1 Ağustos 2014
Sayı: KB 2014/31

Siyasal İslam’ın Filistin riyakarlığı
Emperyalistler siyonist İsrail’i
finanse ediyor
AKP-cemaat çatışması üzerine...
Celal Fırat Kobanê gözlemlerini anlattı
Alaattin Karadağ’ın katili için aileden tazminat isteniyor!
Düzenin yargısı
işine geleni görüyor
Ağıtlar ayrı dillerden olsa da acılar ortak
Köle değil işçiyiz, örgütlüysek güçlüyüz!
İşçi sınıfının gelişen eylemleri üzerine...
“Haklarımızı ancak mücadeleyle kazanabiliriz!”

Bu anlayış metal işçisinin beklentilerini
karşılayacak bir taslak hazırlayabilir mi?

Türk Metal bayram arifesinde satış taslağını açıkladı.

Kent işçisinin kazanması için…

Onların bayramlıkları
grev önlükleri!

“Engels’in adı ve yaşamı her işçi tarafından bilinmelidir!” - V. I. Lenin
Devrimci Gençlik Birliği üzerine... / 2
Yaz kampına ve DGB’ye dair görüşler…
Cumhurbaşkanlığı seçimleri, sol ve devrimci tutum - M. Yılmaz
20 yıla sığacak günler bizi bekliyor! - H. Eylül
Wuppertal’da Filistin ve Rojava ile dayanışma eylemi
Bütün dünya çocuklardan özür dilemelidir!
Yalanlar ve komplolarla çürüyen düzeninizi kurtaramazsınız!
Hiroşima 1945’ten yükselen sesler - K. Ehram
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Hiroşima 1945’ten yükselen sesler

K. Ehram

 

Wataşi wa Şinda-no Ano Hiroşimade
Ano Hiroşimade Natsu no Asa ni
Ano-toki mo Nanatsu İma-de-mo Nanatsu
Şinda Ko wa Keşşite Ookiku Naranai no

Nobuyuki Nakamoto*

Hiroşima’da bir sokak köpeği:

İşte bugün de özgür bugün de aylak dolanmaktayım Hiroşima sokaklarında. Hava çok sıcak, kavrulan bir günü geride bıraktım. Matayasu Köprüsü’nden buraya kadar yürürken pek çok şey düşündüm. Bu akşam üstü içimde bir sıkıntı var. Ama ne kadar da olsa Yoko’yu ve her gün başımı okşayan bu sakin insanları bir daha göremeyecekmişim gibi bir his değil. Hele hele bundan üç gün sonra kemiklerim kalmamacasına ve adım hatırlanmamacasına yok olup gidecekmişim gibi bir his hiç mi hiç değil. Fazla düşünmeden yoluma devam edeyim, bugün karnımı doyurmak için Yoko’nun evinin önüne gideceğim. Akşam yemeğinden sonra mutlaka benim için bir şeyler koyar kapıya. Çok tatlı bir kız. Henüz altı yaşında fakat çok akıllı. Haru ve Natsuko da öyle. Bu insanlar benim en yakın arkadaşlarım oldular. Ama bugün onlarla nasıl oynarım bilmiyorum. Bu akşam üstü içimde bir sıkıntı var. “Acayipleşti havalar, bir güneş, bir yağmur, bir kar. Atom bombası denemelerinden diyorlar. Stronsium 90 yağıyormuş ota, süte, ete, umuda, hürriyete, kapısını çaldığımız büyük hasrete.“ [1] Stronsium 90 düşüyor aklıma, yürüyorum. Kavrulan bir günü geride bırakmışken gerçekten kavrulacağımız bir güne yaklaştığımızı nereden bilebilirim. Ben bir sokak köpeğiyim, özgür ve aylak dolaşırım Hiroşima sokaklarında. Her gün başımı okşayan bu insanları kurtarmak benim elimde değil, onları uyarmak da… Ben Yoko’yu karşıma çekip konuşamam, anlatamam ona içimdeki bu kötü hisleri. Topla bavulunu küçük kız, gidelim bu kentten. Ninene ve herkese haber ver, çekin kapıları üzülmeden kalan eşyalarınıza. Arkanıza bakmadan gidin bu şehirden. Arkamıza bakmadan gidelim bu şehirden. Vakit daralıyor Yoko, sen her şeyden habersiz bugün de yemek koyacaksın kapının önüne benim için. Yok istemem, vakit harcama, ben bugün de yarın da yemek yemeyiveririm düşelim yola. Ama diyemem ki bunları ona…

