Bir belgeselin gösterdikleri
Belgesel denilince insanların aklına tarihi, kültürel, biyolojik, sanatsal, vb. çok değişik yelpazenin bir kanadını inceleyen yapıtlar akla gelir.
Bu kez bu yelpazenin politik kanadı üzerine kurulu bir belgesel. Tarih 14 Temmuz 2000. Ne ilginçtir ki Fransız İhtilalinin başladığı günün 211. yıldönümü. Konu; bir önder. Bahsedilen, büyük devrimin önderi Leninin belgeselidir. Belgeselde Leninin hayatı, silah arkadaşları, hastalığı, hastalığı sırasında yaptıkları anlatılıyordu.
Özellikle özel yaşamına uzun bir kesit ayrılması dikkat çekiyor. Bir takım mektup, yazı gibi şeylere bakılarak özel yaşamına ulaşılıyordu.
Belgesel, Leninin silah arkadaşlarıyla fikir ayrılığına karşın büyük Ekim Devrimini aceleye getirmesini (ki bu belgeselde kullanılan tabirdir) hastalığına bağlıyordu. Leninin kızıl terörü arttırdığına dair ilginç açıklamalar yapılıyordu. Bildik karalama kampanyası dozajını arttırarak devam ediyor. Eşi ve parti üyesi bir başka kadın etrafında şekillenen konuşmalar da bu kampanyaya eşsiz bir katkı sunuyor. Bir ara karalama kampanyasına ara veriliyor. Büyük bir ihtimalle durumu dengelemek için, Leninin döneminde çocuk olan insanlara söz veriliyor. Bu insanlar her defasında büyük devrimciyi saygıyla anıyor, ona şükranlarını sunuyorlar.
Belgeselin bir bölümünün dönemin nesnelliğine dayanılarak anlatılması, geri kalan koca bir bölümün karalama niyetinde olmasını değiştirmiyor. Bir grup aydın-araştırmacı tarafından yapılan belgeselin ana temasına baktığımızda, kişilerin özel yaşamından çıkarılan bulgular, yanlışlıklar, insanların gerçek geleceği ve mutluluğa ulaşabilmelerinin biricik yolu ve çözümü olan sosyalizme kara çalmak için kullanılıyor. Ama aynı belgeselde sosyalizmin tüm insanlık için neden kötü olduğuna dair bilimsel anlamda bir tek gerçek ve inandırcı ibareye ya da kanıta ratlayamıyorsunuz.
Bu kötüleme çalışmalarının niyeyse(!) tam da kitlelerin mücadele açısından canlanma eğilimi gösterdiği, o ölü toprağını üzerinden atmaya başladığı zamanlarda olması çok ilgi çekicidir. Yakın zamana bir iki somut örnek çerçevesinden bakarsak, söylenenler daha iyi anlaşılır. Yine bir grup dönek aydın-araştırmacı tarafından hazırlanan bir kitap, Komünizmin Kara Kitabı. Burada bir devrim isteğinden kaynaklı tüm ilerici savaşların faturası sosyalizme ve Sovyetler Birliğine kesiliyordu. Hürriyet gazetesi bu kitabın üzerine çok konuşulacağına ilişkin yeni yeni balonlar şişiriyordu. İsmini hatırlayamadığım bir satılık kalemşör tarafından, Marxın ekonomi teorileri ve tahlilleri üzerine sözde çürütücü olma iddiasıyla aydın lafazanlıkları ortaya atılıyordu. Ama bu yapay balon çok geçmeden patlayıverdi.
Bu burjuva uşaklarına, sermayenin bu besleme kalemlerine sormak gerekir; kapitalizmin temel ve onulmaz çelişkisini çözemeyeceğinize göre, sizlerden Marx, Engels ve Leninin yazdıklarını çürütmeniz değil, yalnızca küfür ve karalamadan başka ne beklenir ki?
Bu tür karalama kampanyalarına, belgesellere en iyi cevabı siyasal mücadele, akan tarih ve işçi-emekçiler veriyor. Kaldı ki burjuva iktisatçıları bile bazı ekonomi yayınlarında Marksın teorisinin bugünkü bilimsel gücünü ve değerini bir biçimde itiraf ediyorlar:
Daha geçen yıl, milenyum vesilesiyle, bizzat BBCnin yaptığı geniş çaplı bir anket çalışmasında, Marks son bin yılın en büyük düşünürü seçildi. Ayrıca dünyaca ünlü bir derginin yaptığı araştırmaya göre de Marx dünyanın en zeki insanı seçiliyor. Bu Marksın ve Marksizmin büyük gücüne bir göstergedir. Marks ve onun ortaya koyduğu sosyalizm bilimi insanlığın bilincine ve yüreğine silinemezcesine kazınmıştır. Engelsin Marksın mezarı başında söyledikleri, çoktan genel kabul gören bir gerçeğin en sade bir biçimde formüle edilişi haline geldi: Adı yüzyıllar boyu yaşayacak, eseri de!
