1 Haziran'02
Sayı: 21 (61)


  Kızıl Bayrak'tan
  AB tartışmaları ve düzenin aldatıcı manevraları
  Denetim tamam, saldırıya devam!
  5 Haziran'da iş bırakarak alanlara!
  Grev yasağı ve sendikal ihanet
  Lastik-İş bürokratlarına işçilerden yoğun tepki
  Kıbrıs üzerine AB pazarlıkları
  Türkiye'de siyaset yapmanın zorluğu ve kolaylığı
  KESK bölge mitingleri...
  Kürdistan'ın öteki parçalarıyla ilişkiler
  Nazım Hikmet 100 yaşında!..
  "Farklı tutum"un sahiplerinin pratiği
  "Ticarethane değil üniversite istiyoruz!"
  Anadolu Yakası Liseli Gençlik Platformu Bülteni'nden...
   Anadolu Yakası İşçi-Emekçi Platformu Girişimi Bülteni'nden...
   Emperyalist "şer cephesi"nin başı Bush'un Avrupa turu
   Yurtdışı eylemlerinden...
   Emperyalist dünya ve ABD-Rusya ilişkileri
   Sorun çözümün ta kendisi
   Ankara Öncü İşçi-Emekçi Platformu'nun Gökçesu maden işçilerini ziyareti...
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
AB tartışmaları ve düzenin
aldatıcı manevraları

Uzun süredir Türkiye’nin resmi siyasal gündemini meşgul eden AB tartışmaları, nihayet bugün (30 Mayıs Perşembe) gerçekleşen aylık MGK toplantısında kabaca bir sonuca bağlanmış bulunuyor. Üstelik hastalığı nedeniyle toplantıya katılamayan başbakanın yarattığı “önemli boşluğa” rağmen. Dahası Çin gezisini bahane ederek bu toplantının sıkıntısından kaba ve ikiyüzlüce bir manevrayla uzağında kalarak kurtulma yolunu seçen MHP şefi Devlet Bahçeli’nin yokluğuna rağmen.

Bu satırlar kaleme alınırken henüz MGK toplantısına ilişkin resmi sonuç bildirgesi yayınlanmış değildi. Fakat sonucun ne olacağı önden, bizzat MGK güdümlü ön propaganda ve kamuoyu oluşturma çabasından belliydi. Nitekim medyanın yansıttığı ilk bilgiler de bu doğrultudaydı. Buna göre, tartışmanın merkezinde yer alan temel konularda karar, ya da resmi ifadeyle tavsiye kararı, ‘AB’ye uyumdan yana”ydı. Örneğin, 4 ilde sürmekte olan olağanüstü hale 2 il için son verilmesi kararlaştırılmıştı. İdam ile “Kürtçe eğitim ve yayın” konusunda ise, toplantı öncesinde basın üzerinden kamuoyuna yansıtılan ve bolca propagandası ve övgüsü yapılan ordu formüllerine uygun bir orta yol bulunduğu anlaşılıyor. İdam cezası kaldırılacak, ama Öcalan’ın herhangi bir aftan “ömür boyu” yararlanmasını kesinlikle enelleyecek biçimde... “Kürtçe eğitim ve yayın”, devlet eliyle ve devletin belirlediği sınırlarda gerçekleştirilecek, fakat Kürt halkına herhangi bir maksadı aşan umut aşılanmadan... Gerisi, AB ile uyum yasalarının bir an önce hazırlanması konusunda MGK’dan hükümete “tavsiye kararı”...

Uzun zamandan beridir sermaye cephesinde yürütülen AB tartışmalarında, MHP’nin belirgin bir biçimde diğer düzen partilerinden ayrı düştüğü görüntüsü oluşturulmuştu. Ayrılık görüntüsünü yaratan en temel iki konu, idam cezasının kaldırılması ile “Kürtçe eğitim ve yayın” hakkı idi. Buna son dönemde bir de Kıbrıs konusu eklendi. MHP özetle, “Apo asılmadan idam cezasının kaldırılmasına karşıyız” diyor ve tüm telkinlere rağmen görünürde bu kararından taviz vermeye yanaşmıyordu. Yaratılan bu sahte ve aldatıcı görüntüyle, sanki MHP Türk milliyetçiliği konusunda son derece hassas, AB yanlıları ise her türlü tavizi vermeye hazırmış gibi bir yanılsama ortaya çıktı. Oysa ne AB’ci olarak lanse edilmiş olan Mesut Yılmaz ve partisi, ne de son MGK toplantısının da ortaya koyduğu gibi rdu, faşist MHP’den daha az hassaslardı bu konuda.

