Sağlık Emekçileri Sendikası (SES), 14-15 Ekimde 3. Olağan Genel Kurulunu yaptı. Görünen o ki SES, içindeki devrimci dinamiklerle tekrar eski günlerine dönmenin ve yeniden KESKin yaramaz çocuğu olacağı dönemin haberini veriyor gibiydi.
Devrimcilerle reformistler arasındaki kalın çizgiler, Genel Kurul salonuna girerken belirginleşmeye başladı. Polisin salona girişte üst aramasına sessizce teslim olan refomistlerin karşısında, devrimciler salona polis barikatını aşarak girmişlerdir.
Genel Kurul oldukça sessiz ve coşkusuz geçiyordu. Ekonomik nedenlerle Kurulun iki güne sığdırılması, gereksiz zaman kaybedilmesi, Genel Kurulun, sendikanın yeni dönem politikalarını belirlemekten oldukça uzak olduğunu gösterirken; delege çoğunluğunu elinde bulunduranların günlerdir bitmeyen ucuz pazarlıkları da, SES açısından durumun ne kadar vahim olduğunu gösteriyordu.
SES, sessiz sedasız bir Genel Kurul geçiriyordu ki ilk kıpırtılar gelmeye başladı. Devrimci yapılardan delegeler bir bir söz almaya başladılar. Bir delege; Size öneri sunmayacağım, bizim tüzüğümüzde insan hakları ihlallerine karşı mücadele edilir diyor. Ulucanlar katliamı, F tipi hücreler insan hakları ihlalleri değil mi? SES bunun için neden platformlarda yer almamıştır diye soruyordu, cevabını alamasa da. Sloganlar yükseliyordu. Devrimci tutsaklar onurumuzdur!, Hücreleri parçala tutsaklara sahip çık!, Yaşasın Ulucanlar direnişimiz! diye. Devrimciler az sayıda da olsalar Genel Kurulun suskun havasını değiştirmeye başlamışlardı.
Derin tartışmalara ve gerginliklere neden olan diğer bir olay da, şubelerden birinin; neden kurulduğu açık seçik belli olan, birçoğumuzun üzerinde baskı oluşturan, emek düşmanı faşist Kamu-Sen ile herhangi bir birliktelik ve eylemde bulunulmaması ve bu yapının teşhir edilmesi için verdiği önergenin oylanmasında yaşandı. Kabul oyunun red oyundan fazla çıkması, tartışmalara neden oldu. Önerge karşıtı reformistler, sayımı yapan arkadaşlara güvenmediklerini söyleyerek sayımın tekrarlanması istedi.
Bu arada dışarıda kulis çalışmaları yapan delegeler salona çağırıldı, oylama yeniden yapıldı. Salona giren delegeler önergenin ne olduğunu bile bilmeden grupçu yaklaşımlarla önergenin reddi için oy kullandılar. Bu arada Faşizme geçit vermeyelim!, Devlet güdümlü sendikaya hayır!, MHP güdümlü sendikaya hayır!, Faşizme karşı omuz omuza! sloganları uzun bir süre atıldı, alkışlı protesto başladı. Önerge oy çokluğu ile reddedildi. HADEPlilerin çekimser kalmaları da devrimciler tarafından tepkiyle karşılandı.
Ama asıl bardağı taşıran son damla EMEPlilerin blok oy kullanma önergesiyle başladı. Nispi seçim sistemine red oyu veren anti-demokratik yapı, şimdi blok seçim istiyordu. Belliydi ki ÖDP, EMEP, HADEP ilkesiz bir ittifak kararı almıştı. Ancak birbirlerine güvenmiyor, işlerini sağlama almak istiyorlardı.