İşçi-emekçiler ise kapitalizm gerçeğini Seattleda, Davosta göstermişlerdi, yeni binyılda da göstermeye devam edecekler. Çünkü dünya yeni devrimlere gebedir. Dünya işçi ve emekçilerinin daha da güçlenmiş savaşımıyla, bu savaşımların kaçınılmaz zaferleriyle yeni binyıla damgasını vuracaktır komünizm. Türkiyeli komünistler bu açıdan biraz şanslı. Çünkü bu topraklarda artık bir komünist parti ve uğruna tereddütsüz ölünecek davanın devrimci programı var. İşçi-emekçilerin bu program altında savaşarak zaferi söküp almaktan başka çareleri yoktur.
Yazılı materyallerin etkisi üzerine
fabrika gözlemleri
Türkiyede işçi sınıfını açlık ve sefalete mahkum eden asgari ücret, işçilerin hergün gündeminde olan son derece önemli bir sermaye saldırısıdır. Türkiyenin büyük bir bölümünün asgari ücretle geçiniyor olması, ev kirasına bile yetmeyen bu komik ücretin önemini bir hayli arttırır. Bu ücretin adına Eksen Yayıncılıkın bastığı popüler broşürlerde sefalet ücreti denildi. Sözkonusu broşürlerin dağıtımı ve etkileri üzerine, çalıştığım yerdeki gözlemlerimi aktarmak istiyorum.
Yazılı propaganda gözucu bakışıyla verimsiz görünebiliyor. Buna metinlerin uzunluğu (broşür, özel sayı vb.) veya Türkiyedeki okuma alışkanlığı zayıflığı ve kültür düzeyi düşüklüğü eklenirse, bu çaba daha da verimsiz görünebiliyor. Gerçekte ise bu bir önyargıdan başka bir şey değildir.
Gözlemlerim esnasında hiç bir işçinin broşürü tam anlamıyla okumadığını gördüm. Ama işçilerin az da olsa birşeyler kavradığı kesindir. Bu çalışmanın önemi zaten burada yatar. Örneğin bir işçi bildiriyi okuyup hemen devrimcileşmez. Bir şeyler kavrar, ve servet-sefalet uçurumunun yakın tanığı olduğu için, bunu kendi yaşamıyla birleştirir ve geliştirir.
Bunu örnekleyecek olursak; dağıtımın ertesi günü bir işçiye broşürü nasıl bulduğunu sorduğumda; sefalet ücreti tabi, doğru söylüyorlar! diyebiliyor. Şunu da bilelim ki, sözkonusu işçi muhtemelen broşürü henüz okumamış, sadece kapağındaki Asgari ücret= Sefalet ücreti başlığına bakmıştır. Burada sadece bir başlıktan ne kadar etkilendiğini ve bundan hareketle düşündüğünü yansıtıyor. Sefalet ücreti tanımlaması kuşkusuz ki asgari ücretin özüdür.
Bir bildiri metninin, Biz yağlı fabrika köşelerinde sürünürken, patron çocukları saraylarda yaşıyorlar cümlesi, işçileri birbirleriyle tartıştırabiliyor. Veya sendikanın gerekliliğini vurgulayan bir yazıdan hareketle, nasıl sendikalı olabiliriz tartışması olabiliyor. Bırakalım sendikanın gerekliliğini vurgulayan yazıları, sendika imzalı bir 1 Mayıs bildirisi bile, 1 Mayıs tartışmasından çok, sendika iyidir düşüncelerini olgunlaştırabiliyor.
Broşür dağıtımına işçilerin ilgisi birbirlerinden farklı yönlerde olabiliyor. Örneğin bazı işçiler için çarpıcı sözler, bazıları için Nazım Ustanın şiiri ilgi odağı oluyor. Bir işçi broşürdeki ülkeler arası asgari ücret sıralamasına değişik bir tepki gösteriyor. İnsaf be, en sonuncu olunur mu? diyor. Bunu devlete yönelik bir sitemle dile getiriyor. Burada bu durumda şemaların işçilerin dikkatlerini çektiğini görüyoruz. Fabrika müdürünün bir işçiye Çalışsana ya, ne öyle dikiliyorsun? azarlamasının ardından; işçinin ustabaşına gidip, Ya biz çalıştığımız halde fırçalanıyoruz! sitemine ustabaşının, Oğlum ne kadar çalışsan da burjuvalara yaranamazsın... esprisi işçileri güldürebiliyor. Gerçekten de burada bir espri var. Fakat bu esprinin bir kaynağı da dağıtılan broşürün ta kendisidir.
Broşürümüzün dil ve üslup bakımından işçilerin anlayabileceği, işçi dili ve vuruculuk bakımından son derece mükemmel olduğunu görebiliyoruz. Örnek olarak; ücret asgari, soygun azami, bir aylık ücretimiz, patronun çocuklarının bir günlük cep harçlığı vb. Bu vurgulu ve sade dil, işçilerin hem dikkatlerini çekiyor, hem de öfkelerini açığa çıkartıyor.
Kızıl Bayrak okuru bir işçi
|