19 Mart 2010
Sayı: SİKB 2010/12

 Kızıl Bayrak'tan
TEKEL Direnişi’nin ateşini 1 Mayıs’a ve 26 Mayıs’a taşıyalım
Güçlü bir grev-direniş süreci için taban örgütlülükleri oluşturulmalıdır!
Newroz’un isyan ateşi kızıllaştırılarak saldırılar yanıtlanmalıdır!
Metal İşçileri Birliği MYK’sının
Mart ayı toplantısı sonuçları
İzmir’de öncü TEKEL işçileri buluşması
Direnişçi TARİŞ işçileriyle
konuştuk..
İşçi ve emekçi hareketinden
Liseli gençlik çalışmasının
sorunları
Geleceksiz yaşamaya, güvencesiz çalışmaya karşı genel greve-direnişe
Devrimci kanı akıtanlar
akıttıkları kanda boğulacaklar!
Mart ayı katliamları lanetlendi!
Hüseyin Temiz sosyalizmin
günışığında yaşıyor!
Gençlik, 16 Mart’ta alanlardaydı..
Gençlik hareketinden
ABD Ortadoğu’da barışın değil, hegemonyanın peşindedir…
Afrika’daki açlığın kaynağı kapitalist barbarlık düzenidir!
Newroz ve Kürt halkının
trajedisi! - M. Can Yüce
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlamalarının ardından
Tarihin gördüğü ilk işçi iktidarı Paris Komünü 139 yaşında
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Newroz ve Kürt halkının trajedisi!

M. Can Yüce

Kürt halkı yeni bir Newroz’u kutlamaya hazırlanıyor. Bu yıl da Newroz’u, daha önceki yıllarda olduğu gibi yine coşku ve heyecanla, tam da direnişçi özüne uygun kutlayacağından kuşku yok.

Ancak sorun, Kürt halkının direnişçi duruşunda ve potansiyelinde değil. Son iki yüz yıllık tarihine bakıldığında, genel olarak Kürt halkının direnişçi duruşunda bir sorun olmadığı, sayısız bedel ödemekten çekinmediği görülecektir. Sorun, direniş hareketinin önderliklerinin kendisinde, bu öncülüklerle halk direnişinin özü arasındaki derin ve her dönemde biraz daha açılan çelişki ve paradokslarındadır. Yani önderliklerin politik programları, örgütsel ve kişiliksel duruşları ile halk direnişinin kendisi, onun içsel talepleri her zaman derin çelişkiler içinde olmuştur. Bundan dolayı halkımız, hak etmediği bedeller ödemiş ve direnişleri ağır yenilgiler, sonuçları on yıllara yayılan tahribatlar yaşamıştır.

Şimdi de durum bundan farklı değildir. Dahası halk hareketinin yaşadığı paradokslar çok daha derin ve etkileri uzun vadeli, bedelleri çok daha ağır olmaktadır. Yaşanan derin paradoksların çok kalın bir yanılsama ve sis perdesiyle örtülü olması, durumu daha da içinden çıkılmaz kılmaktadır…

Kuşkusuz her direniş hareketinin, hele her şeyiyle yok sayılan, dört başı mamur bir inkâr ve imha sistemine karşı direnmenin bedelleri çok ağır olur. Bunlar işin doğasında var. Ama gerçekten ödenen bedelleri bu sınırlar içinde değerlendirmek mümkün mü? Direnişin doğru yönetimi, güçlerin doğru harekete geçilmesi ve yerine ve zamanına göre alınması gereken tedbirlerin alınmasından sonra, bütün bunlara rağmen, ödenen bedelleri, yaşanan kayıpları, genel olarak “olayın doğasının gerekleri” bağlamında değerlendirmek mümkündür. Ancak güçlerin genel konumlandırılması ile politik program, politik-askeri strateji arasında büyük dengesizlikler varsa, yaşanan kayıplara, ödenen bedellere “normal” gözüyle bakmak olanaklı değildir.

Özellikle son altı ay içinde Kürdistan’da ve Türkiye’de çok yoğun saldırılar var, kitlesel tutuklamalar, aşağılatıcı sorgulamalar ve yargılamalar var. Tutuklananların içinde belediye başkanları, DTP ve BDP’nin her düzeyde yöneticileri var. Bu tutuklama dalgası son olarak Avrupa ülkelerini de içine aldı. Belçika’da yapılan operasyonda Kongra-Gel’in eski ve yeni başkanlarının da içinde bulunduğu birçok kişi tutuklandı, Roj TV binaları basıldı, yayını durduruldu, paralarına el konuldu.

Bütün bunlar, birbiriyle bağlantılı ve ortak yürütülen bir kampanyaya işaret ediyor. Gerekçeleri ne olursa olsun, bu saldırı ve tasfiye kampanyalarının hiçbir meşruiyeti ve haklılığı olamaz; son derece haksız, saldırganca bir yaklaşımın ürünleridir. Bu yaklaşımları reddetmek, kınamak ne kadar gerekli ve kaçınılmazsa, aynı şekilde bu haksız uygulamaların hedefi olan halkımızın mahkûm edildiği, tabi olduğu politikaları eleştirmek, bu konuda bir “iç hesaplaşma” sürecinin gelişmesine önayak olabilecek sorular sormak da bir o kadar gerekli ve yurtseverliğin kaçınılmaz bir gereğidir…

Soru şu: Bu kadar ağır bedeller bir kader mi? Daha da önemlisi şu: Ne uğruna, hangi politik hedef ve talepler için? Bağımsız, özgür veya federal, özerk Kürdistan için mi? Yoksa teslimiyetten başka bir şey olmayan “demokratik Türkiye ulusunun bir parçası olarak kimliğinin tanınması” talebi için mi? Ya da bütün bu bedeller, tek bir kişinin bireysel tercihleri, yaşamı ve eğilimleri için mi? Bu soruların yanıtlarını aydınlatacak daha önemli bir soru da şu:

Çok kapsamlı saldırılar var, peki senin duruşun, tedbirlerin, dost ve düşman tanımların, bunların stratejik planlanması, bunun da bağlandığı politik programın nedir? İçinde bulunduğun “düzen”, bir “savaş düzeni” mi? Yoksa başka bir şey mi? Peki, sen her şeyinle buna göre mi konumlanıyorsun, yoksa başka türlü mü?

