16 Temmuz 2010
Sayı: SİKB 2010/28

 Kızıl Bayrak'tan
Anayasa değişikliği referandumu tartışmaları
Referandum oyununa karşı devrimci tutum!
Sendika ağalarının referanduma ilişkin tutumları ve devrimci sorumluluk!
Kürt halkına saldırganlık sermayenin ‘ortak aklı’
ABD-Türkiye ilişkilerinde son perde
Ankara'da iki BDSP'li serbest bırakıldı
DİSK’in sermaye ile
uzlaşma arayışı...
İşçiler, burjuvaziye mezar hazırlamaktadır!
Meslek örgütlerinden’iş cinayeti’ açıklamaları
Kontra sendikaların “başarı” kaynağı sınıf sendikacılığı çizgisinin silikleşmesidir!
İşçi ve emekçi hareketinden..
Taleplerimiz, mücadele ve örgütlenme hattımız…
ÇEL-MER işçileri kazandı!
MİB’ten Yunus Dönmez’le dayanışma çağrısı!
Zafer direnen UPS işçisinin olacak!
ABD emperyalizmi her koşulda ırkçı-siyonist canilerin hamisidir!...
Katil İsrail kendi soruşturup kendi aklıyor!
Dünyada işçi ve emekçi hareketi...
İran’da kadınlar üzerindeki baskılar sürüyor…
Samandağ Geleneksel Evvel Temmuz Festivali gerçekleştirildi...
Topyekûn bastırma ve teslim alma kampanyası - M.Can Yüce
İnternette sansür ve denetim yeni düzenlemeler ile tırmandırılıyor.
Direnişçi bir Çel-Mer işçisinden mektup…
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Direnişçi bir Çel-Mer işçisinden mektup…

“Biz ayrıldığımız yerde birleştik!”

Dünyada varolan hak savaşları insanlık tarihinin temelinde var. O zamandan bu zamana hep zengin-fakir, iyi-kötü, güzel-çirkin, Alevi-Sünni, solcu-sağcı, komünist-faşist diye ayrıştırıldı.

Aramıza bu nifağı sokanlar bizi ayrıştırdıklarını sandıklarında biz gerçekten ayrıldık mı, yoksa ayrıldığımız yerde birbirimize kavuştuk mu?

İşte bizim eylemimiz bunun cevabı oldu. Evet, biz ayrıldığımız yerde birleştik. Biz daha iyi yaşamak için, çocuklarımız için, evimiz için, insanca yaşamak isterken; emek ve ekmek düşmanları dün dedemin ve babamın karşısına çıkarken bugün de benim karşıma çıktı. Birine “Sen alevisin” dedi, öbürüne “sen köylümsün” dedi, bana da “ben ne çektiysem hep bunlardan çektim.” Bizi ayrıştırma planları yapıyor ve ayrıştırdığını sanıyordu. Bilmediği birşey vardı: Biz sıvı gibi gözüken aslında metal olan civa gibiydik, ayrıldığımız yerde birleşirdik. Çünkü biz aynı dili konuşuyor, aynı tastan su içiyor, aynı yerde yaşıyor ve aynı havayı soluyorduk. Biz bakmakla yükümlü olduğumuz ailelerimizin insan olduklarını hatırlaması için, emek ve ekmek düşmanları ise bizim sırtımızdan kazandıkları kârların cüzî bir miktarının kaybolmaması için indi savaş meydanına. O bizi Firavu’nun kölesi, mağlup olmuş bir ordunun esirleri, Hitler’in kamplarında yaktığı Yahudiler gibi, özlük hakları alınmış, sömürülmüş devletler gibi görüyordu. Ama onun küçücük beyninde tasarladığı gibi değildi dünya. Burası emek meydanıydı, burası ekmek meydanıydı. Bizdeydi Habil’in saflığı, bizdeydi kendisinden on kat büyük bir orduyla savaşacak yürek, bizdeydi haksızlığın üstüne gidecek cesaret, bizdeydi bunların hepsi. Dedim ya, onun küçücük beyninde tasarladığı gibi değildi dünya.

