Ortadoğudaki son gelişmeler, emperyalizmin halklara barış değil savaş, uygarlık değil yıkım ve sefalet getirdiğinin bir kez daha kanıtlanması oldu. Bundan birkaç ay önce Ortadoğuda estirilen barış rüzgarlarının yelkeni bugün savaş naraları ile doluyor. Bu, öznel tercihlerin ötesinde, emperyalist siyasal ve ekonomik politikanın nesnel sonucudur.
Filistin-İsrail arasında Oslo Antlaşmasıyla başlatılan sürecin evrildiği aşama, yeni bir çözümsüzlük olarak emperyalist masada duruyor. Oslo barış sürecinin sonuçları ise hiç de sürpriz değildir. Toprakları ve özgürlüğü gaspedilmiş bir halkı emperyalist barış sürecine yedekleme uğraşının sınırları açığa çıkmıştır. Sözde çözüm olarak kitlelere sunulanların gerçek çözümden ne kadar uzak olduğu da... Sorunların gerçek bir çözüme kavuşturulmadığı yerde, mücadele dinamiklerinin boğulamayacağı, tersine daha güçlü dinamikleri mayaladığı, Filistinde yaşanan son intifada ile kanıtlanmış bulunuyor.
Filistin intifadasının ikili yönünü görmek önem taşımaktadır. Birincisi, emperyalist-siyonist saldırganlığa karşı geliştirilen ölümüne mücadele kararlılığı; diğeri, emperyalist politikalara yedeklenen teslimiyetçi önderliğe ilişkindir. Filistin halkının yükselttiği yeni mücadele bayrağı bu ikisine birden yönelmekte, dolayısıyla ortaklanan politikayı iflasa sürüklemektedir.
Emperyalizmin İsrail üzerinden sürdürdüğü Ortadoğu politikasının başını bir dönem İngiltere ve Fransa çekiyorken, güç dengelerinin değişmesinin ardından ABD bölgedeki inisiyatifi eline almıştır. Yahudilerin Ortadoğuya yerleşmeleri 1800lü yılların ikinci yarısında başlamış, hızlanması ise 1900ün başları olmuştur. Birinci emperyalist savaşın ardından Ortadoğuda yeni statüko belirlenirken, Filistin toprakları da bölünmeye başlamıştır. Yahudi yerleşim yerleri oluşturabilmek için emperyalist devletlerin koruması altında Yahudi göçü hızlandırılmıştır. Filistin ise İngilterenin mandası altına alınmıştır.
Emperyalist devletlerin ve onlarla işbirliği içindeki gerici bölge yönetimlerinin çıkarları gözetilerek oluşturulan devletlerin ve sınırların bölgeye kalıcı barış getirmek bir yana, istikrarsızlığı körüklediği ve sorunları büyüttüğü biliniyor. Stratejik-ekonomik öneminden dolayı emperyalist bölüşümün kurtlar sofrası olagelen Ortadoğuda, topraklarından sürülen ve en ağır koşullara tabi tutulan Filistin halkı, emperyalist ve gerici yaptırımların acısını çok yoğun yaşamış ve mücadele dinamiklerini güçlendirmiştir.
1929-36 yılları, Filistin halkının yoğun başkaldırılara giriştiği bir dönemdir. İngiliz sömürgeciliğine ve Yahudi göçüne karşı verilen mücadelede 1936 yılı, tepkilerin doruğudur. Üç yıl süren ayaklanma, emperyalizmden bağlarını koparamayan dinsel gerici önderlik nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı. Yahudilere karşı mücadelede dinsel gerici ideoloji öne çıkartıldı. Modern devrimci bir önderlikten yoksunluk, halk ayaklanmasının İngilizler tarafından bastırılmasıyla sonuçlandı.
Ayaklanmanın bastırılmasının ardından siyonist politikalar daha rahat uygulama alanı buldu. İkinci emperyalist savaş sonrasında Yahudilere yurt bulma girişimi 1948de Birleşmiş Milletlerde resmiyet kazandı ve Filistin sorunu bir üst boyuta sıçradı.
