2 Kasım 2012
Sayı: SİKB 2012/10 (43)

 Kızıl Bayrak'tan
Açlık grevleri kritik bir aşamada
Direniş sermaye devletinin açmazını derinleştiriyor
Polis terörüne rağmen 'topyekûn direniş!'
“Tutsakların talepleri
kabul edilmeli!”
Zindanlarda direnmek
bir büyük devrimci gelenektir!
29 Ekim’de yaşananlar ve ötesi
Paylaşılamayan bir cumhuriyet
Grev hakkı grev yapılarak
kazanılır
2013 bütçesi açıklandı
İzmir Birleşik Taşımacılık Sendikası
(BTS) Başkanı Bülent Çuhadar ile TCDD’nin özelleştirilmesi gündemli konuştuk!
TKİP IV. Kongresi toplandı!
İstanbul Etkinlik Hazırlık Komitesi Sözcüsü ile konuştuk
Ekim Devrimi, Leninist Parti diyalektiği
Birlik ve kardeşlik çağrısı büyüyor!
Alman kapitalist tekelleri büyürken, toplum yoksullaşıyor!
İşçi ve emekçiler ayakta
Avrupa, işçi ve emekçi eylemleriyle çalkalanıyor
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Grev hakkı grev yapılarak kazanılır...

Tarihimizden öğrenelim, sendika ve grev hakkımıza sahip çıkalım!

 

Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu TBMM’de kabul edilerek Cumhurbaşkanı’nın onayına sunuldu. 2821 sayılı Sendikalar ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nun yerini alacak 6356 sayılı bu yeni kanunun, işçi sınıfının çıkarına göre düzenlenmediğini en baştan belirtmek gerekmektedir. Bu kanun da diğerleri gibi grev hakkına ilişkin maddeler de yasakçı içeriktedir.

Yasada grev yasağı olan işkollarının belirtildiği bölümde hava işkolunun olmaması ise geçtiğimiz dönemde bu işkoluna getirilen “gev yasağının” kaldırılması anlamına gelmektedir. Bunun havayolu işçilerinin mücadelesinin bir sonucu olduğunu vurgulamak gerekiyor. Ki bunu hazmedemeyen Çalışma Bakanı Faruk Çelik, grev yasağını “bir cümleyle tekrar koyarız” diyerek sermaye hükümetinin gerçek yüzünü de göstermiştir.

Yasanın son hali işçi sınıfının en önemli mücadele silahlarından olan grev hakkını yok sayan niteliktedir. Yasada sadece toplu sözleşme görüşmeleri aşamasında yapılan grevler “kanuni” görülerek, 12 Eylül ürünü bir önceki yasadaki yasaklar aynen devam ettirilmiştir. Ancak bu yeni yasa daha yasakçıdır. Şöyleki 12 Eylül ürünü olan 2821 sayılı yasada grev erteleme kararı karşısında  “Danıştay’da iptal davası açılabilir ve yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi istenebilir” hükmü yer alırken, yeni yasada bu düzenlemeye bile yer verilmemiştir.

Türkiye işçi sınıfının grev hakkına ilişkin tarihine şöyle bir dönüp bakıldığında, bu hakkın zaten her zaman için sermaye sınıfı ve onun hükümetlerince yasaklı olduğu görülmektedir.

Bu coğrafyada işçi sınıfının örgütlenmesine yönelik yasakların tarihini 1845 yılında Polis nizamnamesine kadar görütebiliriz. Grev yasaklarının başlama tarihi de 1909 yılında çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunudur. Bu tarih öncesinde İstanbul, Selanik, İzmir, Adana gibi illerde grevler olduğu bilinmektedir. 1908’ de geçici bir yasa çıkarılarak resmi daire çalışanlarının, demiryolu, su, gaz, elektrik, tramvay, rıhtım, liman işçilerinin greve çıkamayacakları belirtilmiş, 1909’da ise geçici yasa kalıcı hale getirilerek, “toplum menfaatlerine aykırı” tüm grevlerin yasaklandığı duyurulmuştur.

