24 Mayıs 2013
Sayı: KB 2013/21

 Kızıl Bayrak'tan
Metal işçileri grev kapısında, satış an meselesi
Washington’da sınırları çizilen AKP savaş çığırtkanlığına devam ediyor
ABD-İsrail ikilisi tedirgin
Polisin hedefi basın!
Reyhanlı’da bir hafta daha geçerken
Emekçiler Reyhanlı için sokakta!
“Bizi savaştıkları bir
düşman olarak görüyorlar!”
İş güvencesi, insanca bir ücret, insanca yaşam için
İşçiler direniyor!
İşçi grevleri artıyor
THY grevinde her gün mücadele!
MESS’i yenmek, ihanete geçit vermemek için
Metal işçisi
tarih istiyor!
Anti-emperyalist mücadelenin kapsamı ve niteliği
H.Fırat
“Anti-tekel demokratik devrim stratejisi”:
Portekiz deneyimi
H. Fırat
Kolombiya: Gerilla hareketlerinde
bir dönemin sonu
S. Eren
“Özgür” Suriye Ordusu
16.Pfingstjugendtreffen sona erdi
Üniversite kampüslerine ÖGB yerine polis

Hiçbir gerçek karanlıkta kalmayacak!

Gençlik Reyhanlı’nın hesabını soruyor!
Kaypakkaya anıldı!
Nurhak şehitlerini
mücadelemizde yaşatıyoruz!
B. Bahar
Kaçırılan ama yitmeyip kalanlara...
H. Eylül
Düzenin ÇED aldatmacası
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

“Anti-tekel demokratik devrim stratejisi”:

Portekiz deneyimi

H. Fırat

 

Dönelim M.Yılmazer’in örneklerine: Portekiz, Nikaragua ve İran... İlkinde askeri darbe yığınların 48 yıllık faşist dikta rejimi altında biriken devrimci potansiyelinin patlamasına yolaçmış, son ikisi ise diktatörlük rejimlerine karşı kitlelerin gerçek bir başkaldırısının ürünü olmuşlardı. Fakat bunlardan kokuşmuş bir aile oligarşisini deviren Nikaragua Devrimi’nin herşeye rağmen ayrı ve özgün olan örneği bir yana bırakılırsa, diğer ikisinde burjuva sınıf iktidarına karşı ya da burjuvazinin devrilmesini hedef alan bir yönelim yoktur. Her ikisinde de burjuvazinin ve toprak sahiplerinin sınıf iktidarı korunmuş, fakat yalnızca bu iktidarın siyasal biçiminde bir değişim yaşanmıştır. Portekiz’de faşist diktadan kısıtlı bir burjuva demokrasisine, İran’da monarşiden İslam Cumhuriyetine doğru bir değişim... Sosyal sınıf ilişkilerinde hiçbir gerçek değişime yolaçmayan düzen içi siyasal değişimler olarak kalmıştır bunlar. Demek oluyor ki, bu iki ülkede devrim, şu ya da bu sınıfın ya da zümrenin iktidarının devrilmesine yolaçmış değildir. Bu açıdan başarısız devrim girişimleri, aynı anlama gelmek üzere, burjuva düzen sınırları içinde kalan siyasal değişimlerdir bunlar. (...)

Her açıdan çok kendine özgü olduğu tartışmasız olan Nikaragua örneğini bir yana bırakalım. Bugünün Türkiye’siyle belli sınırlar içinde kıyaslanabilir olan asıl örnek Portekiz’dir. M.Yılmazer’in bize dediğine göre, “1975’de Portekiz komünistleri”, bu ülkede “burjuva iktidara karşı, burjuvazinin devrilmesini hedef alan bir demokratik devrim hedeflemek saçmalığına” düşmüşlerdir. Acaba? Fakat “Portekiz komünistleri”nin (yazar lütfedip “revizyonistleri” de diyebilirdi!) kendileri bize hiç de bunu söylemiyorlar. İşte 1974 Ekim’inde, yani faşist dikta rejiminin yıkılmasından beş ay sonra ve devrimci halk hareketinin en canlı döneminde yapılan 7. Parti Kongresi’nde söylediklerinin özeti:

“Komünist Partisi birinci aşamayı ‘demokratik ve ulusal’ karakterde olarak belirlemiştir. Devrim demokratiktir, çünkü faşizmi devirmiş, politik özgürlüğü getirmiş, mali oligarşinin zorba sistemine son vermiş, halkın çıkarlarını savunmuş, ulusun ve halkın büyük çoğunluğunun yararına olan bir dizi derin ve köklü reformları gerçekleştirmiştir. Devrim ‘ulusal’dır, çünkü Portekiz üzerindeki emperyalist zorba sistemine ve Portekiz’in sömürge halkları üzerindeki zorba sistemine son vermiştir.” (Gil Green, Portekiz Devrimi, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1978, s.114)

Bu özet, o ünlü anti-tekel demokratik devrim programının Portekiz versiyonudur.