Tersine, koalisyon ortağı olarak faşist MHP, imzaladığı ve uygulamasına fiilen katıldığı hemen tüm yasa ve kararlarla, demagojik olarak sarıldığı milliyetçi söylemlerinin gerçekte ne kadar sahte, gerçek yurtseverlikten ne denli uzak olduğunu defalarca ve tartışılmaz biçimde kanıtladı. Onun iktidara ortak olduğu son üç yılda, ülkenin tüm ulusal zenginlikleri ve değerleri ölçüsüzce emperyalizme peşkeş çekildi. Tarım, madencilik, iletişim, enerji gibi kilit sektörler başta olmak üzere, ulusal ekonomi adına ne kaldıysa tümüyle yıkıma uğratan ya da emperyalist tekellere sunulması için gereken tüm yasalar bu dönemde çıkarıldı.

Elbette, en az MHP kadar “milliyetçi” geçinen ve şoven bir milliyetçiliğin rantını kullanagelen ordu da ulusal zenginliklerin ve değerlerin bu ölçüsüzce talana açılışı karşısında gıkını bile çıkarmadı. Bu durumda, ordu için olduğu kadar MHP için de milliyetçik adına geriye bir tek Kürt halkına karşı gerici, kindar ve saldırgan Türk milliyetçiliği, yani tüm rezilliği ile ezen ulus şovenizmi kalıyordu. AB’ye katılım vesilesiyle tartışılan idam cezasının kaldırılması ve anadilde eğitim hakkı konuları, tam da buna ilişkin bir demagojik istismar konuları olarak gündemde duruyordu. Eğer bu konularda da çıkış yapmazsa, MHP’yi MHP yapan ve diğer düzen partilerinden ayıran değerlerden, yani ırkçı-faşist karakterinden geriye pek fazla bir şey kalmayacağı kaygısı, onun bugün “katı” ve “uzlamaz” bulunan tutumlarına yol açmış bulunuyor. Ama sonuçta, MHP ile paralel kaygılara sahip olan düzen ordusunun borusunun öttüğü MGK’dan, kitleleri aldatmaya ve sersemletmeye yönelik demagojik kaygıları da bir kenara atmadan, AB’ye uyum yasalarına destek çıkmış bulunuyor.

Sürdürülen tartışmalar ve sonuçta alınmış olan kararlar, bu soygun düzeni açısından ağır basanın emperyalist dünya düzeniyle tam ve sınırsız entegrasyon olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Bu o derece önemlidir ki, düzenin siyasal egemenlerine, kendi konumlarının meşruluğu ve süreklilliği bakımından vazgeçilmez olan kimi hassas konulardan bile taviz vermeyi göze aldırabilmektedir. Her ne kadar bu tavizler emekçi sınıflar ve ezilen Kürt ulusu için taviz niteliğinde bir değer taşımasa da, alınan tutum devletin bu konularda en “hassas” kurumu olarak bilinen ordunun yeşil ışık yakması anlamına geliyor ki, bu da orduya yön verenin kim ya da kimler olduğu konusunda paha biçilmez bir açıklık sağlıyor.

Bilindiği gibi ordu Türkiye’de, en azından ‘80 darbesinden bu yana, kurumsal olarak da mutlak biçimde devletin en üst karar mekanizması durumunda. Dolayısıyla, eğer devletin en üst karar mekanizması kendi hassasiyet ve eğilimlerine, görünüşte de olsa pek de uygun düşmeyen kararlar alabiliyorsa, bu olgu ona da hükmeden, daha doğrusu çıkarlarıyla onu yönlendiren daha büyük bir gücün varlığına işaret etmektir. Doğal olarak bu güç, düzenin egemen toplumsal/sınıfsal gücü ve dolayısıyla efendisi olarak işbirlikçi burjuvazinin ta kendisidir. Ve bugün bir kez daha AB konusundaki son dönem tartışmalarına noktayı koyan da, aslında MGK falan değil, yine işbirlikçi sermaye sınıfı ve onun en etkili örgütü konumundaki TÜSİAD olmuştur.

MGK toplantısını önceleyen kısa dönemde TÜSİAD konuya ilişkin görüş ve önerilerini içeren bir açıklama yapmış, bunu gazete ilanları ve medya propagandası ile kamuoyuna malletmeye çalışmıştı. Bu açıklamanın özü ve özeti, AB’ye uyum için gerekenlerin bir an önce yapılması isteminden oluşmaktaydı. Yani MGK’da bugün alınan kararlarda ifadesini bulan adımların kendisi, demek oluyor ki, AB ile uyum yasaları çerçevesinde ne gerekiyorsa aldatıcı ve biçimsel planda da olsa asgaride onun yapılması, bu istemin özünü-esasını oluşturmaktaydı.