Ancak işçi sınıfının tarihinde yasaklara karşı fiili-meşru grev örnekleri de bulunmaktadır. Örneğin 1923 yılında gerçekleşen Havza Grevi bu açıdan önemli bir deneyimdir. Havza’da Fransız denetimindeki ocaklarda çalışan maden işçileri yaşadıkları ağır çalışma koşullarına karşı, kendiliğinden bir tarzda örgütlenerek greve çıkmışlardır. Grev sürecinde “Grev komiteleri” ve grevin sürekliliğini sağlamak için “İaşe komiteleri” gibi örgütlenmeler oluşturmuşlardır.

Cumhuriyet döneminde işçi hakları açısından yasaklar devam etmiş, 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu ile işçi sınıfının örgütlenmesine yönelik önemli kısıtlamalar getirilmiştir. 1936 yılında çıkarılan 3008 sayılı iş yasası ile bireysel işçi haklarında bir düzenlemeye gidilmiş, ancak toplu işçi hakları söz konusu olduğunda özellikle grev hakkı yasaklanmıştır. Yine 1938 yılında Cemiyetler Kanunu ile “sınıf esasına ve adına dayanan cemiyetlerin” kurulması yasaklanmış, bu yasa ile Türkiye tarihindeki ilk mutlak sendika yasağı getirilmiştir.

1946 yılında Cemiyetler Kanunu’nda değişiklikler yapılarak sendika hakkı yasal olarak tanınmış, ancak 6 ay geçmeden bu yasa sonrası kurulan sendikalar ve siyasi partiler kapatılmıştır. 1947 yılında 5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkındaki Kanun kabul edilmiştir. Bu kanun ile sendika kurma özgürlüğü tanınmış ancak grev hakkı yine yasaklanmıştır. Bu yasağa rağmen sonraki yıllarda da işçi sınıf tarafından fiili grevler gerçekleştirildiği bilinmektedir. 31 Aralık 1961 tarihinde Türk-İş’e bağlı İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin çağrısıyla İstanbul Saraçhane’de binlerce işçinin , “şartsız grev istiyoruz”, “grevsiz sendika silahsız askere benzer”, “grevi suç sayan zihniyet suçludur” gibi sloganlarla taleplerini dile getirmesi oldukça anlamlı bir örnektir. Bundan sonraki süreçte 1963 yılında Kavel direnişi sayesinde grev hakkı kazanılabilmiştir.

Türk-İş’e bağlı Maden-İş Sendikası’na üye Kavel işçileri, fazla mesailerinin ve yıllık ikramiyelerinin tam olarak ödenmemesi, sendikadan ayrılmaları için baskı yapılması ve Maden-İş Şişli Şube Başkanı ile işçi temsilcilerinin işten çıkarılmasını protesto etmek amacıyla 28 Ocak’ta iş bırakarak greve çıkmışlardır. Grevin yasak olduğu bu tarihte Kavel işçilerinin grevi önemli bir çıkış olmuş, 275 Sayılı Toplu İş sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle grev yasal hale gelmişti. Grev hakkının yanında lokavtında yasal olması ise sermaye devletinin işçi sınıfının artan gücünden korkması karşısında aldığı bir önlem olmuştur.

Bu yasaların yürürlüğe girmesiyle yasa hükümlerine aykırı sayılan ilk “kanunsuz grev” de, 11 Nisan 1963 tarihinde İstanbul-Zeytinburnu’nda Bozkurt Mensucat Fabrikası’nda olmuştur. İşçiler, toplu sözleşme görüşmeleri devam ederken topluca işi terk etmişlerdir. Bu fiilî greve Sıkıyönetim el koymuş, Zeytinburnu Asliye Ceza Mahkemesi’nde 1053 işçi aleyhine kamu davası açılmış ve işçiler hüküm giymiştir. Bu da bir kez daha sermeye sınıfı ve devletinin işçi sınıfının grev hakkı karşısındaki korkusu ve tahamülsüzlüğünü göstermektedir.