Emperyalist devletleri arkasına alan saldırgan İsrail devleti, bir taraftan Ortadoğuda emperyalizmin koçbaşı görevini üstlenirken, diğer taraftan topraklarını sürekli genişleterek varolan sorunlara yeni halkalar ekledi. Bölgede İsrailin yayılmacı saldırganlığına karşı birlik oluşturmaya çalışan Arap devletleri ise, halkların anti-emperyalist bilincini törpülemek amacıyla Arap milliyetçiliğini öne çıkartan politikalar güttüler. Emperyalizm ile bağlarını sürdüren bu gerici devletlerin birlik ve mücadelelerinin sınırları bellidir. Arap milliyetçiliği ve dinsel gericilik çerçevesinde bir siyonizm karşıtlığı, özellikle dünyadaki güç dengelerinin değişimi ardından dar bir alana sıkıştı. Arap savaşlarının ardından İsraille yapılan anlaşmalar, bir biçimde statükonun tanınması anlamına geldi.
Fakat Filistin halkı özgürlük mücadelesini bırakmadı. Ve bölge halklarına olduğu kadar diğer ezilen halklara da özgürlük tutkusunu taşıma misyonunu yerine getirdi.
1993de Osloda başlayan sözde barış süreci, Filistin halkının özgürlük istemine yanıt olmak bir yana, bölgede emperyalist çıkarların daha da derinleştirilmesi anlamına geliyordu. Ardından taviz üzerine taviz istendi. Filistinin bütün şehirlerinin pratik denetimi İsraile geçti. Bu Filistin topraklarını tecrit etme ve ablukaya alma olanağı demekti ve bu olanak kullanılıyor. Barış süreci adı altında baskı ve gasplar artırıldı. Bunun önemli bir bölümü FKÖ önderliği eliyle yaptırıldı. Hedef, ceza ve baskı politikalarıyla bir halkı teslim almak ve özgürlük davasından vazgeçirmekti. FKÖ önderliği teslimiyeti kabul ettikçe, ABD-İsrail gericiliği daha da cesaretlendi. Bir halkın özgürlük tutkusunu yok edebileceklerini sandılar. Oysa bu halk yılların mücadele birikim ve deneyimine sahipti. Bu halk yıllarca büyük bedeller ödeyerek mücadele etmiş, 87lerde intifadalar gerçekleştirmişti. Bir halkın özgürlük ateşinin sonsuza kadar söndürülebileceğini düşünmek, emperyalistlerin gerçekleşme şansı olmayan gerici hayali olabilirdi ancak.
İşte 2000e gelindiğinde, Filistin halkı intifadasını daha da büyüterek ABD barışına yanıt veriyor. Bu, bir halkın özgürlük tutkusunun yokedilemeyeceğinin kanıtıdır.
İntifadanın aynı zamanda FKÖ önderliğine karşı olduğunu söylemiştik. FKÖ önderliğinin emperyalist dayatmalara teslimiyet politikasının sonu tam bir iflas olmuştur. Filistin halkının son çıkışı bu politikalara daha fazla yedeklenmeyeceğinin eylemli ifadesidir. Taviz üzerine tavizler eşliğinde halka vaadedilenlerle gerçekler arasındaki mesafe somut sonuçlarıyla ortaya çıkmıştır.
Arafatın önderliğinde kurulan rejim siyasi olarak iflas ettiği gibi, halkın yaşadığı ekonomik yıkım gelişen hoşnutsuzluğun diğer nedenidir. Yolsuzlukların ayyuka çıktığı, sefaletin derinleştiği, bürokrasinin bütçeden aldığı payın yüzde 60lara vardığı bir rejimde halk yalan ve vaadlerle kandırılamaz ve kandırılamamıştır. Filistin halkı tercihini emperyalist barıştan yana değil özgürlük mücadelesinden yana yapmıştır. Bu tercihte FKÖ yönetiminde kurulan rejimin halka yaşatmış olduğu sefalet de belirleyicidir. Düne kadar Filistin polisinin kendi halkına karşı kullandığı kurşunlar da unutulmamıştır. Bu da göstermektedir ki, emperyalist politikalara teslim olan, ondan kopuşu gerçekleştiremeyen bir önderlik adaletli bir sistem kuramaz. Ve uygulananlar eninde sonunda kendi önderliğine de yönelen bir savaşımın ateşleyicisi olur. Filistin örneği bu açıdan da ulusal kurtuluş mücadelelerinin kalıcı çözümünün ne olduğuna çarpıcı bir örnektir.