-3 gün önce-

Hiroşima’da bir insan:

Adım yoktur benim. Hem kadınım hem erkeğim. Gencim ben, damarlarımda bir nehir gibi oluk oluk akan kanımla. Yaşlıyım, seksen yıllık hafızam ve torunlarım en büyük mal varlığım. Bir çocuğum. Kısa pantolonlu, kısa kırpık saçlı bir erkek çocuğu. Saçları iki yana toplanmış, kırmızı tokalı bir kızcağızım. Yumuk yumuk gözlerimle sevimli mi sevimli bir Asyalı bebek. Bu sabah ölmek için uyanmamıştım ben. Herkes gibi öleceğini bilerek ama ne zaman öleceğini bilmeden yaşıyordum işte. Kimse bir savaşta yanarak can vereceğini hayal etmez. Ben de etmedim. Talihe bıraktım yaşamı ve ölümü. Cephelerden kent merkezlerine taşınacak kadar barbarlaşacağını göremedim savaşın. Kulaklarımda bir çınlama var, yok hayır bir uğultu. Hayır ama işte çığlık seslerini de duyuyorum. Her yer sarı, sapsarı… Kıyamet günü bugün olsa gerek. Demek tüm dünya yok oluyor bugün öyle mi… Demek güneş sonunda yere indi, yıldız mı yağıyor gökten? İnandığım Tanrı’m yanına bizi böyle mi alıyor? Hayır herşey böyle bitemez, bitmemeli! Etten olduğum yanmaya müsait olduğumu bilirdim ya bilmesine insan yine de bir kağıt gibi tutuşabileceğini hayal edemiyor. Bir yerde durur alevler diyorum kendi kendime, tamamen yanacak değilim ya. Ama durmuyor alevler ve ben yanımda benim gibi binlercesiyle yanıyorum şu an. Bir anneyim, çocuğumu kurtarmaya yetmiyor gücüm, yanıyorum. Bir kız çocuğuyum, babam elimden tutmuştu ama hani nerede elleri şimdi yanmış tutuşmuş, yanıyorum. Bir bebeğim, kundağımdayım, annemi bana doğru koşarken gördüm, bir alev topu gibiydi, yanıyorum. Bir Hibakhushayım**, sırtımda yanık izleri, ciğerlerimde kanser, unutmadım, unutmadım o gün ölen kardeşlerimi. Bana barıştan söz ederken iki kere düşünün, onlar öldü, ben hala yanıyorum! Ben bir insanım, ben 80 bin insanım aynı anda, yanıyorum. Ben o olaydan sonra bile katlanarak ölmeye devam eden 300 bin insanım, yanıyorum. Sakat bebekler olup kanserli hücrelerimde her gün yeniden ölüyorum. Nesiller boyudur alevsiz yanıyorum. Ve Çernobil’de ve Fukuşima’da yanmaya devam ediyorum. Okyanusun ortasında diri diri yanıyorum. Yetsin artık, söndürün bu ateşi! Bir bardak su olsun ezilenlere de…

-O anda-

Hiroşima’ya düşen atom bombası:

Nükleer saldırı emrini Truman vermişti. 6 Ağustos 1945’te yerel saatle 08.15’te düştüm adını bilmediğim bir kentin ortasına. Ben bir bombayım ne de olsa, öldürmektir amacım. Duygularım yoktur benim, acımam yoktur. Ben dünyanın saldırı amaçlı kullanılan ilk bombasıyım. Adım “Little Boy“. Anlamı Küçük Oğlan. Kendim gibi küçük kız ve oğlanları öldürmek üzere fırlatıldım. 13 bin ton TNT gücündeyim. 70 binden fazla insanın ölümü patlamasından saniyeler sonra gerçekleşti. Sadece ses değil, ısı, alev, rüzgar ve radyasyon yayarım. Yani düştüğüm yerden yıllar sonrasına ve kilometrelerce ötesine ölüm saçarım. Düşmanını boğarken zehrini kendi içine akıtan bir engerek yılanı gibi düştüğüm an yok oldum ben de. Bir katil arı gibi saldırdığım an kendi sonum oldu. Ama ne de olsa bir bombayım ben, öldürmektir amacım. Amacımı yerine getirdim. Bunun için tasarlandım. Dünyanın en iyi fizikçileri, bilim insanları çalıştı üzerimde. Manhattan Projesi’nde atıldı tohumlarım, 200 bin insan çalışıyordu bu projede. İlk denememde gözleri kör eden o kavurucu patlamanın olduğu anda mucidim Oppenheimer, kutsal Hindu destanı Bhagavad-Gita’dan şu bölümü mırıldandı:

