İçindekiler:

25 Haziran 2022
Sayı: KB 2022/23

İşçi direnişleri ve sınıf hareketi
TÜSİAD ve AKP dalaşı
Yeni bir "açılım" sahtekarlığı mı?
AKP'nin Kürt sorunundaki "çözümsüzlüğü"
"Sansür Yasası"
Sermaye yargısı iş başında!
Pressan'da TM'ye yetki verildi
Kılıçlar'da asbest tehlikesi
Sınıf hareketinin dünü, bugünü ve imkanları
NATO, "yıllarca sürebilecek" bir savaş bekliyor
Kolombiya'da solun zaferi!
Zenginler göç yollarında
Uluslararası Ekonomi Formu
Almanya'da metalde TİS süreci başladı
BRİCS Zirvesi
Çorum Katliamı 42. yılında...
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Sınıf hareketinin dünü, bugünü ve imkanları

A. Murat

 

Ocak-Şubat eylemlilik dalgası

İşçi hareketi 2022 yılına birbirini izleyen fiili grevler ve eylem dalgası içinde girdi. Derinleşen ekonomik krizin çalışma ve yaşam koşullarında yol açtığı katlanılamaz sonuçların ürünü olan bu eylemlilik tablosu gelinen yerde hız kesmiş görünüyor. Ama eylemlere yol açan bütün sorunlar, daha da önemlisi ortaya çıkan dinamikler ve imkânlar olduğu gibi duruyor. Buradan hareketle hareketin geçici bir duraksama yaşadığını, koşullar böyle devam ederse önümüzdeki dönemde daha güçlü bir şekilde yeniden ivmeleneceğini söylemek mümkün.

Türkiye işçi sınıfı hareketinin nihayet başka bir düzeye ulaşarak yeni bir gelişme dönemine gireceğine dair umut ve beklentiler aslında sadece güncel eylemler tablosundan kaynaklanmıyor. İnişli çıkışlı bir seyir içinde olsa da işçi hareketinin uzun zamandır içinde bulunduğu cendereden bir çıkış aradığı, dahası bu çıkışı kolaylaştıracak öfke ve tepkinin alttan alta mayalandığı da bir gerçek. Sadece 2000’li yılların başından itibaren ele alınsa bile, SEKA, TEKEL, Greif, Metal Fırtına vb. onlarca örnek, bunlarla karşılaştırılacak ölçekte olmasa da gerçekleşen yüzlerce grev, eylem ve direniş, sınıf hareketinin göründüğü kadar da durgun olmadığını göstermektedir. Bu nedenledir ki ileriye doğru her bir gelişme, acaba sınıf hareketi yeni bir atılım dalgasının içine mi girdi sorusunu yeniden güncelleştiriyor.

Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal koşullar, uluslararası planda yaşanan ekonomik-siyasal krizler, bunların işçi ve emekçiler açısından yıkıcı sonuçları, en azından ilerici kesimlerde, sınıf hareketinin kendini bugünkünden çok daha güçlü bir biçimde ortaya koyacağına dair umut ve beklentileri güçlendiren bir diğer faktör. 

Tüm bunlar birlikte ele alındığında, yaşanan son eylemlik sürecinin çeşitli biçimler kazanarak süreceğini, yılların birikimi ile günün ağırlaşan koşullarının yenisini ve daha güçlüsünü hazırlayacağını düşünmek iyimser bir beklenti olmaktan çok somut olgulara dayalı bir belirlemedir. Emperyalist-kapitalist sistemin onulmaz çelişkileri, Türkiye kapitalizminin mevcut siyasal rejiminin çıkışsızlıkları ve sermaye sınıfının durmayacak olan saldırılarının er geç Türkiye işçi sınıfını daha güçlü bir biçimde sahneye çıkaracağına şüphe yok. 

Ancak yılların birikimi üzerinden önemli dinamiklerle ortaya çıkmış olsa da, son eylemlilik tablosunun bunun başlangıcı olup olmadığı konusunda bir öngörüde bulunmak kolay değil.

Bu sorunun cevabına dair bazı ön fikirler oluşturabilmek için bile, eylemlilikleri kendi içinde değerlendirmek, zayıf ve güçlü yanlarını ortaya koymak yeterli olamaz.