Şimdi FKÖ önderliği yükselen dalganın önüne geçemediği içindir ki, yıpranan önderlik misyonunu bu dalga üzerine binerek onarmaya çalışıyor. Fakat ilk fırsatta yine Filistin halkının mücadelesinin önüne geçmeye çalışacaktır. Emperyalizmle girdiği ilişki, ona daha farklı davranma imkanı vermemektedir.
Devrimci önderlikten yoksunluk mücadelenin en temel zayıflığıdır. Bölgedeki gerici dinsel örgütlenmeler bugün için öne çıkmış olsalar da, halkı sefalet ve yıkımdan kurtaracak politikalara sahip değillerdir. Dinsel temelde İsrail karşıtlığı üzerinden politikaların ve kurulan rejimlerin örnekleri Ortadoğuda fazlasıyla mevcuttur. Neye çare olabildikleri bölge halklarının deneyimleriyle açığa çıkmıştır. FKÖnün yarattığı boşluğu doldurmak üzerinden kendilerine alan açmaya çalışan gerici örgütlenmelerin başarısı da ancak geçici olabilir.
Yeni intifadanın 87yi aştığını bugün burjuva medya dahi teslim etmek zorunda kalıyor. İntifada Filistinin bütün şehirlerine yayıldığı gibi, İsrail topraklarını da kapsamıştır. 87den farklı olarak nicel katılım da oldukça ileridir. Süreç mücadele dinamiklerini mayalamış ve son gelişmeler bu birikimi açığa çıkarmıştır.
Bir halkın belleğinin kolay kolay silinemeyeceği, aynı zamanda eylem biçimleri üzerinden kanıtlanmaktadır. 87de İntifadaya girişen halk bugün eylemini daha da geliştirerek ortaya koymaktadır. Salt emperyalist dış odaklara karşı değil, kendi teslimiyetçi önderliğine de yönelmektedir.
Bu deneyimi her açıdan doğru değerlendirmek gereklidir. Özellikle kardeş Kürt halkının Filistin deneyiminden çıkartacağı dersler çok önemlidir. Kürt halkının çok daha ağır koşullarda girdiği süreci Filistin halkı tamamlamaktadır. Deneyimlerden yararlanılabilinirse, bu acıları tekrar yaşamak gerekmeyebilir. Kaldı ki bu topraklarda bunun olanağı fazlasıyla mevcuttur. Komünist işçi partisinin varlığı bu bakımdan da büyük bir olanaktır.
Filistinde son gelişmelerle birlikte bölgede ve dünyada kitlesel gösteriler gerçekleşti. Bu salt Arap milliyetçiliği ya da müslümanlıkla açıklanamaz. Filistin halkı anti-emperyalist birikimin ortaya çıkışının yeni ve anlamlı bir vesilesi oldu. 2000 yılı boyunca dünyanın değişik yerlerinde süren anti-emperyalist gösterilere bu kez Filistin halkı soluk taşıdı.
Ortadoğuda her zaman anti-emperyalist bir mücadele dinamiği olduğu biliniyor. Hiç kuşkusuz bu, emperyalizmin bölge halklarına yaşattığı acı ve yıkımdan bağımsız değil. Onca zengin petrol yataklarına karşın sefaletin diz boyu olduğu, gelir dağılımındaki uçurumun her geçen gün açıldığı, en ufak bir başkaldırıda tepelerine bombaların yağdığı bir bölgede anti-emperyalist bir damarın olmaması mümkün değildir. Bunun dönem dönem dinsel görünümler alması yanıltıcı olmamalıdır. Önderlik boşluğu bugün için dinsel gerici örgütlenmeleri öne çıkarmıştır. Öte yandan, anti-emperyalist mücadeleyi ciddiyetle yürüten modern devrimci örgütlenmeler de hep olmuştur.
Filistindeki son gelişmeler, Ortadoğuda emperyalist çıkarlar doğrultusunda statükolar oluşturmanın sanıldığı kadar kolay olmadığını, öte yandan emperyalist egemenlik koşullarında gerçek ve kalıcı bir barışın mümkün olmadığını göstermiştir. Ortadoğuya da kalıcı ve gerçek barış ancak birleşik bir sosyalist cumhuriyetle gelecektir. Bugün Filistin halkı emperyalist barışın sonunu hazırlamaktadır. Yarın bölgenin emekçi sınıfları ve ezilen halkları birlikte sosyalizmde gerçek barışı tesis edeceklerdir.