Böylesine ilkesiz ve samimiyetsiz bir ittifakın önce SESe, ardından KESKe verebileceği bir şey yoktu bizim açımızdan. Son iki yıldır bu omurgasız yapıların yönetimde olması, SESi sinsi bir çürümeye doğru götürüyordu. İlk tepkiler Kahrolsun sendika ağaları!, Direne direne kazanacağız!, Kurtuluş devrimde, kurtuluş sosyalizmde!, Faşizme karşı omuz omuza! sloganları atılarak başladı. Dilek ve temenniler için kürsüye çıkacak adaylar ile MYK adayları sıralarını beklemeden (MDB memurları hariç), kürsü işgalleriyle adaylıktan çekildiklerini açıkladılar. Kimi devrimci delegeler ise; Madem EMEP, HADEP ve ÖDPliler böyle bir ittifak yapacaktınız, neden bizleri buralara kadar çağırdınız. Genel Kurula gerek yoktu. Masa başında da bunu yapabilirdiniz. Yazıklar olsun size. Bizlere karşı bir sorumluluk duymuyorsunuz, utanmanız da kalmamış. Hiç değilse şurada duran onur üyelerimizden (onur üyelerimiz; Behçet Aysan, Ayşenur Şimşek, Necati Aydın) utanın, birazcık onurunuz varsa, diye hesap soruyordu.
Yeniden alkışlar ve sloganlar salonu inletmeye başladı. Devrim şehitleri ölümsüzdür! Behçet Aysan ölümsüzdür! Necati Aydın ölümsüzdür! Ayşenur Şimşek ölümsüzdür! sloganları atılırken, bu iğrenç ittifakın yapılarından çıt çıkmıyordu. HADEPliler Necati Aydın onurumuzdur diyemiyordu.
Elbette onurlarını ayaklar altına almayanlar da vardı. Onlar da bizimle salonu terkediyordu. Divan görevlilerinden biri, bu kadar iğrençliğe ortak olmayacağını söyleyerek, divandan istifa ediyordu. Sandık sayımında görevli Ankara delegelerinin birçoğu geri çekildi.
Bizler 3. Olağan Genel Kuruldan başımız dik ve devrimci onuru koruyarak çıktık. Geriye dönüp baktığımızda omurgasız yapıların simsiyah kirliliği ve şekilsizliği gözüküyordu.
Daha dün Olağanüstü Genel Kurula giderek HADEPlileri SESten tasfiye etmeye çalışan, birçok yerde bunlarla birlikte durmaktan kaçınanlarla bugün HADEPin aynı ittifakta yer alması, HADEPteki çürümenin göründüğünden daha derin olduğunu gösteriyordu.
SESin bu kongresinde başarıya ulaştıklarını zanneden reformist güruh, sendikamızı babalarının tekkesi gibi kullanamayacağını kongredeki devrimci kararlılığımızla anlamış olmalıdır. Bir dahaki genel kurul bu reformist güruhun sonu olacaktır.
Kahrolsun reformizm, yaşasın devrim!
Tek liste ile eski yönetim tekrar seçildi, herhangi bir muhalefet girişimi yaşanmadı.
Kongreye izleyici olarak DİSKe bağlı bazı sendikaların yanısıra, Türk-İşe bağlı Petrol-İş ve TÜMTİSten, ÖDP, SİP, İPten katılım vardı. Ayrıca BMSnin örgütlü olduğu işyerlerinden işçi grupları ve delegeler vardı.
Kongrenin havasına dönük söylenebilecekler özetle şunlar: Rıdvan Budak sendikanın eski değil, eskimeyen başkanı ilan edildi. Ve katılımcıların hiçbirinden en ufak bir tepki gelmedi. Rıdvan Budak, iş güvencesi ve işçilerin sorunları üzerine yaptığı demagoji yüklü konuşmasının sonunda, daha fazla sendikacıyı kendisi gibi siyaset yapmaya ve meclise girmeye çağırdı. İşçilerin buna karşı duyarsızlığı karşısında fırçalayıcı konuşmalar bile yaptı. Kongreye girerken ve çıkarken Birleşik Metal-İşin sendikacıları ve delegeleri tarafından alkışlar eşliğinde karşılandı ve uğurlandı. Hatta DİSKin birkaç ay önce yapılan kongresinde yuhlamalar ve pretostolar kınandı ve kendini bilmez birkaç kişinin eylemi olarak değerlendirildi. Bu anlamda oldukça planlı ve denetimli bir kongre gerçekleştirildiği söylenebilir.
Örgütlü olunan işyerlerinin tamamından temsilci veya baştemsilciler konuşma yaptılar. Bu konuşmalar üzerine gözlemimiz, konuşmaların önceden hazırlandığı; genel doğruların tekrarlandığı, sınırlı birkaç örneğin dışında hayattan, yaşananlardan çok fazla bahsedilmediğidir.