Dünyada ve ülkede yaşanan siyasal gelişmeler ve bunların muhtemel sonuçları bir yana, uzun bir dönemdir yaygın ve genel bir eylem kapasitesi ortaya koyamayan işçi hareketimizin bazı sorun alanlarını en azından yakın dönemin seyri içinde ele alabilmek ve son eylem dalgası ile birlikte toplam birikimin bunları çözmek için ne tür imkanlar barındırdığına ve ne tür yetersizlikler taşıdığına bakmak gerekir.

İşçi hareketimiz son kırk yılı ve Ocak-Şubat eylemlilik süreci

Emperyalist dünyanın ve yerli işbirlikçilerinin ihtiyaç ve kaygılarının ürünü olarak gündeme gelen 12 Eylül askeri faşist darbesinin en önemli sonucu, ‘70’li yılların gelişip büyüyen işçi hareketinin birikim ve mevzilerini bastırıp dağıtması oldu. Kendine özgü gelişim sürecinin yol açtığı handikaplara rağmen, ‘60’lı yıllardan itibaren yaşadığı sıçramayla modern bir düzeye ulaşan işçi hareketinin ‘70’li yıllardaki siyasallaşma ve devrimcileşme süreci, askeri faşist darbeyle birlikte kesintiye uğradı. Darbenin ardından büyük bir sarsıntı ve dağınıklık yaşayan işçi hareketi, ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren yeniden bir gelişim sürecinin içine girdi. Ön birikimiyle birlikte 1986’dan 1991’e kadar uzanan, 1989-91 arası dönemde tepe noktasını yaşayan bu gelişim süreci, Zonguldak madencilerinin Mengen barikatında durdurulması ve Körfez savaşının başlamasıyla sona erdi. 

Toplamında bu yeni eylem dalgası, bazı ekonomik kazanımların yanı sıra belli siyasal sonuçlara da yol açtı. Bunların en önemlisi, bu eylemlerin 12 Eylül darbesi öncesinde bizzat Turgut Özal tarafından hazırlanan 24 Ocak Kararları saldırısına yaklaşık on yılın ardından nihayet bir set çekilmesidir. Bu set hareketin geri çekilmesinin ardından aşama aşama yıkılmış olsa da, o dönem için işçi hareketinin önemli bir başarısı olmuştur. ANAP iktidarının düşürülmesinde ve o gün için sosyal demagojiyi etkin olarak kullanan SHP’nin önce belediye yönetimlerine sonra koalisyon ortağı olarak hükümete taşınmasında bu eylemler ve sonuçları önemli bir rol oynamıştır.

1989-91 Bahar Eylemleri dalgası, örgütlülük düzeyi ve dayandığı sınıf katmanları açısından Ocak-Şubat 2022 eylemliliğinden oldukça farklı özellikler taşıyordu. Sınıf içinde, eylem deneyimi ve siyasal bilinç olarak hala azımsanmayacak düzeyde sola ve sosyalist düşünceye açık bir kuşak vardı. Hareketin ana gövdesi kamu işletmelerine dayanıyordu ve bunlar Türkiye ekonomisi için önemli işletmeler konumundaydı. Harekete geçen bölüklerin kendi talepleriyle birlikte, bozulan yaşam koşulları ve baskı politikalarına karşı eylemleri, kısa süre içinde mevcut hükümete, onun şahsında siyasal iktidara yöneldi. İşyerlerine dayalı örgütlülükler, eylemlerin gelişiminde ve eylem biçimlerinde önemli bir rol oynadı. Bunun da ürünü olarak o günün mevcut sendikal yapıları eylemlerin önüne düşmek zorunda kaldılar. Ancak Zonguldak örneğinde görüldüğü gibi, kritik anlarda inisiyatifi elde tutmayı da başardılar. 

Türkiye tarihinin en yaygın grev ve direniş dalgası bu dönemde yaşandı. Bu 12 Eylül karanlığının aşılmakta olduğu bir dönemdi ve yasal haklar hala da çok sınırlıydı. İşçiler bunu fiili meşru eylem hattına dayanarak aştılar. Başta işyeri komiteleri olmak üzere değişik düzeydeki taban örgütlenmelerinin gücü ve inisiyatifi bunu başarmalarını kolaylaştırdı.