1966 yılında yapılan Paşabahçe Grevi ise işçi sınıfı tarihinde önemli bir grev olarak gerçekleşmiş, 1967’de DİSK’in kurulması, 1970’ de yaşanan 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi gibi yükselen bir hareketlilik süreci yaşanmıştır.

12 Eylül askeri darbesi sonrasında ise sermaye sınıfına rahat bir soluk aldıracak yasalar bir bir uygulama konulmuştur. 27 Ekim 1980 tarihinde yürürlüğe konan 2324 sayılı “Anayasa Düzeni Hakkında Kanun” ve 24 Aralık 1980 tarihinde yürürlüğe konan “Süresi Sona Eren Toplu İş Sözleşmelerinin Sosyal Zorunluluk Hallerinde Yeniden Yürürlüğe Konulması Hakkında Kanun” ile birlikte grevler yasaklanmıştır. Bu sürede her grev girişimi şiddetle bastırılmaya çalışılmıştır.

Grev yasakları 6 Ekim 1983 yılına kadar devam etti. 12 Eylül anayasası olan 1982 anayasasında 2821 ve 2822 sayılı yasalarla grev hakkını büyük ölçüde kısıtlayan maddeler konuldu. Bu kanunla; can ve mal kurtarma işlerinde, cenaze ve tekfin işlerinde, su, elektrik, havagazı, termik santralleri için kömür çıkarılması, doğalgaz ve petrol sondajı, üretimi, tasfiyesi ve dağıtımı işlerinde, nafta veya doğalgazdan başlayan petrokimya işlerinde, banka ve noterlik hizmetlerinde, kamu kuruluşlarınca yürütülen itfaiye ile şehir içi deniz, kara, demiryolu ve diğer raylı toplu yolcu ulaştırma hizmetlerinde grev yasaklanmıştır.

Ayrıca ilaç imal eden işyerleri hariç olmak üzere, aşı ve serum imal eden müesseselerle, hastane, klinik, sanatoryum, prevantoryum, dispanser ve eczane gibi sağlıkla ilgili işyerlerinde, eğitim ve öğretim kurumlarında, çocuk bakım yerlerinde ve huzurevlerinde, mezarlıklarda, Milli Savunma Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı ile Sahil Güvenlik Komutanlığınca doğrudan işletilen işyerlerinde de grev yapılması yasaktır.

Bu yasaklanan işkollarının dışında diğer işkollarının grev hakkını gasp eden maddeler vardır. Örneğin, “Bölünmez bütünlüğe aykırı” durumlar, savaş ve seferberlik halleri gibi hak ve özgürlükleri sınırlama yetkisi veren hükümler ve grev hakkının “iyi niyet kurallarına aykırı, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde kullanılamayacağı” gibi ibarelerle ucu açık tanımlar getirilmiştir. Kuşkusuz “siyasi amaçlı grevler” ve “genel grev” de suç sayılmaktadır.

Ancak grev yasağının görünürde kalkmış olması ile birlikte işçi sınıfı yeniden ayağa kalkış yaşamıştır. 1985’te Netaş Grevi bu dönemde önemli grevlerden biri olmuştur. 3150 işçinin katıldığı bu grev, 1980 sonrasının ilk büyük grevidir. O süreçten sonra Derby, Dizel Motor, Migros, Devlet Demiryolları ve 1987 yılında 30 bin işçinin başlattığı Kazlıçeşme deri işçilerinin grevi yaşanmıştır. Devamında 1989 bahar eylemleri gerçekleşmiş, Zonguldak grevi ile ivme kazanan işçi hareketi sözkonusu olmuştur. Kuşkusuz devlet yine grevleri engelleme yoluna gitmeyi elden bırakmamıştır. 1986 yılında ANAP hükümeti döneminde PETKİM, “stratejik” bir işletme olduğu iddiası ile grev yasağı kapsamına sokulmuştur. (Her ne hikmetse bu “stratejik” işletmenin özelleştirilmesinde bir sakınca görülmemiştir!)