Bin güneşin ışığı

Doldursaydı bir anda bütün göğü,

O Görkemli’nin ihtişamına benzerdi tıpkı…

Dünyaları yıkan

Azrail’im artık ben.[2]

Ama son dakikada insanları vuran bendim. Yani katil benim. Acaba tek suçlu ben miyim? Bilmiyorum. Ne de olsa bir bombayım ben, insan eliyle yapılıp yine insanların üzerine fırlatılan.

- Bir dakika sonra-

Hiroşima-ken:

Batı Japonya’nın Çugoku bölgesinde bulunan küçük ve sessiz bir şehirdim ben. Ne Tokyo kadar ünlü ne Kyoto kadar gelişkin. Sade insanların yaşadığı sıradan bir şehirdim işte Pasifik’in ortasında. Shinkansen’den Miyajima Adası’na uzanan körfezlerim boyu dipdir ve yaşam dolu olduğumu hissederdim. Ağaçlarımla, kuşlarımla, balıklarımla, etrafımı sarıp sarmalayan okyanusun nefesiyle bezeliydim. Başka da birşey istemezdim. Bir şehir içinde yaşayan canlılarla güzeldir ne de olsa. “Kentler birçok şeyin bir araya gelmesidir. Anıların, arzuların, bir dilin işaretlerinin. Kentler takas yerleridir tıpkı ekonomi tarihi kitaplarında anlatıldığı gibi, ama bu değiş-tokuşlar yalnızca ticari takaslar değil kelime ve anı değiş-tokuşlarıdır.“ [3] Bir de insanlarım vardı işte. Beni canlı kılan, beni yaşanır kılan. İnsanlarım çalışkan, insanlarım üretkendi. İşçi mahalleleri kuruldu üzerimde. Ben bu emektar insanları çok sevdim. Sarı ay çiçeğine benzeyen bebekleri[4] oldu bu insanların yıllar boyu, ikinci anneleriymişim gibi sarıp sarmaladım onları. Kışlarımı çok soğuk tutmadım, üşümesinler diye. Yazlarımı kurak kılmadım, yanmasınlar diye. Fırtınalara direndim evleri zarar görmesin diye. Sonra bir gün bir şey oldu. Bir sabah vaktiydi. Bir uçak girdi, dolaşmaya başladı göğüs kafesimde, saat tam 07:00’dı. “Straight Flush” yazıyordu üzerinde. Sonra o saati hiç unutmuyorum, 08:09’da üzerinde “Enola Gay” yazılı o ikinci uçağı gördüm. Bir uçak izinsiz giriverdi kuşlarımın kanat çırptığı yere. İki kanadına birer yıldız iliştirilmiş, çok da büyük olmayan bir uçaktı; tedirginlik ve endişe de uçuyordu sanki beraberinde. Nereden bilirdim ölüm taşıdığını… Sokaklarım insan doluydu ama hiç kimse onu görmüyordu. Bağırmak istedim, fırtınalar koparmak. Ama bütün kentler gibi dilsiz kaldım, hiçbir şey yapamadım. Saat sekizi çeyrek geçe, yani tam 08:15’te, yani insanlarımın hepsi artık evlerinden teker teker çıkmış işlerine giderken, hem de insanlarımın en yoğun, en kalabalık olduğu yerde bu uçaktan çıkan bir şey düşmeye başladı üzerime. 