27 Mayıs 2011
Sayı: SİKB 2011/20

 Kızıl Bayrak'tan
Karşı koymak için safları sıklaştıralım!
Kürt halkının mücadele kararlılığı ve düzenin açmazları
Kılıçdaroğlu Dersim’de
Kürt sorununu hatırladı
Ankara’da seçimler ve devrimci tutum paneli
İstanbul’da seçim çalışmaları
İzmir’de seçim çalışması
İllerde seçim çalışması
Telat Çelik ile Düzce’deki
sınıf hareketi üzerine
Balcalı ve Akdeniz’de
grev kazanımları
Direnişçi işçilerin boykot çağrısına
polis saldırısı..
Fabrika çalışmalarımızın mevcut durumu üzerine
Tahrir’den Puerto de Sol’a isyan büyüyor!
Arap halklarının direnişi karşı-devrim planlarını bozacaktır!
Avrupa işçi sınıfı ve Yunanistan’da
kitle grevleri - Volkan Yaraşır
Suriye’de siyasi gelişmeler ve olasılıklar
Salih ve diktatörlüğü yıkılana kadar direniş!
Schengen tartışmaları ve
emperyalist ikiyüzlülük
25. Geleneksel İTÜ Öğrenci Şenliği üzerine
Devrime koşmak veya onun suretiyle yetinmek - S. Kurtuluş
Simav depremi ve yeniden kanıtlanan gerçekler
ÜMMP ve İşsizlik İstanbul Yerel Kurultayı yapıldı
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 


Devrime koşmak veya
onun suretiyle yetinmek

S. Kurtuluş

“Devrimden Sonra” isimli filme, ne olursa olsun bir sosyalist devrimin ardından yaşanacaklar konusunda sol hareket içinde asgari bir ortaklık olduğunu düşünerek gittim. Filme giderken açıkçası kendimi, rahatsız edici olması muhtemel didaktik bir dile ve kaba bir ajitasyona mahkûm diyaloglara hazırlamıştım. Eldeki olanaklar ölçüsünde filme dair büyük beklentilerim yoktu. Ancak filmi izledikten sonra, gözlerinizi kapattığınızda göreceğiniz “devrim düşünün” bile üzerine bastığınız ideolojik zeminle nasıl kopmaz bağları olduğunu öğrenmiş oldum.

Öncelikle her şeyi bir kenara koyarak belirteyim, filme göre bir Türkiye devriminin Kürt halkına verebileceği hiçbir şey olmaması dehşet vericiydi. Herkesin farklı bir devrim hayali olabilir ancak komünistlik iddiasındaki hiç kimsenin bir ulusun mücadelesini görmezden gelmek gibi hakkı olmadığını düşünüyorum. Film boyunca meseleye ilişkin tek söz arada derede televizyondan gelen sesin okuduğu bir kararname içinde geçen “anadilde eğitim” hakkı... “Kürt, Kürtçe” sözlerinden özellikle kaçınılıyor. Bu, basit bir unutkanlığın sonucu olmadığına göre, gerisinde ideolojik bir tercih bulunuyor. On yıllardır mücadele eden bir ulusu görmeyenlerin komünistliği konusunda da söylenecek söz zaten yok…

Filmin üzerine sinen milliyetçi hava Afganistan’daki ISAF kuvvetlerinin eline ulaşan kararname ile devam ediyor. Mevcut ordunun ve hiyerarşisinin korunduğu açıkça görülürken, devrime daha doğrusu sosyalist hükümetin emirlerine en çok sevinenin de, birliğin komutanı olmasından ve aynı komutanın düzenli aralıklarla bayrağa bakıp gururlanmasından nasıl bir sonuç çıkaracağımızı bilemiyoruz. Ortada milliyetçi bir vurgu olduğu kesin ancak devrimin niteliğine ilişkin soru işaretleri film boyunca sürdüğü için bir darbe veya en azından bir “zinde güçler” desteği fikri akıllara gelmiyor değil.

Bu noktada polis teşkilatının dağıtılarak yerine, üniformalarının oldukça militarist olduğunu ve jandarmayı çağrıştırdığını düşündüğüm milis güçlerin konulduğunu ekleyeyim.

Filmin reformizmin ve parlamentarizmin hatta sosyal-demokrasinin damgasını taşıdığını söyleyebilirim. Sosyalizmin, “devletleştirme” (filmde kamulaştırma yerine devletleştirme sözcüğü tercih ediliyor ve hangi devlet sorusu akla geliyor), faturasız bir hayat, ücretsiz ulaşım, barınma, sağlık ve eğitime sıkıştığı oldukça popülist bir yorumu var filmde. Filmin açılışında yurtdışına kaçan burjuvaları görmesek Kılıçdaroğlu’nun hazırladığı bir propaganda filmini izlediğimizi düşünebiliriz. Anlaşılan şu ki Türkiye devrimi bir şekilde “hükümet” olup bir dizi sosyal politikanın hayata geçirilmesi olarak anlaşılıyor. Zira ortada devrimi yapan kitlelerden, politikleşmiş işçilerden eser yok. Hadi bunlardan geçtik üç beş tane işçi önderi görsek onlarla da idare edebilirdik ancak ortada devrimin coşkusunu değil şaşkınlığını yaşayan bir işçi sınıfı görmek oldukça manidar.