Bunlara şunu da ekleyelim: 1974 Parti Kongresi’nin programı, eğer bu amaçlara ulaşılırsa, “sosyalizme barışçıl bir geçiş”in sağlanabileceğini düşünüyor ve savunuyordu. “Portekiz komünistleri”, ordu içerisinde sağladıkları nispi bir etkinliği, devleti (burjuva devletini!) ele geçirmiş olmanın önemli bir adımı sayıyorlar, bu etkinliği devletin öteki kurumlarına yaymak hayalleri taşıyorlardı. “Barışçıl geçiş” hayallerinin dayanağı buydu.

Partinin lideri Cunhal, Portekiz’in bu sözde “orijinalite”sini savunmak üzere, Avrupalı revizyonist partilerin 1976’daki Berlin Toplantısı’nda şunları söylüyordu: “Devrim kopya edilerek yapılmaz. Hazır devrim modelleri yoktur. Bu nedenle, devrimler tekrarlanmaz ve Batı Avrupa ülkeleri için doğru olan yol, şimdiye kadar yapılmış olan sosyalist devrimleri mekanik bir şekilde kopya etmekle bulunmaz.” (Komünist ve İşçi Partilerinin Dört Toplantısı, Ürün Yayınları, İstanbul 1976, s.369)

Kendi başına doğru gibi görünen bu sözlerin Cunhal tarafından revizyonist barışçıl geçiş hayallerine dayanak olarak kullanıldığını belirtmekle yetinelim.

Portekiz’de, 1974 Nisan’ını izleyen süreçte ve halk kitlelerinin devrimci atılımına bağlı olarak, yukarda sıralanan siyasal reformların bir kısmı belli sınırlar içerisinde gerçekleştirildi. Sonucu, yukarıda anılan 1976 Haziran tarihli Berlin Konferansı’nda Alvaro Cunhal’ın yaptığı konuşmadan öğrenelim:

Birincisi; kapitalist Avrupa’daki demokrasilerin tersine, Portekiz Devrimi, tekelci devlet kapitalizmini ortadan kaldırmış ve tekelci kapitalizme ağır darbeler indirmiştir... Temel sektörlerin ulusallaştırılmasıyla, yaklaşık olarak 1200 işletme (aşağı yukarı ulusal ekonomik etkinliğin yarısı) devletin doğrudan doğruya denetimi altına girdi.”

Portekiz’deki durumun ikinci özgül belirtisi tarım reformudur... Toprağın toprak sahiplerinden ve kapitalistlerden kurtarıldığı bütün tarım reformu bölgesinde, büyük mülkler ve kooperatifler, emekçiler tarafından ortak bir şekilde yönetilmekte ve işletilmektedir.”

Üçüncü özgül belirti, gerek devletin el attığı işletmelerde, gerekse bir çok özel büyük işletmelerde, emekçiler tarafından yapılmakta olan işçi denetimi ve yönetimidir.” (Age., s.367-368)

Bütün bunlar elbette önemli demokratik adımlardır. Fakat Cunhal, bir rastlantı olmalı, tıpkı M.Yılmazer gibi, o ünlü “küçük ayrıntı”yı ısrarla hep es geçiyor. Portekiz’de millileştirmeler yoluyla sözümona “tekelci devlet kapitalizmi ortadan kaldırılmış ve tekelci kapitalizme ağır darbeler indirilmiş”tir de, bu arada tekelci burjuvazinin kendisine ve sınıf iktidarına ne olmuştur?

Kestirmeden söyleyelim; gerçekte ikisi de yerli yerinde duruyorlardı. Halk kitlelerinin devrimci atılımı faşist kurumlaşmaya önemli darbeler vurmuş, bu atılımın baskısıyla ekonomik cephede belli reformlar yapılmış, ne var ki, burjuva sınıf egemenliğinin temel dayanağı olan devlet, yani ordu ve bürokrasi, olduğu gibi kalmıştı. Dahası bunlar Cunhal ve partisi tarafından devrimin temel aracı sayılıyor ve sosyalizme barışçıl geçişin güvencesi olarak görülüyorlardı.