43 saniye boyunca sükut ve korku içinde izledim bu düşüşü. Bu neydi? Benim üzerimde ne işi vardı? Şimdi ne olacaktı? O şey düşmeye devam etti… Topraklarımın 600 metre yukarısında patladı. Dev bir ışık, kulakları sağır eden bir ses. Bir bulut sardı üzerimi. Göz gözü görmeyen bir ölüm bulutu. O gün insanlarımı buharlaşırken gördüm. Pamuk gibi yumuşak ellerin kömürleştiğini. Okşanan saçların, üzerine yatılan omuzların, dudakların, bastı mı yere ses çıkaran o kadar somur o kadar elle tutulan ayakların sanki bir gaz bulutuymuşçasına sanki hiç dokunulamazmış gibi eriyip gittiğini, evet bunları gördüm. O gün herşey değişti ve ben o günü hiç unutmadım. Küçük çocuklarım ve onların anaları ve evlerinde kalan nineleri ve kahvaltı yapan dedeleri ve işlerine giden babaları, hep birlikte yanıp kül oldular gözlerimin önünde. Evlerim yıkıldı. Ağaçlarım yandı. İnsanlarımın izleri çıktı kaldırımlarımın orta yerine, ak pak insanların siyah kara izleri. O gün buharlaşırken gördüğüm çocuklarımın gözlerini işledim göğümün orta yerine, o göklerde uçan turnalara ve suyumda yüzen her balığa tek tek. Çiçeklerimi bile koklasanız siz de duyarsınız, kül kokusunu sarmaladım, bırakmadım. O karanlık günün çığlıkları hala semalarımda. Nükleer saldırıya maruz kalan ilk şehir olarak dünya tarihine geçtiğimden bu yana çok ünlüyüm, adım her ülkede bilinir benim. Her yıl ziyaretime pek çok insan gelir, gezerler sokaklarımı. Adımlarının seslerinden kimi zaman başımı ağrıtan kalabalık grupların fotoğraflarında kendimi görürüm bazen. İnanamam bu ben miyim diye. Yıllar sonrada aynada kendisine bakan yaşlı bir kadın gibiyim, yalnız biraz fazla süslü. Kırışıklıklarımı ve yaralarımı saklamaya yetmemiş makyaj. Ben Hiroşima-ken, o günden beri Nagazaki ile Felluce ile Bağdat ile Küba ile Vietnam ile Gazze ile kardeşim ben. Barışçı bir şehir olarak anılmak istemem, bilesiniz. Bilesiniz ki bizler kavganın şehirleriyiz, ey insanlar! Fakat tüm kentler gibi elsiziz, dilsiziz. Ancak duvarlarımızı siper edebiliriz sizlere, sokaklarımızı sonuna kadar açarız işçi ordularının neferlerine. Sokaklarımızdan dökülen kanın hesabını sorun, bizi teslim etmeyin yağmacı ellere! Ölümün gölgesi düşmüş bir kere yüzüme, gizleyemem. Ne kadar istesem de gülümseyemem bu insanlara ben. Ben Hiroşima-ken. Belki sizlerden binlerce kilometre uzaktayım. Ama dikkatli dinlerseniz duyarsınız ta 1945’ten bugüne uzanan çığlığımı. Irak’ta, Afganistan’da, Afrika’da ve size en yakın yerde duyarsınız. Benim çocuklarım yakıldılar, onlar geri gelmezler, tekrar koşamazlar sokaklarımda. Ama bilesiniz ki iki elim yakanızdadır; ta Asya’dan ulaşır rüzgarlarım, geceleyin soğuk bir nefes gibi ürpertirim sizleri uykunuzda, sakın ha kardeş şehirlerimdeki çocuklar öldürülürken sessiz kalmayın.

-69 yıl sonra-

* Shinda Onna-no-ko (Kız Çocuğu): Nazım Hikmet’in şiirinden Japonca’ya çevrilen şiirden bir kıta. Türkçesi:

Ben öldüm, O Hiroşima’da

O Hiroşima’da yaz sabahında

O zamanda da 7 yaşındaydım, şimdi de 7 yaşındayım

Ölen kız katiyen büyümez ya

** Hibakusha: Atom bombaları patladığı anda Hiroşima ve Nagazaki’de bulunup hayatta kalan insanlara denir.

Kaynaklar:

1- Nazım Hikmet, Stronsium 90 adlı şiirinden.

