorum. “Ben de orada ineceğim daha gelmedik.” Ve Nihayet ring F1’in önüne yanaşıyor.

Ankara Kalesi ve Türk bayrağı resmedilmiş demirden kapısıyla F1 binası karşımızda duruyor. Ne kadar manidar diye düşünüyorum. Diğer hapishanelerin kapısına çiçek, ağaç, doğa resmedilmişken siyasi tutsakların kaldığı duvarlar bir kaleyi anımsatmak istercesine koyu ve soğuk renklere boyanmış. Kimliklerimizi doğrulatmak için gardiyanların giriş yaptığı bölüme geçiyoruz. Burada üzerimiz arandıktan sonra bu kez asker kontrolünde bir kez daha teknolojik cihazlardan geçiriliyoruz. Kapıdan geçtikten sonra bir üst araması daha. Bilmem kaçıncı kez üzerim arandıktan sonra nihayet görüş bölümlerine doğru ilerlemeye başlıyorum ki bu bölüme geçebilmem için girişte verdiğim parmak izimi doğrulatmam gerekiyor. Bu zor sınavı da başarıyla atlattıktan sonra yaşamın her gün inanç, disiplin ve coşkuyla var edildiği hapishanenin içinde buluyorum kendimi. Yalnızca görüşüne geldiğiniz tutsağı görebilirsiniz. Başkalarıyla sohbet etmeniz yasak. Kuralları çiğnerseniz görüş cezası alırsınız. Ama ben yine de görüşe çıkmış tutsaklara selam vermeden geçemiyorum. Hatta telefonu kısa süreliğine alıp halleri hatırlarını soruyorum. Hiç tanımadığım insanlar. On yıllardır tutsak olanlar var aralarında. Vakur bir tebessümle karşılıyorlar, yıllardır tanışıyormuşuz da sokakta karşılaşmışız gibi sohbete başlıyorlar.

Nihayet Orhan’ı da getiriyorlar görüş kabinine. Sağlıklı ve dinç görünüyor. Morali gayet iyi. Telefonu önce annesi alıyor. Ana yüreği, başlıyor evladının ne yiyip ne içtiğini, hücrenin ısınıp ısınmadığını, temiz nevresim alıp almadığını sormaya. Orhan, mahcup. Annesini rahatlatmanın derdinde. Bir saatlik görüş vaktini herkese eşitçe paylaştırmaya çalışıyor. Sürekli saatine bakıyor. Sıra bana geldiğinde “N’aber, nasıl gidiyor yoldaş?” diyor ve söylemeyi tasarladığı her şeyi arka arkaya soruyor, öneriyor, paylaşıyor. Kalem, kağıt olmadığından söylediği her şeyi içimden tekrarlıyorum unutmamak için. Ben de kodlanmış selamlarla onun zihnini yoruyorum. Sana yıllar önce saatini veren arkadaşın selamı var diyorum. Hatırlayamıyor. Ancak haftalar sonra bir başka görüşte hatırladığını ve benim de ona selam söylememi istiyor. Görüş saatinin bitmesine ve ışıkların sönmesine saniyeler kalmışken Ekin’i soruyor. Sağlık durumunu merak ediyor. Tedavisinin engellendiğini söylüyorum ve ışıklar bir anda sönüyor. Lacivert üniformasıyla asık suratlı bir gardiyan beliriyor kabinin kapısında. Telefon ahizesini bırakıp zafer işaretleriyle uğurluyoruz onu.

Temiz çamaşırları ve kitapları yatırıyoruz Orhan’ın hesabına. Çıkıyoruz hapishanenin kapısından. Yarım saatten fazla otobüs bekliyoruz şehre dönmek için. Otobüs bomboş geliyor ve yorgun yükünü alıp hareket ediyor. Bu kez hiç kimse konuşmuyor otobüste, çocuklar bile. Herkes camdan bakıyor, düşünüyor. Bense kavruk ve esmer bu yüzlere yeniden bakıyorum. Suç ve adalet kavramlarını bu insanların yüzlerinden okunan gerçeklikle yeniden masaya yatırıyorum. Hapishaneleri yoksullar dolduruyor diye düşünüyorum. Çelişkilerini bilince çıkaranlar bir yanda, çelişkilerin batağında kaybolanlar başka bir yanda. Ama aynı çatının altında.

Z. Eylül


 
§