Zonguldak maden işçilerinin büyük mitingi sonrasında 30 Kasım 1990 günü yaklaşık 50 bin işçiyi kapsayan grev başlamıştır. İşçi ailelerinin de destek verdiği grev, düzenlenen yürüyüşlerle giderek kitleselleşmiştir. Dönemin Özel hükümetini zora sokan bu eylemleri bitirmek için sendika bürokrasisi yoğun bir çaba gösterdi. Ancak yine de 3 Ocak 1991’de “genel grev” tanımı yasaklı olduğu için “genel eylem” kararı almak zorunda kaldı. Fiili olarak gündeme gelen genel grevin içi sendika bürokrasisin eliyle boşaltıldı, işçiler alanlara çıkartılmadı. Bilindiği gibi hemen ardından 4 Ocak’ta başlayan Ankara yürüyüşünde de sendika bürokrasinin has adamlarından Şemsi Denizer sermayeye benzersiz bir hizmet sundu. Sayısı 100 bini bulan işçilerin yürüyüşü 8 Ocak’ ta bitirildi. Oldukça korkan sermaye sınıfı ve devleti hiç gecikmeden 25 Ocak’ ta “milli güvenlik” nedeniyle tüm grevleri yasakladığını açıkladı.

Bir sonraki “genel grev” denemesi ise 1994 yılında gündeme geldi. Söz konusu genel grev girişimi, 5 Nisan kararları çerçevesinde gündeme gelen kapsamlı sosyal yıkım saldırılarına karşı işçilerin basıncıyla alınan 20 Temmuz “genel eylemidir”. Burada da sendikal bürokrasinin uğursuz rolü bir kez daha görülmüş, işçi hareketinin önündeki en önemli engellerden biri olduğu bir kez daha tescil edilmiştir. Bunun son örneği Tekel direnişi sürecinde bir kez daha yaşandı. 26 Mayıs “genel eylem” kararı sendikal bürokrasi eliyle boşa düşürülmüştü.

Sermaye devleti grevlerin önüne geçmek için her daim hem kendi gerici yasalarını kullanmış, hemde sendikal bürokrasinin desteğini yanında bulmuştur. 2000’li yıllarda da pek çok grev ertelenmiş yada engellenmiştir. 2003-2004 yıllarındaki Şişe Cam grevleri de “milli güvenlik” gerekçesi ile ertelenmiştir. Bu “milli güvenlik” kavramını, sermayenin çıkarı diye okumak gerekmektedir. Yine Lastik-iş üyesi işçilerin grevleri de Bakanlar Kurulu tarafından, “milli güvenliği bozucu nitelikte” görülerek 60 gün süreyle ertelenmişti.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Önümüzdeki süreçte grev hakkına ilişkin yasaklamaların daha da artan bir şekilde devam edeceği de ortadadır. Fiilen grevleri yasaklayan hükümet buna çeşitli yasal kılıflar bulmakta hiç de zorlanmamaktadır. İşçi sınıfının üretimden gelen gücü bu şekilde engellenirken, bilindiği gibi kamu emekçilerinin grev hakkı kağıt üzerinde bile hala yoktur.

İşçi sınıfının mücadele tarihinin gösterdiği gibi grev hakkı grev yapılarak kazanılmıştır. Bugün de grev hakkının önündeki engeller ancak bu şekilde aşılabilir. Yapılması gereken mevcut burjuva yasalarına bel bağlamadan, sınıfa karşı sınıf tutumuyla, fiili-meşru mücadele yolunu tutmaktır. Burjuva yasalarını parçalamanın, sendikal bürokrasi engelini aşmanın başkaca bir yolu-yöntemi yoktur.

