gerçek anlamı... ABye giriş ve bunun koşullarını yerine getirip getirmeme konusunda TC cephesinde yoğun tartışmalar yaşanmakta, egemen sınıflar ve devlet katında görece bir saflaşmanın olduğu gözlenmektedir. Bu saflaşmanın, Avrupa Birliğinden yana olma ya da olmama noktasında olduğu belirtilse de, esas olanın, iktidarda daha fazla söz sahibi olma, ya da ordu açısından mevcut iktidarını koruma mücadelesi olduğu açıktır. Bu mücadelenin uluslararası güç ilişkilerine uzanan boyutlarını da göz ardı etmemek gerekir. Bunlar da çok önemli. Başka bir ifade ile Türkiye egemenler cephesinde yaşanan tartışma ve görece saflaşma eğiliminin ABD ve AB ilişki ve çelişkilerinden bağımsız olmadığını vurgulamak durumundayız. Bu noktada özel savaş kurmaylığının duruşu ve tutumu hakkında bazı temel gerçeklere parmak basmamız gerekiyor. Türk ordusunun, Genelkurmayın devlet ve siyasal iktidar üzerinde kesin ve mutlak egemenliği ve denetimi vardır. Devletin ve toplumun temel politikalarını belirleyen, iç ve dış politika stratejisini çizen Genelkurmaydan başkası değildir. TCnin tarihine yön veren bu gerçeklik olmuştur. Özellikle 1980den bu yana Genelkurmay, TCyi bu temelde yeniden biçimlendirmiş, olayları ve gelişmeleri bu doğrultuda kullanmıştır. Devrimci Kürt ulusal kurtuluş savaşına karşı devleti her açıdan özel savaş rejimi olarak yeniden örgütleme ve yapılandırma, 28 Şubat ve bunu izleyen adımlar hep bu temelde olmuştur. Bu karşı-devrimci, en sıradan demokratik gelişmeyi bile bastıran yapılandırmanın ideolojisi de sürekli yeniden üretilmiş ve ideolojik hegemonya araçları toplumun en sıradan soluklanma ve özgür düşünme olanaklarını denetler düzeyine ulaştırılmıştır. "Terörizme ve bölücülüğe karşı mücadele" ve devletin bu temel hedefe göre yeniden biçimlendirilmesi dayatması, anılan özel savaş ideolojisinin omurgasını oluşturmaktadır. 11 Eylül olaylarından sonra "Terörizme karşı mücadele" tezinin dünyaya egemen olması ve hegemonya mücadelesinin temel gerekçesi yapılması ve bu bağlamda estirilen hava, TC özel savaş kurmaylığına bulunmaz bir uluslararası siyasal ve psikolojik ortam sunmuştur. Başka bir deyişle, ABDnin dünyaya tek başına egemen olma ve bunu bütün olası rakiplerine ve bütün dünyaya kabul ettirme stratejisinde kullanığı "anti-terörizm" safsatası ile yıllardır Türk Genelkurmayının uyguladığı özel savaş stratejisi birbirini bütünlemektedir. Türk Genelkurmaylığı, hem mevcut dünya ve Türkiye siyasal koşulları ve dengelerini de gözeterek süreç içinde kurumlaştırılan iktidarından en sıradan bir taviz vermek istemiyor, AB üyeliği koşullarında da bunu olduğu gibi korumak istiyor. Bu temel hedef doğrultsunda günlük mücadele yürütürken "anti-emperyalist ve millici" bir söylem kullanması şaşırtıcı değildir. Ama bu söylemin son derece sahte olduğu da tartışma götürmez. Açık ki, Genelkurmayın özetlemeye çalıştığımız stratejik duruşu, ABDnin Türkiye, Avrupa ve genel dünya politikasıyla uyumludur, onun tamamlayıcı bir parçasıdır. ABD, olası bir rakip olarak ABnin güçlenmesini ve dünya çapında kendisine kafa tutacak kadar güçlenmesini istememektedir. Ama bunu yaparken gerçekleşebilir araçlar kullanmaktadır. TCnin ABne girişini desteklemektedir, ama kendisinin uzantısı konumundaki bir