İşte biz Çel-Mer Çelik’te onun beyninde tasarladığı işçi sınıfını yıkmak için, hakkımızı korumak için DİSK’e bağlı Birleşik Metal Sendikası Gebze Şubesi’ne giderek üye olduk. Çünkü bizim de “bir hakkımız olmalı” diye düşündük. Ve hakkımız olmalıydı sendika. Bu süreç içerisinde gizlilik önem taşıyor, yapılacak yanlış bir hareket tüm emeği boşa çıkarabilirdi. Ve süreç başladı. Artık kartlar açık oynanmaya başlamıştı. En azından biz öyle biliyorduk. Önce işten çıkarmalar başladı. Birinci gün bir, ikinci gün beş, üçüncü gün altı olmak üzere toplam 12 işçi işten atıldı. Artık direnme zamanıydı. Çünkü savaş başlamıştı. Savaşın galibini zaman, güçlü ve akıllı olmak belirleyecekti. İlk hamle patrondan geldi. Hançer lakaplı Seyit Ali devreye girdi. “Kale içten yıkılır” mantığı ile ilerledi. Adi Romalı senatörler sandı bizi. Bir Brütüs aradı içimizde. O da bilmiyordu, küçük beyniyle çözemiyordu, hepimizin Sezar olduğunu. Patronun kendisini teslim ettiği insan Bahçeşehir Belediyesi CHP 7. sıra meclis üyesiymiş. Peki, fark eder miydi şahlanmış işçinin karşısında makam ve mevkisi. İkinci yanlış hamle geldi patrondan: Türk Metal Sendikası’nda görev yapmış, ayrılmış ve kendisini “insan kaynakları uzmanı” diye tanıtan Gazi Duyar devreye sokuldu. Kendisini patron ile bizim aramızda olan kişi olarak tanıttı. Peki var mıydı gerek, görünen köye kılavuz tutmaya, yıllardır emeğimi verdiğim şirkette uzmana, aracıya. Şirketin yalnızca benim çalışmama ihtiyacı vardı ve de çalışmalıydım.

Arık bütün ipler kopmuştu. Psikolojik savaş başlamıştı. Sendikalı ve “Harranlı” ayrımı yapılmaya başlandı. Sendikalıya düşman, “Harranlı”ya dost olmaya başladı. İnsanlara para teklif ettiler. İstifa karşılığında iş garantisi verdiler. Karşılığında kendilerinde olmayan, namus ve şereflerimizi istediler. Bunlar demek ki yıllardır bize o gözle bakmışlar. Biz hakkımızı, hak bilip aramadığımız için zaten öyleymişiz onların gözünde.

Onun gözündeki insanlar olmadığımızı, özümüzdeki insanlar olduğumuzu anlaması ona pahalıya patladı. Hafife ve basite aldığı işçilerdi ona direnen ve de kazanan. Ama bu savaş burada bitmedi. Torunlarımız savaşacak böyle insanlarla.

Şu bilinmeli ki kazanmanın sırrı, insanın kendisini kazanmasından geçer.

Direnişçi bir Çel-Mer işçisi



Manisa’dan bir işçi mektubu...

“Birlik olup haklarımızı almanın zamanıdır!”

Manisa Organize Sanayi Bölgesi’ndeki bir metal fabrikasında 5 yıldır çalışan bir işçiyim. İşe başladığım ilk yıllarda civardaki fabrikaların çoğundan iyiydi maaşım. Günü gününe yatar, geciktirilmezdi. Her sene maaşlara zam yapılırdı ve yılda bir kere çift maaş tutarında ikramiye, bayram parası, yakacak parası veriliyordu.