Yukardaki kısa özetlemeden de anlaşılacağı gibi, Bahar Eylemleri, en azından başlangıç aşamasında, bu yılın başındaki eylem dalgasına benzer yanlar içeriyordu. Ama hem bilinç hem de örgütlülük düzeyi olarak, bugünkü hareketi aşan özelliklere sahipti. İşçi sınıfı tek tek mevzilerde mücadele ederek yola çıkmış olsa da, daha başında itibaren genel bir eylemlilik sürecinin gidişatı değiştirebileceği ve en azından kaybedilmiş hakları geri alabileceği inancı, sınıfın ileri kesimlerine hâkimdi. Güçlenen eylem dalgasının genel grevi gündeme getirmesi bunun en somut göstergesiydi. Yaşanan kendi içinde bir ivmelenme, bir yükseliş dönemiydi. Ancak iç önderlik sorunlarının yanı sıra ülkede ve dünyada yaşanan gelişmeler onun kendi gerçek sonuçlarını üretmesini, sınıf hareketinin ‘80’li yıllarda kaldığı yoldan devam etmesini engelledi.

Sovyetler Birliği’nin dağıldığı ve ardından neo-liberalizmin işçi sınıfını fiziksel ve ideolojik olarak paralize etmeye yöneldiği 1991-99 arası dönem, işçi hareketinin bir geri çekiliş süreci içinde olsa da birleşik karakterini şu veya bu ölçüde yine de koruduğu bir dönem oldu. Döneme özelleştirme karşıtı mücadele ve sosyal yıkım saldırılarına karşı direniş rengini verdi. Kamu emekçilerinin sendikalaşma talebine dayalı güçlü eylemleri de bu dönemde ortaya çıktı. 

Körfez savaşını (1991) izleyen yoğun tensikat saldırısı, tabandaki öncü unsurları önemli ölçüde hareketin dışına itmişti. Geride kalan öncü kesimlerse, hareketin geri çekilmesinin yol açtığı kırılmanın da etkisiyle, hızla bürokratik sendikal anlayışın sol tandanslı dayanaklarına dönüştüler. 

Ortaya çıkan tekil mevzi direnişler, ardı arkası kesilmeyen sosyal yıkım saldırılarına karşı yasal mitingler biçimindeki toplu eylemler, hareketi canlı tutmakla birlikte, saldırıları püskürtmeyi başarabilecek bir sonuç elde edilemedi. Mezarda emeklilik ve tahkim yasalarına karşı başlayan eylemlilik dalgasının (1999), İzmit Depremi bahanesi ile sendikal bürokrasi tarafından ortada bırakılması ise, durgunluk ve geri çekilmeden dağılmaya doğru gidişin başlangıcı oldu. Bu aynı zamanda sendikal bürokrasinin harekete tam hakimiyet kurmasının yolunu da düzledi.

2000’li yıllardan bugünlere kadarki süreç içinde işçi hareketi TEKEL, Greif, Metal Fırtına vb. onlarca önemli mücadele yaşamış olsa da içinde bulunduğu parçalı dağınık yapıyı aşamadı. Ortaya çıkan önemli mücadele örnekleri birbirini tetikleyen ve böylece kendi sınırlarını aşarak genelleşen bir mücadele düzeyi ortaya çıkaramadı. Bu dönemde yaşanan eylemlerin bazılarının toplum nezdinde önemli bir heyecan, destek ve dayanışma görmesine rağmen, değişik sınıf kesimlerinin ortak bir mücadele zeminine evrilemedi. Bunun tek istinası Haziran Direnişi oldu. Fakat önemli sayıda işçi ve emekçiyi içine çekmeyi başaran bu büyük halk direnişine işçi sınıfı kendi istem ve talepleri ile bağımsız bir güç olarak katılmadı. Baştan aşağıya AKP ve onun tüm toplumu çürüten gericilik politikaları ile geçen 2000’li yıllar boyunca ülke sathına yayılan ciddi bir eylemlilik dalgası yaşanmadı.

2022 Ocak-Şubat aylarında yaşanan eylemleri özgün ve 2000’li yıllar boyunca yaşanan diğer eylemlerden önemli ölçüde farklı kılan en önemli olgu, iki ay gibi bir kısa sürede gerçekleşen eylem yoğunluğuydu. Türkiye’nin değişik yerlerine yayılan yüzü aşkın işçi eylemi gerçekleşti. Değişik biçimlerde kendini ifade eden öteki türden tepkiler ise çok daha fazla işletmede kendini gösterdi. 