AB’ye uyuma ilişkin bu kararlar, biçimsel olarak güya demokratik hak ve özgürlükler alanına aittir. Ancak bu tümüyle bir aldatmacadan ibarettir. Gerçekte bu kararların, gerek içerikleri gerekse de ele alınış tarzlarıyla, demokratik hak ve özgürlüklerle uzaktan yakından bir ilgileri bulunmamaktadır.

Örneğin, en önemli tartışma konularından biri, idam cezası sorunudur. Bilindiği gibi bu ülkede idam cezası her zaman için esasta devrimciler için uygulanmıştır. Fakat 12 Eylül’ü izleyen uzun bir zamandan beridir sermaye düzeni, devrimciler için idamı yasal biçimde uygulamak yerine fiilen uygulama yolunu tutmuş bulunuyor. Yerine infazlar, kaybettirmeler, işkencede katletmeler, cezaevlerindeki toplu katliamlar, vb., vb., bu işlevi görmektedir. Diktatörlük rejimi bunu daha pratik ve siyasal maliyeti çok daha az bir yol saymaktadır. Bu durumda yasal idam cezasının fazlaca bir anlamı ve işlevi kalmamıştır. Buna rağmen bu konuda gösterilen sahte hassasiyetin devlet nezdindeki biricik gerçek nedeni, Abdullah Öcalan’ın hayatı üzerinden Kürt hareketini tümden teslim almaktan başka bir şey değildir. Faşist MHP için ise, geçmişte ölçüs¨zce istismar ettiği bu sorun, gerici-şoven seçmen desteğini korumaya yönelik bir demagojik istismar alanından başka bir şey değildir.

“Anadilde eğitim ve yayın” hakkına gelince, bu, tüm uluslar gibi Kürt ulusunun da en temel ve vazgeçilmez haklarından biridir. Kürt ulusu, diğer temel haklarının yanı sıra Kürtçe eğitim hakkını da kazanabilmek için uzun zaman ve zorlu bir mücadele yürütmüştür. Fakat yazık ki bu onurlu mücadele belirli bir evresinde zaafa uğramış bulunmaktadır. MGK’da alınan son karar, bir süre önce PKK’nin dilekçelerle gündeme getirdiği içerikten pek farklı değil. PKK güdümlü dilekçeler Kürtçe’nin “seçmeli ders” olarak okutulmasını istiyordu, MGK kararı ise müfredat programı dışında ve seçmeli dil diyor. Yani, isteyen ders saatleri dışında, ve büyük ihtimalle ücretini ödemek suretiyle, Kürtçe öğrenmeyi talep edebilecek. Bu, herhangi bir yabancı dili, öneğin İngilizce’yi öğrenmekten bile geri bir sözde çözümdür. Açıktır ki, bunun Kürt halkının kendi dilinde eğitim hak ve özgürlüğüyle bir ilgisi yoktur. Tüm diğer hak ve özgürlükler gibi anadilde eğitim hakkının da mücadele edilmeksizin kazanılması söz konusu değildir, olamamaktadır.

Durum böyle olduğu halde, düzen cephesinden, demokratik hak ve özgürlüklerde bir genişleme sağlanıyormuş havası yaratılmaya çalışılıyor. Oysa, bugün bizzat bu işin başını çekenler, işçi ve emekçiler ile Kürt halkının yaşama hakkı başta olmak üzere tüm temel hak ve özgürlüklerini ayaklar altına alanlardır. “Uyum” için talepte bulunan AB, “uyum”un zaman geçirmeden sağlanmasını isteyen TÜSİAD, kararlara imza atan MGK... Yani, emperyalistler, yerli işbirlikçileri ve onların hizmetindeki uşak iktidar...

Bu gerçekleri, işçi sınıfı ve emekçilere olduğu kadar Kürt halkına da tüm açıklığıyla anlatmak, egemenlerin yaratmaya çalıştığı yanılsamaları yıkarak, gerçek demokratik hak ve özgürlükler için mücadelenin yolunu açmak zorundayız. Özellikle ihanet ve işbirliği içindeki önderliklerin bu yanılsamadaki paylarının açığa çıkarılması bugün apayrı bir önem taşımaktadır. İşçi ve emekçiler için sendika yönetimlerinin, Kürt halkı içinse PKK’nin (bugünkü adıyla KADEK’in) ihanet ve işbirliği olmaksızın, egemenlerin kitleleri yanıltmada bu derece başarılı olamayacakları ortadadır.

Açık saldırı kararlarıyla kıyaslandığında, bu sahte demokratikleşme girişimi, daha doğrusu saldırısıyla mücadelenin daha zorlu olacağı, daha fazla çaba ve emek gerektireceği açıktır. Komünistleri ve tüm devrimcileri şimdi bu son derece zorlu görevler beklemektedir.