 

 

 

 

HAK-İŞ’ten kof sözler

 

Sınıfa ihanet sözkonusu olduğunda kendinden önceki sendikacıları dahi gölgede bırakan Hak-İş yöneticilerinin son yaptığı açıklamada “yeni yasanın sendikalı sayısını arttıracağı” iddia edildi!

İşçi sınıfı için son yılların en büyük saldırısı ve hak gaspı anlamına gelen, sendikal örgütlülüğü 12 Eylül ile kıyaslanacak denli zorlaştıran Toplu İş Sözleşmesi Yasa Tasarısı TBMM’de kabul edilip Cumhurbaşkanı’na iletilmişti. Sözkonusu yasaya sendikalar cephesinden en büyük destek ise TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ’ten gelmiş, kapalı kapılar ardından yasaya olur veren ihanetçi sendikalar, bir de utanmadan Cumhurbaşkanı’na yasayı veto etme çağrısı yapmıştı.

HAK-İŞ, yüzsüzlüklerine bir yenisini daha ekledi ve HAK-İŞ Başkanı Mahmut Aslan yaptığı açıklamalar ile yasadan umutlu olduğunu belirtti. Aslan, esas olarak yeni yasanın sendikal örgütlülüğü geliştireceğini ve sendikalı işçi sayısının artmasını sağlayacağını iddia etti.

Bununla birlikte, “30 işçiden az olan yerlerde işe geri dönüş davası açılması engellendi. Bu sendikalar için bir darbedir” sözleriyle yasayı eleştirerek kendi kendisiyle de çelişen Aslan, Türkiye’de 11 milyon işçinin neredeyse yarısının işe iade davası açma hakkından men edildiğini belirtti.

HAK-İŞ başkanı konuşmasında Konya’daki sendikal örgütlülük tablosuna da değinerek buradaki sorunlardan dem vurdu. 5 OSB’de 30 bin kayıtlı işçinin yanısıra 10 bin kadar kayıtsız işçinin bölgede çalıştığını belirten Aslan, sendikalılık oranını düşüklüğüne dikkat çekti ve patronların sendikalardan korktuklarını söyledi.

Aslan’ın “bazı sendikalar”ın işçiye nasıl ihanet ettiğine dair anlatımı ise, tarihi ihanet ile birlikte yazılmış HAK-İŞ’in ve diğer sendika bürokratlarının el kitabı gibiydi. Aslan sendikaların önce işçiyi patrona ihbar ettiğini, ardından ise avukatlar aracılığı ile patrondan sendikal tazminat alarak işçinin sırtından para kazandığını iddia etti.

Bu sözler ile işten atılan işçilerin yürüttükleri direnişlere ve hukuksal mücadelelere dair de şaibe yaratmayı amaçlayan HAK-İŞ başkanı, yeni yasanın işe iadenin önünü kesmesini ve sendikal tazminat hakkını sınırlamasını da onaylamış oldu.

 

 

 

 

Direnişimiz işçilere mesajdır!”

 

DHL Lojistik’te TÜMTİS üyesi işçilerin direnişi 4. ayını geride bıraktı. Uluslararası sınıf dayanışmasıyla da moral bulan işçiler, Esenyurt Kıraç’taki DHL deposu önünde direnişlerini sürdürüyorlar. Direnişçi DHL işçilerinden Korcan Yılmaz ve Doğan Ervan ile direniş süreci üzerine konuştuk.

- Direnişiniz hangi aşamada, neler yapıyorsunuz?