Alım gücündeki büyük gerilemeye ve sürekli ağırlaşan çalışma koşullarına karşı Ocak zam döneminde başlayan eylemlerin birbiri ardına patlak vermesi aslında bir yanıyla hiç de sürpriz değildi. Ardı arkası kesilmeyen zamların yaklaşık 20 milyon insanı açlık sınırının altında bir gelire mahkûm ettiği, nüfusun yarısından fazlasının gelir düzeyinin yoksulluk sınırının altında kaldığı bir süreçte, ücret ve çalışma koşullarını iyileştirmek için yapılan eylemlerin yanı sıra zamlara karşı tepkilerinde yükselmesi aslında son derece anlaşılırdı. Şaşırtıcı olan, eylemlerin motokuryeler, çorap işletmeleri, tekstil fabrikaları gibi alanlardan başlayıp bir anda 50’den fazla kente hızla yayılması oldu. Genelde ücretlerde artış, çalışma koşullarında iyileştirme ve yer yer sendikal örgütlenme hakkı talepleri ile başlayan eylemlerin bir kısmı bazı kazanımlar elde ederek sona erdi.

Ocak-Şubat eylemlerinin bazı özellikleri

Yapılan kimi abartılı değerlendirme ve tespitlere karşın Ocak-Şubat eylemleri temelde yüksek enflasyon ortamında yoksullukla baş etmeye çalışan işçilerin ücretlerinin yükseltilmesi talebine dayanıyordu. Bıçağın kemiğe dayandığı bir dönemde, görünürde yüksek tutulan asgari ücret artışının yarattığı beklentinin de etkisiyle, daha iyi bir ücret talebinin yön verdiği eylemler, nesnel olarak elbette mevcut sömürü düzenine karşı oluşan bir birikim ve tepkinin ürünüydü. Ama tek tek eylemlere bakıldığında belirgin bir politik yön bulmak zordu. Talep ücretlerin yükseltilmesi olduğunda, doğal hedef muhatap kapitalistlerdi. Kendiliğinden birbirini tetikleseler de eylemler arasında (aynı bölgede yaşananlar da dahil) ortaklaşma eğilimi zayıftı. Direnişin işyeri zemininde kendi dar talepleri ile ortaya çıkması bunun en önemli nedeniydi. Eylemlerin bir kısmı daha önceden başlayan sendikal örgütlenme çabalarına dayansa da baskın özelliği bilinen sendikal süreçler ekseninde değil, fakat doğrudan sonuç almaya dönük fiili eylemler üzerinden şekillenmesi oldu. Bu, yaşanan hareketliliğin en önemli ve üzerinde en çok durulması gereken yanını oluşturuyordu.

Sendikal örgütlenmelerin şu veya bu ölçüde hareketin içinde olduğu alanlarda da işçilerin davranış biçimi iş durdurma, işgal gibi eylemlerle hızla sonuç almaya çalışmak oldu. Bazı eylemlerde siyasal ve sendikal güçlerin etkisi olsa da, Yemek sepeti, Trendyol gibi yerlerde komite ve benzeri örgütlenmelerin varlığına rastlansa da, eylemler genelde örgütlülükten yoksun bir tarzda kendiliğinden ortaya çıktı. Sendikalara karşı güvensizlik, kendi göbek bağını kesme eğiliminin yaygınlığı, hareketin bürokratik çarkın denetimine girmesini zorlaştırarak olumlu bir rol oynadı. Fakat öte yandan bu durum, özellikle kendi dar talepleri ekseninde parlayıp sönen eylemlerin sonrasına bıraktığı birikimi örgütsel açıdan sınırladı.

Eylemlerin yol açtığı “yeni” tartışmalar

Eylemler bir çıkış zemini arayan toplumsal muhalefetin önemli bir kesiminde ve sol harekette büyük bir heyecan yarattı. Bunun önemli bir nedeni, neredeyse bütün bir perspektifi AKP iktidarından kurtulmak olan sol hareketin öznelerinin, gelişen hareketin bu açıdan belirgin bir rol oynayacağını düşünmesinden kaynaklanıyor. Eylemlere dair tartışmaların önemli bir kısmının bu çerçevede yapıldığını söylemek gerekiyor.

İkinci olarak, eylemlerin motokurye, lojistik, dijital satış platformları, kargo gibi nispeten daha güvencesiz kesimlerden başlaması, çorap, Antep tekstil işletmeleri gibi kendine özgü bazı alanlarda yaygınlık kazanması, genelde geleneksel sendikal örgütlenmelerden bağımsız şekillenmesi, 1990’ların başından bu yana solu ve sol akademisyenleri etkisi altına alan “yeni işçi sınıfı ve emek hareketleri” tartışmalarını alevlendirdi. Geleneksel sendikal merkezlerin eylemleri sadece izlemesi, ortaya çıkan mücadele dinamiklerini desteklemekten uzak durmaları, sendikal örgütlenmenin yeni dönem işçi hareketlerine yanıt veremediği gerçeğinin yeni bir göstergesi kabul edildi. Emek merkezli tartışmaların bitmez tükenmez konu başlığı olan, yeni sınıf hareketi ve onun yeni örgütlenme modelleri tartışması yeniden gündeme taşındı.