Değişimi yaratan kadroların ise –bunların parti kadrosu olması muhtemel ancak filmde partiden de bahsedilmiyor- sadece profesyonel “devrimciler” olması, onların da hep anlatan pozisyonunda yer almaları ve karşılarındaki kitlenin de oldukça niteliksiz olarak tasvir edilmesi sosyalizmin elitist yorumu olsa gerek. Film devrime ilişkin ufkunun, güzel, doğru ve yoğun bir propaganda ile seçim kazanarak buradan da burjuva meclis eliyle sosyalizmi kurmak olduğunu açıkça ilan ediyor. Devrim için kitleye, örgüte veya sınıfın taban örgütlerine ihtiyaç yok, gereken sadece oy verecek masum ve saf “Türk” ezilenleri ve nitelikli ajitatörler/aktivistler… Çelişkiyi şöyle anlatayım; devrimden sonra öğrenciler hükümete destek eylemi yaparken, işçiler sosyalistlerin onları işten atıp atmayacağını merak ediyorlar ve bu atmosferde devrim sosyalist devrim oluyor.

Kitlesiz bir devrim, edilgen ve en ufak nitel gelişme yaşamadığı anlaşılan bir işçi sınıfı ve sosyalist bir hükümet. Tüm çağrışımlar, darbe ihtimalini kapsam dışına koyarsak, parlamento temelli bir değişime işaret ediyor. Filmin iç mantığını da bu noktadan hareketle kurabiliyoruz. Kaba bir reformizm propagandası filmin iliklerine kadar işlemiş. Zira film boyunca durmadan okunan kararnamelerin de zaten TKP’nin geçmiş dönem seçim bildirgelerinden alınmış olduğunu öğrenince yap-boz tamamlanmış oluyor. 

TKP’nin yıllardır komünizmin “meşrulaşması” gibi “ulvi” bir amacı var. Mevcut durum analiz ediliyor, ortaya bilinçsiz, gericilikle aklı bulandırılmış, niteliksiz ve “komünizmin” öcü olduğunu sanan onu anlamaktan uzak ve hiçbir zaman anlaması mümkün olmayan bir kitle profili çıkıyor. Bu analizin üstünde, böyle bir kitleye ancak onların anladığı dilden hitap etmek gerektiği yolunda bir politik hat çiziliyor. Bu çizgiye uygun olarak, muhtemelen savaşmayacağı öngörülen –tabii ki bu işin en uçtan iyi niyetli yorumu, yoksa biraz daha soğukkanlı bir tespit ise reformizm sınıf savaşımının keskinliğinden korkan ve hijyenik bir siyaset isteyen çizgisi de görülebilir- kitleyi oy vermeye ikna ediyor. İşte devrim de böylece başlamış oluyor. Ardından sosyalist hükümetin icraatları geliyor. Bundan sonrası ise iktidara oy vererek katkı sunanların “sosyalizmi” öğrenmesiyle geçiyor.

Bu çizgiye uygun bir film çekerseniz ortaya “Devrimden Sonra” çıkar ama amaç sosyalist bir devrimi anlatmaksa eğer, Sergei M. Eisenstein’in 1928 yılında çektiği “Dünyayı Sarsan On Gün” filmi çıkar. İki film arasındaki fark gerçeği yaşamak ve hayal satmak arasındaki farkın ta kendisidir. Ve gerçekler her zaman devrimcidir.

Her ne kadar bir ideolojik facia olsa da filmin başardıkları konusunda da hakkını teslim etmek gerekir diye düşünüyorum. Filmin bir kısmı popüler, oldukça geniş bir kadronun dayanışması ile çekilmiş olması her şeyin eriyip gittiği bir ortamda oldukça anlamlıdır. Filmi çeken bu amatör ruhu kendi adıma takdir ettiğimi de söylemek istiyorum.

“Devrimden Sonra” üzerine bu kadar konuşmak, harcanan iki saatin üzerine kalkıp bir de onunla ilgili eleştiri yazmak elbette çok lüzumlu bir şey değil. Ancak bu filmi izlemek, sandığa soldan omuz verip sosyalizm için oy isteyenlerin hayal dünyasını çözmek açısından oldukça anlamlı bir deneyim oldu. Hani etrafımızı saran bilinçsiz kitlelere sosyalizm fikrini öğretmek için bu film çekilmiş ya, ben de bu filmden şunları öğrendim:

- Onlar gerçekten işçi sınıfının dişe diş mücadelesi ve bu mücadelenin somut araçları olan öz örgütleri olmadan bir devrim olabileceğine inanıyorlar(mış).

- Gerçekten de burjuva demokrasisinin onları bir hükümet olarak kabul edeceğine, anti-kapitalist bir programla TC’nin silahlı kuvvetleriyle barışabileceğine ve kurumsal olarak sosyalist devletin bir parçası olabileceğine inanıyorlar(mış).

- Salt popülerleştirilmiş iktisadi taleplerle devrime yürüyebileceklerine, kitleleri mücadeleye katmadan politikleştirebileceklerine hatta çoğu zaman politikleştirmeye bile ihtiyaç olmadığına inanıyorlar(mış).

- Orduyla barış içinde burjuvaziyi alaşağı edip yerine işçi sınıfının iktidarını kurabileceklerine inanıyorlar(mış).

İşin görselliğe dökülmesiyle popülizmin tüm çekiciliğine rağmen reformizmin iflasını, hayallerinin Güney Amerika’daki “sosyal devlet” iktidarlarının ötesine geçmediğini (ki bu iktidarların bile sokakta kazanıldığı ve kendi varlıklarını ancak kitlelerden aldıkları eylemli destekle sürdürebildikleri bilinirken) görmüş olduk. Devrime koşmak yerine onun suretiyle yetinmek ve kitleleri de bunun peşinde sürüklemeye çalışmak herhalde bu ülkenin işçi sınıfına yapılacak en büyük kötülüklerden biridir.