Bu noktaya biraz değinmemiz gerekiyor, işyerlerinde, işçinin dünyasında yaşanan sorunlar dile getirilmedi. Genel doğruların tekrarlanması gereksiz midir diye sorulacaktır? Evet, gereklidir. Ama İzmirdeki metal işçileri açısından örgütlü olunan veya yeni örgütlenilen yerlerde o kadar ciddi sorunlar yaşanıyor ki, tabanda öyle bir kaynama var ki... Öncü işçiler biçiliyor, sendikal örgütlülüğün altı boşaltılıyor... Sürekli bir kan kaybı, %10 barajı 10,7 ile kılpayı aşılıyor. Ve içinden geçtiğimiz dönem öyle bir dönem ki, fabrikasından katılan bir işçinin daha somuttan gitmesi, yuvarlak değil daha somut konuşması beklenir.
Bunun böyle olmaması şaşırtıcı da değil. Ön süreçte yaşanan durum kendisini kongreye de yansıtıyor. Bir işçi kendini en doğal bir şekilde nasıl ifade eder veya bir topluluk önünde nasıl bir konuşma yapar? Genelleştirmiyoruz ama, tezgah başında arkadaşıyla konuşmasının yarısı küfürlüdür, kahvede okey başında, mahallede... Ama bir topluluk karşısında neyi nasıl söyleyebileceğini bilemez, yani konuşma yapmış olmak için konuştuğu zaman, ne söylediğini kendisi de pek anlayamaz. İşçilerin siyasal bilinç ve bunu konuşmaya dökme yönündeki zayıflıklarının mücadele süreçlerinde aşılabildiğini biliyoruz. Onların en doğal ve tutarlı konuşmalarını tam da mücadelenin ateşi içerisinde yaptığını biliyoruz.
Kongrelerde benim anlayamadığım bir durum da; çalışma raporlarıyla ilgili gündem maddesinin uzun olduğu ve zaman alacağı gerekçesiyle üzerinde durulmadan, okumadan oylamaya sunulması ve böylece tümden geçiştirilmesidir. Bu birçok yerde böyle yapılıyor. Yani icraat önemsenmiyor da gemi boş laflarla yürütülmeye çalışılıyor.
Ön süreçte yaşananlar üzerine de birkaç nokta. Örgütlü olunan işyerleri küçük fabrikalar. Azımsanmayacak sayıdaki fabrikada örgütlenme çalışması yürütüldü. Konteynır, Türkiyede ender örneklerden birisidir; 500 üzerinde işçinin tamamına yakını Türk Metalden istifa ederek Birleşik Metal-İşe geçmişlerdi. Arkasından bir işçi kıyımı yaşandı ve bu mücadeleyi yaratan motor güç, öncü işçiler, işveren tarafından temizlendi. BMC, İzmir metal işçilerinin kalbi durumundaki bir fabrika; 98deki patlamada çoğunluğu Türk Metalden istifa ederek Birleşik Metale geçmişlerdi, ama sonrasını hepimiz biliyoruz, kapsamlı bir kıyım yaşandı. Dikkan, tamamen tasfiye oldu, Şenkaya, Polkima, Beşer Balata... hemen hemen tamamında saldırılar yaşandı. Kapitalist işverenin denetim altına alamadığı, mücadele açısından motor rol oynayabilecek eli ayağı düzgün ne kadar işçi varsa neredeyse tümü kıyımdan geçirildi.
Kapitalistler sendikal örgütlülükten korkuyorlar. Uzlaşmacı sendikacılığın varlığı veya yokluğu onlar için çok fazla bir şey ifade etmiyor. Rahatsızlık duydukları öncü işçiler ve örgütlü kesime saldırmaktan geri durmadılar, durmuyorlar.
İzmirde sınıfın öncü kesmine dönük bu saldırılar karşısında (Dikkan dışında) Birleşik Metal-İş cephesinden basın açıklamaları dışında harhangi bir gelişmeye tanık olmadık. Önümüzdeki sürecin daha ağır geçeceği kesindir. Militan öncü kuşağı kazanmadan başarılan bir örgütlülüğün sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap vermesini beklemek hayalcilikten öte gerçekleri görmemek olacaktır.