TCnin... Bu noktada Türk Genelkurmayın iktidar konumu ABDnin bu istemiyle örtüşüyor. AB içinde her zaman denetlenen bir TC, ABDnin tercihidir. Bunun da mutlak Genelkurmay iktidarından geçeceğini çok iyi bilmektedir. Çünkü, kendi içinde iktidarı bölünmüş bir TC, denetlenme yeteneği zorlaşmış bir TC anlamına gelmektedir. ABD, ABnin dışında kalmış bir TCden değil, AB içinde kendi denetimindeki bir TCden yanadır. Türk Genelkurmaylığı da mevcut iktidar konumuna ve sistemine dokunulmadan AB içinde yer almaktan yanadır. Bu noktada AB ne istiyor, bu kavgada izlediği strateji nedir? AB, Ortadoğu ve dünya çapında kendi stratejisiyle uyumlu, onu tamamlayan bir TC istiyor, böyle bir Türkiyeyi kendi üyesi olarak görmek istiyor. Bu nedenle Türkiyenin önüne bir üyelik sürecini ve ölçülerini koymuştur. Üyelik sürecinin ölçüleri "demokratikleşme" ölçüleri olarak yansıtılsa da, dıştan bir bakışla böyle bir görüntü verse de bu, kesinlikle aldatıcıdır. Burada "demokrasi, insan hakları, azınlık hakları" gibi kavramların dış politika ve hegemonya kavgasının ideolojik araçları olduğunu kesinlikle unutmamak gerekir. Görüntüye aldanmak yerine, gelişmelerin iç mantığını ve genel eğilimleri okumak ve kavramak önemli. Daha öncesi bir yana, 11 Eylülden bu yana Avrupa Birliği ülkelerinde gelişen eğilim, "anti-terörizm" bahanesi adına kazanılmış demokratik hak ve özgürlüklerin budanması, özel savaş kurumlaşmalarına ağırlık verilmesidir. İçte siyasal gericilik ve özel savaş kurumlaşmalarına yönelme, demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırma, dışta ise hegemonya savaşında geri kalmama ve bunu yeni boyutlara taşıma, işte, ABnin stratejik yönelimlerini tanımlayan bunlardan başkası değildir! TCye yaklaşımları ve TCnin önüne koyduğu "kriterlerin" anlamı da bu genel çerçeveye oturuyor. AB, çok demokrat olduğu için değil, demokratik bir Türkiye istediği için değil, kendi çizgisine yanıt verecek bir siyasal yapılanmaya sahip bir TC istemektedir. Tabii bir de sorunlarını hafifletmiş veya gündemden düşürmüş bir Türkiye istemektedir. Önüne koyduğu "kriterlerin" anlamı budur! Bu "kriterlerin" "demokrasi" konularında odaklaşması da anlaşılırdır. Çünkü TCnin zaafı bu noktalarda düğümlenmiştir. Bu zaaflardan tutarak TCyi kendi çizgisine çekebileceğini düşünmektedir... Burada, bu çekişme ve "çatışmada" bir demokratik mücadele, demokratik bir yan aranmamalıdır. Çünkü böyle bir şey yok. Var olan ise, hegemonya mücadelesi ve buna konu olan ülkenin buna uyarlatılması çabasından başkası değildir. Dolayısıyla yaşanan tartışma ve saflaşmada, devrimcilik ve demokratlık adına taraf olmak, en yumuşak deyimle ufuksuzluk ve abesle iştigal etmektir. Kürt halkının, Türkiye emekçilerinin, devrimci, demokrat ve sosyalist güçlerin bu saflaşmanın her hangi bir yerinde yer almaları düşünülemez. Yukarda özetlemeye çalıştığımız genel tablo, bir demokrasi zemini değildir. Var olan çekişme demokrasi ve anti-demokratik güçlerin mücadele platformu değildir, tersine bir hegemonya ve anti-demokratizm platformudur. Emekçilerin ve halklarımızın kendilerine ait bir mücadele platformu vardır. Bu da her türlü hegemonya savaşına cepheden tavır alan iktidar perspektifli mücadeleden başka bir şey değildir. PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları
Dünyada 800 milyonu aşkın insan açlıkla yüzyüze... Açlığa karşı Roma Zirvesi protestolarla başladı Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütünün (FAO) 10 13 Haziran tarihleri arasında Romada başlayan zirvesi protestolar eşliğinde sürüyor. 50 bini aşkın işçi, emekçi, köylü ve genç Roma sokaklarında batılı emperyalistlerin açlığa karşı ikiyüzlü tutumlarını protesto etti, FAOnun açlığı önleme konusunda hiçbir şey yapmadığını haykırdı. Emperyalist küreselleşme karşıtları zirveden açlığa karşı acil çözüm talep ederken, tarım örgütleri de hormonlu genetik müdahale görmüş gıda maddeleri üretiminin yasaklanmasını veya hormonlu ürünleri belirten işaretin konmasını ve Dünya Ticaret Örgütünün beslenme ile ilgili sorunlardan elini çekmesini savunuyorlar. FAOnun rakamlarına göre, şu an dünyada 300 milyonu çocuk olmak üzere 800 milyonun üzerinde insan açlık çekiyor. Dünyada her gün 24 bin kişi açlıktan ölüyor. İnsanların beslenememesi ise bir dizi hastalığa davetiye çıkarıyor. FAO üyesi 182 devlet 2015 yılına değin açlık rakamını yarıya indirmeyi vaat etmiş, bunun için yılda 24 milyon kişinin açlıktan kurtarılması planlanmıştı. Oysa, batılı emperyalistlerin söz verdikleri yardımı yapmaması nedeniyle, geçen 5 yıl içinde sadece 6 milyon kişinin açlık sorununa çözüm bulunabildi. Emperyalist küreselleşme, her geçen gün yeni milyonların bu korkunç açlık ordusuna eklenmesine yolaçıyor. Batılıları suçlayan Anan, bir İtalyan gazetesine verdiği demeçte şunları söylüyor: Birçok ülke FAOya bir eliyle verdiği bağışı diğer eliyle alıyor. Açlıkla mücadele için kaynak var, ancak yeterli siyasi irade yok. Romada biraraya gelen 182 devlet temsilcisi tüm hafta boyunca açlık trajedisi üzerine konuşarak vicdani olarak rahatlayacaklar. Dünyanın en zengin 29 OECD ülkesinin zirvedeki temsilcileri, AB Dönem Sözcüsü İspanyanın Başbakanı Aznar ile evsahibi İtalyanın faşist başbakanı Berlusconi. Tekellere sahip bu zatları dünyadaki açlık ordusu zaten ilgilendirmiyor. Açlığa çözüm olarak Berlusconi, geri ülkelere bilgisayarlar yerleştirilerek buralara yapılan yardımların bazı politikacıların cebine gitmesinin engellenmesi önerisini getiriyor. Geri ülkelere yapılan yardımlar zengin ülkelerin gayrisafi mili hasılasının çok gülünç bir oranını teşkil ediyor. Örneğin ABD bunu 0,11den 0,13 e yükseltti, AB ise 0,39 a çıkarmayı düşünüyor. Uzun vadeli hedefleri ise 0,7. Dünya Ekonomik Forumunun verilerine göre, direk yabancı yatırımların sadece yüzde 1i (11 milyar dolar) Afrikaya akıyor. FAO genel müdürü, yardım eden ülkelerin geri kalmış ülkelerde tarım, altyapı ve eğitim alanında kullanılmak üzere 24 milyar dolarlık özel bir fon ayırmalarını istiyor. Bu zirve de diğerleri gibi sonuçlanacak. Zirvede ne açlığa ne Afrika kıtasını kavuran AİDS vb. hastalıklara çare bulunabilecek. Çünkü açlık emperyalist dünya sisteminin sadece bir sonucudur. Çünkü dünya halklarını, ülkelerin yeraltı-yerüstü zenginliklerini sömüren, onları dayattığı yeni yıkım programlarıyla açlığa, sefalete, hastalığa, ölüme mahkum eden emperyalizmin kendisidir. Açlığı yokedebilmek de onun kaynağını kurutmakla mümkündür. Yani kapitalist sistemin tüm dünyadan silinmesiyle... |
|||||