Korcan Yılmaz: Direnişimizin 4. ayını doldurduk. İlk günkü kararlılık ve heyecanla direnişimiz sürüyor. Sendikamız TÜMTİS de bütün imkan ve olanaklarıyla bizim yanımızda. Mücadelemizin zaferle sonuçlanacağına ilk gün olduğu gibi bugün de inanıyoruz. Sendika yöneticileri, yurtdışından gelen destekler ve bizim için düzenlenen kampanyalar kamuoyunda her gün daha fazla ses getiriyor. Çeşitli eylemlerde pankart ve sloganlarımızla sesimizi daha fazla duyurmaya çalışıyoruz. Kararlı bir şekilde, arkadaşlarımızın da desteğiyle bu mücadeleyi zaferle sonuçlandırmayı bekliyoruz. Mücadelemiz hak arama mücadelesidir. Alınterimizin, emeğimizin karşılığını alabilmek için mücadele ediyoruz. Sendikalı olarak, toplu sözleşmeyi imzalayarak işimize geri dönmek istiyoruz. Aynı zamanda örgütlenme çalışmalarımız, sendikal bilgilendirme ve üyelikler devam ediyor. İçeride işverenin satın alma girişimleri var. Çalışanlara çeşitli oranlarda zam yapıyor. Zamlarla sendikalaşmanın önünde durmaya çalışıyorlar. İçeride sendikaya üye olan arkadaşlarımız da mücadelelerine devam ediyorlar. Üye olmayan arkadaşlarımızla görüşüyorlar. Sendikamızdan aldıkları bilgileri, üye olmayan arkadaşlarımızla paylaşıyorlar. Sendikanın anlamı, örgütlülük üzerine sohbetler yapılıyor. Bu şekilde üyelikler devam ediyor. Kurumlardan ziyaretler oluyor. Sendikalardan, çeşitli işçi derneklerinden, kitle örgütleri, BDSP, TKP, Halkevleri, EMEP gibi oluşumlardan ziyaretler oluyor. Bu ziyaretler bizleri güçlendiriyor ve umutlandırıyor. Yalnız olmadığımızı hissediyoruz.

- Sömürü ve kölelik koşullarında çalışan işçilere mesajın nedir?

Korcan Yılmaz: Direnişimiz aynı zamanda bir mesajdır. Arkadaşlarımızdan, bu direnişin sonuçlarını takip etmelerini, bu mücadeleden kendilerine pay çıkartmalarını istiyorum. Mücadele ederek zafer kazanılır. Bütün arkadaşları mücadeleye çağırıyorum.

- İlk defa bir direniş deneyimi yaşıyorsunuz. Direnişiniz nasıl gidiyor?

Doğan Ervan: İşyerinde çalışan arkadaşlarımız gelmeden direniş alanında oluyoruz. Servisler geldiğinde onlarla görüşüyoruz. Sendikalı olmanın önemini anlatıyoruz. Sendikanın, bizim emeğimize sahip çıkacağını anlatıyoruz. İşverenin de içeride çalışanların bizimle görüşmemeleri için çeşitli yaptırımları var. Dışarıya çıkmanın yasaklanması ve tehditler var. Sürekli direniş yerinde olarak ve buradan ayrılmayarak kararlılığımızı gösteriyoruz. Bizim burada olmamız, içeride üye olan veya olmayan arkadaşlarımızı etkiliyor. Onlar da bizden güç alıyorlar.

- Direnişiniz bölgede nasıl bir etki yarattı?

Doğan Ervan: Gözlemlediğimiz kadarıyla herkes meraklı. Araçlarıyla geçenler yavaşlayarak bize selam veriyorlar. Çay, şeker getirenler, yardıma ihtiyacımız olup olmadığımızı soranlar var. “Ne yapabiliriz” diye soranlar var. Davamız ekmek davasıdır. Türk-Kürt fark etmeden herkes direnişin farkında. Destek verenler var. Mücadelemizin sonuna kadar arkasındayız. Destek ve dayanışma olduğu sürece daha moralli oluyoruz. Herkesten, her türlü desteği bekliyoruz.

Kızıl Bayrak / Esenyurt