2- Erdal Kaplansever, Cehennem Silahının Doğuşu, Ntvmsnbc

http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/106899.asp

3- Italo Calvino. Görünmez Kentler, Çev. Işıl Saatçioğlu, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2009, sf.13

4- Nazım Hikmet, Bir Kız Vardı Japonya’da adlı şiirinden.

http://www.siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/bir_kiz_vardi_japonyada.htm

 

 

 

 

 

Tekmeye çevirelim adımlarımızı…”

 

Son zamanlar epey kulağımıza geliyor, fabrikalarda grevlerin başladığına dair haberler. Bir yanda insanlar haklarını biliyorlar ve savunuyorlar diye seviniyoruz. Diğer yandan bu düzen onlara grevden, iş bırakmaktan başka çare bırakmayacak şekilde emeklerini sömürdüğü için üzülüyoruz.

Bu, hem gurur hem de buruk bir hüznü içinde barındıran karmakarışık duyguları bir kenara bırakıp pratiğe geçtik. Ve Kartal DLB olarak 23 Temmuz günü Kavakpınar’da kurulu bulunan Kimberly Clark Fabrikası’nda grev yapan emekçilerimizin ziyaretine gittik. Gittiğimizde ilk karşımıza çıkan sıcaktan mayışmış ve gölgede oturan grev sözcüsü abimizdi. Selamımızı verip yolumuza devam ettik. İşçilerin çadır kurdukları yere ulaştık. Sloganlarla gittiğimiz için sebebi ziyaretimiz anlaşıldı. Alkışlarla karşılandık.

Orada olduğumuz süre içerisinde ilk o an anladık doğru bir şey yapıyor oluşumuzu. Teker teker görüştük. Nerden, kim olarak geldiğimiz açıkladıktan sonra sözü emekçilerimize verdik. Ve süreci dinlemeye başladık. Aslında hiç duymadığımız şeyler değildi anlatılanlar; neler olduğunu, neler olabileceğini tahmin edebiliyorduk. Ama onlar bir ses olmuştu ve bizim en büyük desteğimiz kulak vermekti. Önce çoğunluğun eylemde olduğunu ve burada şimdilik az kişi oldukları için kusura bakmamamızı rica ettiler. Ne haddimizeydi kusura bakmak...

Sonrasında muhabbet derinleşti. Konuların dışına da çıkıldı zaman zaman. Hatta bize bu süreci anlatan abimiz eşiyle birlikte grevde olduğunu, bu fabrikada tanışıp evlendiklerinden bahsederken başka bir emekçi abimiz başka bir arkadaşla cumhurbaşkanlığı seçimlerini konuşuyordu. Daha sonra eylemde olan diğer işçiler geldiler. Onlar da bizimle teker teker görüştüler. Herkes yerini almış muhabbet ederken gözüm etrafa takıldı. Bir şaşalın içinde biriktirilmiş bir sürü mavi kapak gördüm.

Öyle güzel bir şeydi ki haklarını arayan insanların kampanya bitmesine rağmen bu duyarlılığı gösteriyor olmaları. Bu yoğun hayat temposu içerisinde kampanyanın bitmiş olduğunu bilip bilmemeleri hiç göze batmıyor. Ki zaten dikkat çeken tek şey o güzel yüreklerinin marifetleriydi. Laf arasında bir abi okuyup okumadığımızı sordu. Öğrenci olduğumuzu öğrenince “okuyun, okumak güzeldir. Bu patronlar da okumuş ama görüyorsunuz işte. Siz bunlar gibi olmayın” demişti. Bu söz üzerine bir tebessüm edip geçse miydik? Yoksa bu can sıkıcı gerçeklerin esprilerimizde bile yer aldığını fark edip iyice hırslansa mıydık bu sisteme?

Lafın kısası bu düzenin ağababaları körelmiş vicdanlarıyla sistemin sefasını sürerken, böyle güzel yürekli insanların sistemin cefasını çekiyor olması yine çivi gibi mıhlandı aklımıza. Mıhlansın ki kim olduğumuzu bilerek adım atalım bu düzene. Bu dayanışma örneğinde olduğu gibi birbirimize sıkıca sarılıp tekmeye çevirelim adımlarımızı. Bu düzene atılmış birer tekmeye!

Kartal’dan bir DLB’li

 
§