İçindekiler:

27 Mart 2022
Sayı: KB 2022/12

TKİP'nin 1 Mayıs çağrısı!
Tarihsel ve sınıfsal özüne uygun 1 Mayıs
MİB: 1 Mayıs'a
Emperyalistlere uşak, emekçilere düşman
Yeni kara delik Çanakkale Köprüsü
İstanbul'da coşkulu Newroz!
İllerde Newroz coşkusu
Ukrayna savaşı ve işçi sınıfı
AB'nin "Stratejik Pusula"sı
Ulusal sorun ve toplumsal devrim / 2
Dersim GKB'den Veli Gültekin
Kızıldere Direnişi yarım asırdır sürüyor!
NATO ABD'nin savaş politikasını onayladı
Zelenski'nin "dizi filmi"
Savaş Rheinmetall'ın kasasını dolduruyor
Onuncu Küresel İklim Grevi
Dünya işçi-emekçi eylemlerinden...
2022 Dünya Su Raporu
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Ulusal sorun ve toplumsal devrim / 2

H. Fırat

 

(Tamamı ilk kez TKİP Merkez Yayın Organı Ekim’in Nisan 2013 tarihli 289. sayısında yayınlanmış olan metnin birinci bölümüne geçen sayımızda yer vermiştik…)

Gerçek bölünme sınıfsaldır

Abdullah Öcalan sık sık Türkiye sol hareketinin bağrında yetiştiklerini söylüyor. Kuşkusuz bu doğrudur. Nitekim bugünkü olumlu özelliklerinin önemli bir bölümünü buna, sol kültürel şekillenmeye borçludurlar. PKK eksenli Kürt ulusal hareketi hiçbir dönem Türk halkına herhangi bir düşmanlık çizgisi izlemedi. Bu olumlu tutum kuşkusuz PKK’deki sol mayadan geliyor. Kürt hareketinin liderleri Türkiye’nin sol kültürü içerisinde yetiştiler. Enternasyonalizm, halkların kardeşliği vb. konularda Marksizmden ciddi biçimde etkilendiler.

Hala da Kandil’deki PKK yöneticileri kendilerince marksist bir terminoloji kullanırlar. Sınıflardan konuşurlar, siyasal güçlere sınıfsal anlam atfetmeye çalışırlar, ilerici amaç ve niyetlerden söz ederler, Türkiye emekçi hareketine karşı sıcak duygular dile getirirler. Ama tüm bunlar yine de bugün izlenmekte olan çizginin yapısal zafiyetini ortadan kaldırmıyor.

PKK’nin yeni dönem stratejisi, düşük yoğunluklu bir savaşla Türk devletini masaya oturmaya razı etmeye dayanıyor. Bu stratejide Türkiye işçisiyle, emekçisiyle birleşmeye dair bir şey yok ne yazık ki. Türkiye işçisinin ve emekçisinin desteğini kolaylaştıracak, harekete geçirecek, kazanıp alacak herhangi bir politik yön yok burada. Birkaç sol aydını ya da bazı sol parti başkanlarını milletvekili yapmakla olacak şey değil bu. Yedeğine aldığı reformist sola siyasette alan açmaktan ve ondan kendi çizgisinde yararlanmaktan öteye bir anlamı yok bunun.

Yapmanız gereken daha farklı bir şey, eğer gerçekten Türk emekçisinin güvenini kazanmak ve desteğini almak istiyorsanız. Newroz’da İstanbul’dan yüzbinlerce kişi topluyorsunuz. Bu kitlenin hatırı sayılır bir bölümü fabrika işçilerinden oluşuyor. İşte bunları fabrikalarda sosyal mücadeleye yöneltin. Türk emekçisiyle birlikte, öteki milliyetlerden emekçilerle birlikte örgütlenmeye, mücadele etmeye, sendikalaşmaya, greve, direnişe çıkmaya teşvik edin. Onları sosyal mücadeleye, sınıflar mücadelesine etkin biçimde katılmaya çağırın. Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerinin sorunlarıyla ilgilenin.