Yaşam bu revizyonist hayalleri tuzla buz etti. Cunhal’ın aynı konuşmada “devrimin kazanımlarının güvencesi” saydığı yeni anayasanın daha mürekkebi bile kurumadan, olaylar yön değiştirmeye ve tersine dönmeye başladı. Anayasanın bir kağıt parçasından başka bir şey olmadığı çabucak anlaşıldı. Tekelci burjuvazinin sınıf iktidarı yıkılmadığı, onun sınıf devleti parça parça edilmediği ve yerine emekçilerin kendi öz silahlı örgütlenmesi ve devrimci iktidar organları geçirilmediği sürece, gerçek sınıf ve egemenlik ilişkilerinde hiçbir temel değişikliğin yaşanamayacağı açığa çıktı. Rejimin yapısında bir siyasal biçim değişikliği yaşansa bile, öteki kısmi toplumsal-siyasal reformların, kendini çabuk toparlayan tekelci burjuvazi tarafından hızla süpürülüp atılacağını olaylar gösterdi. Tekelci burjuvazi, belli sarsıntılar geçirse de ayakta duran kendi öz devleti üzerinde denetimini yeniden ve sağlamca kurdu. Halk yığınlarının devrimci inisiyatifini ise devlet gücünün yanısıra, PKP’nin “sosyalist” müttefikleri sayesinde kısa zamanda boğdu. Millileştirilen kuruluşlar ve işgal edilen topraklar sahipleri tarafından yeniden ele geçirildi, üretimin bazı kesimleri üzerindeki işçi denetimine son verildi. Emperyalizmin Portekiz üzerindeki egemenliği pekişerek sürdü, vb...

Bütün bunlar hiç de şaşırtıcı değildi. Zira Portekiz’de burjuvazinin sınıf egemenliği devrilmemiş, tersine burjuva sınıf devleti ayakta kalmış, fakat yalnızca reforme edilmişti. Her devrimin temel sorunu olan, olması gereken ünlü iktidar sorunu çözülmeden kalmıştı.

“Devrim”in, denebilir ki tek kalıcı sonucu, sömürgelerin bağımsızlığına kavuşması oldu. Gelgelelim bu, gerçekte, deniz-aşırı Portekiz sömürgelerindeki milli kurtuluş devrimlerinin kendi öz kazanımıydı. Dahası “Portekiz Devrimi”nin kendisi de bir bakıma bu sömürge devrimlerinin Portekiz toplumunda yarattığı derin sarsıntı ve bunalımın dolaysız bir “yan ürünü” idi. Yeni yönetim, sömürge halkların zaten fiilen elde ettiğini, yasal olarak da tanımaktan başka birşey yapmış olmadı.

Sonuç? Sonuç; 48 yıllık dikta rejiminin biriktirdiği devrimci toplumsal enerjinin düzenin temellerine yönelmesinin engellenmesi, yıpranmış ve çürümüş, artık rejimi taşıyamaz hale gelmiş siyasal biçimlerin tasfiyesi ile sınırlı değişimler çerçevesinde, tekelci burjuvazinin sınıf egemenliğinin daha sağlam temeller üzerinde yeniden kurulması ve sürmesi olmuştur. Sonuç; “geride kalan demokratik devrim görevleri”nin biricik gerçek çözüm yolunun tekelci burjuvazinin sınıf egemenliğini yıkmaktan geçtiğinin, dolayısıyla kısmi reformlar için olmasa bile, temel devrimci dönüşümler için “önce” iktidardan başlamak gerektiğinin bir kez daha anlaşılması olmuştur. Sonuç; anti-tekel demokratik devrim teorisinin iflası, bu teorinin gerici rolünün Portekiz olaylarıyla bir kez daha kanıtlanması olmuştur.

Bütün bunların tartışmamız için ortak ve genel sonucu ise; Portekiz örneğinin, ne yazık ki, M.Yılmazer’in işaret etmek istediğinden tümüyle farklı, onunla taban tabana zıt gerçekleri kanıtlıyor olmasıdır.

Ve sorun, elbette ki bu devrimlerin bizim hoşumuza gidip gitmemesi değildir. Sorunu böyle koymak onu çarpıtmaktır. Gerçekte sorun, bu deneyimlerin de ışığında, eğer proletaryanın devrimci temsilcileri isek, devrimin sorunlarını hangi perspektif içinde ele alacağımız, kendimizi ve yığınları daha şimdiden geleceğin devrimine ve iktidar hesaplaşmasına ne doğrultuda hazırlayacağımızdır. Eğer şimdiden bu konuda temel çizgileriyle yeterli bir açıklık içinde olmazsak, nesnel devrimci gelişmenin karşımıza kendiliğinden çıkaracağı en elverişli koşullarda bile, iktidarı kendi elimizle burjuvaziye teslim etmemiz, bizim tüm iyiniyetimizi aşacak bir kaçınılmaz sonuç olarak çıkacaktır ortaya. Yoksa devrim sorunları ve tarihi üzerine birşeyler okuduğu kesin olan M.Yılmazer bunu anlamakta gerçekten güçlük mü çekiyor?

(H. Fırat, Demokratizmi Savunmanın Sınırları, Eksen Yayıncılık, s.71 ve 77-81)