Ancak işe başladığım ilk yıldan beri her yıl bizden bir şeyler aldılar, emeğimizi daha fazla sömürmek için her yolu mübah gördü patronlar. Fabrika üretime başlatıldığı günden beri işçileri sürekli iki vardiya (12 saat) çalıştırmış, sadece kriz döneminde 8 saat çalıştırdılar. Mesailer zorunluydu. İşler yoğun olduğundan her gün 12 saat çalışıyoruz, mesailere kalmamak için bile izin istiyoruz. Onu da çoğu zaman vermiyorlar. Hafta sonları mesailere çağrılıyoruz. “İşim var bu pazar gelemem” dediğinde ustabaşı “tamam gelme ama pazartesi de gelme kendine başka iş bak” diyorlar. Hal böyle olunca da zorunlu olarak da çalışmak zorunda kalıyoruz. Fazla çalışana prim var aldatmacası ile kandırılıyoruz. Her yılın başında üretimimiz yüksek olduğu için 30-35 kişiye prim veriyorlar. Güya alan işçilerin performansları yüksekmiş, primler dağıtıldığında iki-üç aya kadar süren tartışmalar oluyor. İşçiler birbirleriyle küsebiliyor, konuşmayan arkadaşlar oluyor. Gruplaşmalar başlıyor. Müdürde primi aslında herkese vermek istediklerini söylüyor ama suçun bizlerde olduğunu, verimli çalışmadığımızı, verimli çalıştığımızda herkese verileceğini, çalışana prim olduğunu söylüyor. İşe başladığım ilk yıl maaşıma asgari ücret zammından farklı zam yapılmıştı ve o son aldığım zam olmuştu. Bir dahaki zam aylarında zam yapılmadı, “niye zam yapılmadı” diye sorduğumuzda “siz asgari ücret almıyorsunuz zam yapılır” diye bir şey yok dediler. “İşlerimiz kötüye gidiyor. Seneye yaparız” deyip geçiştiriyorlar. Ancak dört senedir zam alamadık.

Sosyal hakların kesilmesi organize sanayinin en büyük kârı. Organizenin en büyük fabrikası olan Vestel daha önce sosyal hakları olan bir fabrikaydı. Daha sonra sosyal hakları kaldırmak için işçileri çıkardı. Ve şu an çalışanların hiçbir sosyal hakkı yok. Aradan kısa bir zaman geçti, bizim fabrikada da sosyal haklarımızı gaspetti. Ayrıca TİRSAN KARDAN çalışanlarının sosyal haklarının yarısının kesileceğini söylüyorlar. İşçiler bunu kabul etmiyorlar. Hep birlikte davranarak “sosyal hakların kesilmesini istemiyoruz” diyorlar. Demek ki birlik olunca ve biraraya gelince güçlüsün, karşı gelip hak gasplarını engelleyebiliyorsun.

Krizin üretime etkisiyle birlikte üretimde azalma oldu, boşta kalan işçiler işten atıldılar. Mesai ayın ilk haftası yapıyorduk. Şimdi ayın 15’ine kadar mesai yapıyoruz. 15’inden sonraki mesai paralarının saati kadar izin veriyorlar. “İşler kötü zam veremeyiz” dedikleri zaman bile, işler kötü deyip işçi çıkardıkları zaman bile Avrupa’dan 15-20 kadar ikinci el tezgah aldılar. Bu tezgâhların bakımı yapılıp fabrika içine montajları yapıldı ve şimdi üretimler artmaya başladı. Eskiden 1 işçi bir tezgaha bakarken şimdi bir işçi iki ya da üç tezgaha bakıyor. İki işçinin yaptığı işi artık tek işçi yapıyor. Şu anda üretim krizden önceki kapasiteye ulaştı. Ancak çıkarılan işçilerin yerine hala yeni işçi alınmadı, çalışma koşulları gittikçe ağırlaşıyor. Kötü çalışmanın bir alt sınırı yok. 5 senedir fabrikamızda ve çevre fabrikalarda biz işçilerin hakları yendiyse bizler ses çıkarmadığımızdandır. Ve hala haklarımızın yenmesine daha da kötü koşullarda çalışmaya maruz bırakılıyorsak artık biz işçilerin birlik olup bizden alınan haklarımızın hesabını sorma zamanı geldi.

Manisa Organize Sanayi Bölgesi’nden bir metal işçisi