Mecliste kürsüye her çıktığınızda salt Kürt sorunu üzerinden konuşmak zorunda mısınız? BDP neden büyük burjuvazinin birkaç on yıldır kesintisiz biçimde uyguladığı sosyal yıkım politikalarına karşı cepheden bir mücadele yürütmez? Emperyalizmin genel olarak Ortadoğu’daki ve şu sıralar da Suriye üzerindeki planlarına neden anti-emperyalist bir çizgiden karşı çıkmaz ve teşhir etmez. Kürsüye çıkıldığında neden yalnızca Kürt sorunu üzerinden konuşmakla sınırlar kendini? Bu benim hakkım, böyle istiyorum, böyle konuşurum diyebilirsiniz. Ama böylece izlediğiniz çizginin dar görüşlülüğünü de ortaya koymuş olursunuz. Bununla Türk emekçisinin ne güvenini kazanabilir ne de desteğini alabilirsiniz.

Oysa Türk burjuvazisi Kürtler içerisinde kendi sınıfdaşlarının tam desteğine sahip. Büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleri, aşiret reisleri onunla birlikte. Doksan bin kişilik korucu ordusu yirmi yılı aşkın bir süredir onun hizmetinde. Egemen Bağışlar, Mehmet Şimşekler, Hüseyin Çelikler onunla kol kola duruyor. Kürdistan’dan köklenen tarikatlar, cemaatler hep onun hizmetinde. Kürdistan gericiliğinden güç aldığı için AKP Kürdistan’ın en büyük partisi halen. Türk burjuvazisi Kürdistan içindeki kollarını, Kürdistan içindeki gericiliği örgütlüyor. Ama siz Kürt hareketi olarak, Türkiye toplumu içerisinde size müttefik olacak güçlere yabancı kalıyorsunuz. Yedeğinize aldığınız kişilikten yoksun sol çevre ve gruplarla üstünüze düşeni yaptığınızı sanıyorsunuz. Oysa bunun Türk emekçileri üzerinde olumlu bir yankısı olmaz. Tam tersine, bu kuyrukçu ve kişiliksiz tutum, Türk emekçisinin sola güvensizliğini daha da pekiştirir, ona olan mesafesini daha da büyütür.

Siz ancak Tekel direnişlerini çoğalttığınız ölçüde Türk ve Kürt işçi ve emekçilerini birleştirebilir, mücadelenin ateşi içinde kaynaştırabilirsiniz. Bunu yaptığınız sürece, siz bu düzenin içinde Kürt sorununda elde edilebilir en çok şeyi elde edersiniz. Şu an zaten elde edilen herşey, bu meselelere herşeye rağmen devrimci olarak yaklaşıldığı bir dönemin bugüne kalan mirasıdır. ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda devrimci bayrak altında verilen mücadelenin bugüne yankısıdır. Eğer böyle davranırsanız, devrimci bir çizgide hareket ederseniz, böylece hem bu düzen içinde alabileceğinizin en çoğunu alırsınız, hem de geleceğe dönük olarak bu meselenin gerçek özgürlük ve tam eşitlik temelinde çözülebilmesini kolaylaştırır, yakınlaştırırsınız. Kürt ulusal dinamiği Türkiye devrimi için önemli bir dinamik, bunu heba etmemiş olursunuz.

Ulusal sorun ve toplumsal kapsam

Ulusal hareket içinde emek verenler, direnenler çok büyük ölçüde emekçilerdir. Kürtlerin en yoksul, en yoksun, en itilip kakılan kesimleridir. Onların gerçek çıkarları ise ulusal davayı sosyal dava ile birleştirmeyi gerektirir. Çünkü onlar sadece ulusal açıdan ezilmiyorlar; aynı zamanda sınıfsal olarak da, işçi, emekçi, yoksul insan olarak da eziliyorlar. Onlar ulusal baskıyla sınıfsal baskıyı, aynı anda iç içe yaşıyorlar. Onların çıkarları, ulusal özgürlük mücadelesinin yanı sıra sınıfsal kurtuluş mücadelesini de gerektirir. Daha da önemlisi, ulusal kurtuluş davasının sosyal kurtuluş temelinde ele alınmasını gerektirir. Ve bu temel üzerinde, Türk emekçisiyle yakınlaşmayı, onunla birleşmeyi, onunla sıkı sıkıya kaynaşmayı gerektirir. Kapitalizm bu kaynaşmayı nesnel ilişkiler yönünden zaten yaratmış bulunmaktadır. Türk ve Kürt toplumu çok ileri düzeyde iç içe geçmiş durumdadır. Kürtlerin yarısı, belki daha da fazlası, halen Türkiye’nin metropollerinde yaşamaktadır. Tersinden de Kürdistan›da önemli bir Türk nüfus var. Türkiye işçi sınıfı başta Türkler ve Kürtler olmak üzere bütün milliyetlerden oluşuyor ve üretim çarkı içinde organik olarak kaynaşmış durumda. Burjuvazi cephesindeki organik iç içeliğin sözünü bile etmiyorum. Bu bir realite, bunu hesaba katmak durumundasınız. Kürt meselesini bu toplumda ulusal kimlik üzerinden izole ederek kendi içinde çözemezsiniz.