Aslında bu tartışmalar uzun zamandır yapılıyordu. Teknolojik gelişmenin ürünü olarak fabrika kapitalizmi çağından bilişim ve hizmet kapitalizmi çağına geçildiği, buna eşlik eden neo-liberal saldırı politikalarının ve yeni türden esnek çalışma biçimlerinin farklı bir işçi sınıfı yaratmaya başladığı vb. tezler, akademik çevrelerde ve solda uzun dönemdir revaçta. Bu görüşleri, dayandığı argümanları ve uluslararası düşünsel dayanaklarını ele almak burada mümkün olmasa da, konumuzla bağlantısı içinde birkaç noktanın altını çizmekte fayda var. 

Birincisi, bu tür görüşlerin gerisinde, otomasyon sürecinin üretimi basitleştirmesi ve üretimde istihdam edilen işçi sayısını azaltmasından kaynaklı olarak, kapitalist sistem için artık önemli olanın üretim değil de dağıtım, pazarlama, ulaşım ağı vb. olduğu bakışı yatmaktadır. Bu bakışın sonucu, bu alanlarda çalışan işçilerin artık mücadele açısından daha stratejik hale geldiğidir. Oysa ki pazarlama, satış, reklam vb. gibi alanların ancak ürünlerin üretilmesi ile mümkün olduğu tartışma gerektirmeyecek denli basit bir gerçekliktir. Marksist ekonomi politik esas alındığında, bu görüşlerin savunulması mümkün değildir. Bu alanlarda yaşanan sermaye yoğunlaşması, üretimin öneminin azalmasından değil kapitalist sistemin devresel krizlerinin şiddetlenmesinden dolayıdır.

Sınıf mücadelesi açısından bakıldığında, pandemi döneminin daha da büyüttüğü dijital satış platformları, kargo, lojistik gibi alanlarda istihdam edilen çalışan sayısının artması elbette önemli bir gelişmedir. Ama buralarda çalışanların temel davranış biçimlerine bakıldığında, bu kesimlerin önemli bir bölümünün işçileşme süreçlerinin yeni olduğu, sınıfsal kültürün oluşumundan henüz önemli ölçüde yoksun oldukları kolayca görülebilir. Bu durum yeni bir işçi sınıfı oluşumundan çok sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda büyüyen bazı alanlarda gerçekleşen yeni işçileşme süreçleridir. Bu tür yeni alanların kendine özgü istihdam biçimleri yaratması ya da başka alanlarda teknik nedenlerle kullanışlı olmayan bazı biçimlerin bu alanlarda denenmesi, elbette bu alanların örgütlenmesinde özgünlükler yaratır. Ama istihdam biçimindeki farklılıklardan ya da çalışma süreleri ve biçimleri konusundaki özgünlüklerden yola çıkarak, bu alanlardaki işçileri “yeni işçi sınıfı” vb. tanımlamalar altında da olsa işçi sınıfından koparmak, hem bilimsel açıdan yanlıştır hem de politik açıdan sorunludur. 

Bir diğer abartılı yaklaşım ortaya çıkan eylem biçimleri üzerinden sergilenmektedir. Bu yeni örgütlenme ve eylem biçimlerinin sınıf mücadelesi açısından elbette bir anlamı vardır. Ancak eğitim düzeyindeki nispi yükseklik, işyerlerinin şehir merkezlerinde olmasının ve serbest hareket kabiliyetinin getirdiği görünürlük, nihayet mücadele ile yeni tanışmanın getirdiği esneklik gibi özelliklerin bir araya gelmesinin ürünü olan bu eylem biçimlerine abartılı anlamlar yüklemek yanlıştır. Bunların genelleştirilip, sınıf hareketin önüne “eskiyi aşan yeni mücadele biçimleri” olarak konulması da mümkün değildir. Zira ne bu biçimler temelde yenidir, ne de model olarak sınıf hareketinin toplamı için ön açıcı ve sonuç alıcı yollar sunmaktadır. Bu eylemleri alanların kendi özgünlükleri ve buna dayalı işlevleri üzerinden ele almak gerekir.