İmralı Partisi’nin politik programı af edilerek düzene kabul edilmedir. Ama buna karşılık içinde bulunulan durum ise esas olarak “savaş düzeni”… Aslında bir yanda savaş düzeni var, bir yandan da teslimiyetçi programın getirdiği “rahatlık ve düzen içi” düzen ve çalışma tarzı var…

Bir, politik program ile mücadele yöntem ve genel konumlanış arasındaki uçurum;

İki, dost ve düşman kavramlarının yitirilmesi, olduğu gibi politik stratejiye yansımış, bu da genel konumlanış ve duruşu belirler hale gelmiştir.

Üç, savaşa denk düşmeyen taleplerin varlığı, var olan savaş “düzeninin” de bir askeri stratejiden yoksun olmasını koşullamıştır.

Bir yanda “savaş düzeni”, bunun her kesim, dost ve düşman tarafından böyle algılanması; ama öte yandan tam da buna uygun olmayan bir konumlanış, bir mücadele ve örgütlenme biçimi; işte bu derin çelişki halkımızın günümüzde yaşadığı temel paradoksa ve temel trajediye işaret etmektedir. Yaşadığı sonuçsuz, politik bir getirisi olmayan kayıpların en büyük nedeni de bu çelişki ve paradoksun kendisidir.

İmralı Partisi “savaş düzeni” içinde olmakla övünür, bunun politik rantını elde etmek için, özellikle iç iktidarını güçlendirmek için bu durumu sonuna kadar kullanır. Ama gerçekte buna uygun bir dost ve düşman tanımı, buna dayanan bir politik stratejisi yoktur. Kongra-Gel, TC yasalarına göre PKK’nin bir devamı, hatta kendisi olarak tanımlanır ve her zaman cezalandırma konusu yapılır. Yine bu örgüt Avrupa tarafından “yasadışı” ilan edilir. Ama eski ve yeni başkanları Avrupa’da açıktan açığa yaşamakta bir sakınca görmezler. Ama zamanı geldiğinde yine bu ülke hükümetleri tarafından tutuklanır. Avrupa, NATO, TC ve diğerleri “kendi işlerini” yapıyorlar. Sen onlara göre “suçlu”, “terörist”sin! Onların politik gerçekliği bu… Peki, senin bu konuda dost ve düşman tanımın net mi? Yine kendini “savaş düzenine” mi göre konumlandırıyorsun, yoksa “barış” kodlu teslimiyet çizgisinin rehavetiyle mi hareket ediyorsun? Yanıtlanması gereken soru budur! Ya savaşıyorsun, buna göre bir politik,  örgütsel, mücadelesel ve yaşamsal bir duruş sergilersin, yoksa savaşla oynadığın zaman, ya da onun içini boşalttığın zaman ayaklar altında ezilmekten kurtulamazsın!

Şimdi yaşanan bu değilse nedir?

“NATO Operasyonu”dur, çok yönlü tasfiyeye hareketlerine konu edildi, gibi değerlendirmeler yapmanın bir anlamı yok? Yapılması gereken, kendini tepeden tırnağa gözden geçirmek ve kayıpların en genel anlamda ciddi, tutarlı politik bir program, yaşanan gerçekliğe denk düşecek bir politik ve askeri stratejik çizgiden yoksun olmaktan kaynaklandığı bir an önce tespit etmek olmalıdır!  Olmalıdır, ama bunu kim yapacak? İmralı mı, yoksa gözlerini ve ruhlarını daha ilk günden itibaren İmralı’ya mutlak olarak teslim etmiş olanlar mı, yani Kandil ve diğerleri mi?

Bunlar, bu gerçekliği görmek ve ona göre bir tutum geliştirme konumunda, gücünde ve daha önemlisi iradesine sahip değillerdir, bu, çok açık! Ancak halk ve gerçek talepleri özgürlük ve sözcüğün gerçek anlamında eşitlikten yana olan, bundan aşağısını kabul etmeyen halkımız ve yurtseverler içinde geçmekte olduğumuz süreç üzerinde düşünmek, temel paradoksları görmek ve bunu aşmaya dönük bir tartışma sürecini başlatmak durumundadırlar. Sorulması gereken soru son derece basit ve yalındır:

“Düşman güçler, kendi politikasını icra ediyor; peki, biz ne yapıyoruz?”

Direniş bayramımız Newroz’un öngününde bu acı gerçeklere, bir parça da olsa dokunmak, elbette kaçınılmaz olmakla birlikte, acı veriyor! Hak edilmeyen kayıplar, politik olarak boyun eğişçi duruşlar ve bunun hemen hemen bir halkı teslim alır noktaya gelmesi acıdan başka bir şey vermez. Dahası bunun görülmemesi çok daha büyük bir acı…

Her şeye rağmen Newroz umut ve coşku bayramı, bir direniş günüdür! Mazlum’un direnişinde ifadesini bulan büyük bir direniş destanıdır! Ne Newroz, ne de onun yaratıcısı bu halk teslim alınamaz!

Mazlum Doğan ve diğer Newroz şehitleri ölümsüzdür!

Halkımızın büyük direniş bayramı NEWROZ kutlu olsun!

Bijî Newroz!

16 Mart 2010