Popüler, sınıf dışı kitleleri de içerebilen, yalnızca üretim süreçlerini değil dağıtım ve tüketim süreçlerini de hedefleyen eylem türleri, sınıf mücadelesinin bir parçası oldukları ölçüde elbette küçümsenemez. Nitekim bu topraklarda bunun pek çok örneği vardır. Hemen her büyük işçi eylemi kendi özgünlüklerinin ürünü değişik eylem biçimleri ve buna dayalı yaratıcı yol ve yöntemler geliştirmiştir. (Örneğin, sınıf hareketimizin üçüncü önemli yükseliş dönemi olan Bahar Eylemlerinin başvurduğu biçimler, hareketin popülerleşip toplumun diğer kesimlerine yayılmasında epeyce etkili olmuştur.)

Bu konuda son olarak söylenmesi gereken şudur. Yalnızca Türkiye solunda değil dünya solunda da kendini gösteren, mevcut olandan ayrı yeni bir işçi sınıfı tanımlaması ve bu “yeni” olanı “eski” addedilenin karşına koyma eğilimi oldukça yaygındır. Sınıf hareketinin bugünkü geri mücadele düzeyinden de beslenen, işçi sınıfına ve onun mücadelesine duyulan pratik güvensizliğin teorik dışavurumu olan bu bakış açısının esas kaynağı ideolojiktir.1

Gelişen hareketliliğin sendikalara, en azından geleneksel sendikal merkezlere uzaklığından yola çıkarak, bunun sendikaları aşan yeni örgütlenme biçimlerini gündeme getirdiği yaklaşımına da ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Düşük ücret zamlarına ve bu vesileyle kötü çalışma koşullarına karşı harekete geçen işçilerin hızla sonuç almak için doğrudan eylem biçimlerine başvurması, bunu yaparken de kendileri için kıllarını kıpırdatmayan sendikalara güvensiz yaklaşması anlaşılırdır. Hele ki bürokratik sendikal kastın iyice sınıftan koparak on yıllardır bütün mücadele dinamiklerini dumura uğrattığı bugünün koşullarında... Ancak eyleme geçen işçiler, ileri sürülenlerin aksine, birçok yerde mevcut sendikal anlayıştan farklı olduğunu düşündükleri bağımsız sendikal yapı ve oluşumlara yönelmişlerdir. Bağımsız sendikaların eylemlerde öne çıkmasının temel nedenlerinden biri de budur. 

Son eylemlerin kendi başına bu sektörlerin sınıf mücadelesinin yeni dinamikleri olduğu tezini kanıtladığına dair görüşlerin, bu eylemlerin esas kitlesinin çorap, tekstil ve gemi söküm gibi alanlardaki işçilerin “eski işçi sınıfı” içinde yer aldığı gerçeğini bu kadar kolay göz ardı etmesi akıl almaz bir tutumdur. Üstelik, eğer sendikal bürokrasinin ihaneti olmasa, metal toplu sözleşme sürecinde bundan çok daha fazlasının yaşanabileceği de son derece açık bir gerçek iken.

Ortaya çıkan hareketi yerli yerine oturmak ile onun ihtiyaç duyduğu öncü müdahale arasında doğrudan bir bağ olduğu açıktır. Sınıf hareketinin neden son yirmi yılda bir çıkış yapamadığını ve gerçekleşen Ocak-Şubat eylemlerinin bu açıdan ne tür bir sürece işaret ettiğini ayrıca ele alıp değerlendirmek gerekecek.

_______

1 Bunlar arasında en ilginç olanı son eylemlerin etkisiyle gündemleşen “prekarya” kavramıdır. Diğer post marksist kavramlar gibi neyi tanımladığı pek belli olmayan, isteyenin istediği gibi daraltıp genişletebileceği bu kavramla, son tahlilde güvencesiz çalışan işçilerin ve daha çok plazalarda çalışan güvencesiz beyaz yakalıların kastedildiği anlaşılmaktadır. Sol hareketin bir kesiminin çoktandır kullandığı bu kavram, tarihsel mücadele sürecinden bağımsız olarak, işçi sınıfını (proletaryayı) güvenceli ve düzenli çalışan bir sınıf olarak ele almakta ve güvencesiz olarak geleneksel olmayan istihdam biçimlerinde çalışanları ayrı bir kesim olarak tanımlamaktadır. Sınıf mücadelesinin yeni sürükleyici gücü olarak, işçi sınıfının ana gövdesinin karşısına koymaktadır.

(www.tkip.org)