Yarı-feodal kalıntıların, aşiret yapısının, cemaatlerin, tarikatların en güçlü olduğu yer Kürdistan’dır. Kürt sorununu devrimci temeller üzerinde çözmek aynı zamanda bütün bunların tasfiyesi demektir. Askeri mücadele ile Türk devletini sıkıntıya sokmayı, sonra da onunla masaya oturmayı hedefliyorsunuz. Farz edelim ki birtakım tavizler kopardınız, bir parlamentonuz oldu, bir iç özerkliğe bile kavuştunuz. Bütün bu toplumsal yapı böyle bir çözümde olduğu yerde kalacak. Oysa Kürt sorununu çözmek istiyorsunuz, bunları yok etmek zorundasınız. Bunları ise ancak devrimle yok edebilirsiniz.

Kürt sorununun çözümü üzerine devrimciler olarak konuşuyoruz. Ancak Türkiye’nin sözde devrimcileri gerçekte devrimi savunamıyor, sorunlara ve bu arada Kürt sorununa devrim ölçüleriyle bakamıyorlar. Türkiye’nin sözde devrimcileriyle Kürt sorununu devrim üzerinden tartışamıyorsunuz. Kürtler devrimi beklemek zorunda mı diyorlar size. Bunu söylemek devrimi bir yana bırakmakla, devrimci kimliği bir yana atmakla aynı anlama gelir.

Devrimcinin görevi devrim yapmaktır, dolayısıyla bütün sorunlara da bunun üzerinden bakmaktır. Bir devrimci ulusal sorunun çözümünü Kürdistan’daki geleneksel yapının temelden tasfiyesiyle sıkı sıkıya bağ içinde ele alır. Kürt sorununun çözümü aynı zamanda köylüsünün özgür yurttaş haline gelebilmesi sorunudur. Kürt köylüsünün özgür yurttaş haline gelebilmesi, Kürt sorunun devrimci demokratik çözümü demektir.

Güney Kürdistan’da artık bir devlet var, milli kimliği olan bir devlet. Ama toplum halen yarı-feodal aşiret ve ortaçağ artığı dinsel cemaat yapısına dayalıdır. Öte yandan söz konusu olan çıplak bir sınıf devletidir. Kuruluşunun ikinci yılında Süleymaniye’nin sokaklarında emekçiler iş, iyi yaşam koşulları, bir takım başka haklar için kitlesel gösteriler yapıyorlar, karşılığında baskı görüyor, hatta kurşunlanıyorlardı. Kürt sorununun çözümünü bu düzenin sınırları içine sıkıştırırsanız eğer, yarın Türkiye Kürdistanı’nda olacak olan da budur.

Bunu anlamayanlar sınıfsal bakıştan ve gerçeklerden kopmuş demektir. Milli baskı ve eşitsizlikler, bir ulusu kendi kimliğinden, dilinden, kültüründen yoksun bırakmak, kapitalist toplum düzeninin rezilce bir ürünüdür. Her türden ulusal baskıya, köleliğe, eşitsizliğe, ayrıcalığa karşı çıkmak her gerçek devrimcinin görevidir.

Bununla birlikte, ulusal baskı ve eşitsizliğin tüm bu sonuçlarının ortadan kalkmasını istemek ile ezilen ulus emekçilerini salt buna dayalı bir çizgiye, ulusal kimlik eksenli politikalara esir etmek iki farklı şeydir. Birincisi adına ikincisine razı olmak, devrimci konumu, devrimci sınıfsal kimliği yitirmek, en iyi durumda ezilen ulus milliyetçisi konumuna düşmektir.

Bizler devrimciler olarak, sorunları kendi bakış açımızdan ortaya koymak durumundayız. Sorunlar nesnel varlığı ile aynı olabilir fakat her bir sınıfın ona yaklaşımı temelden farklıdır. Bu gerçeği hep yineleye geldik. Buradaki temel farklılığı belirleyen sınıfsal konum ve çıkardır. Buna göre şekillenen sınıfsal tercihlerdir. Aynı soruna her sınıf, kendi sınıf çıkarlarına ve amaçlarına uygun düşen bir perspektiften bakar. Bunu bilmeyen bilimden kopmuştur, marksist hiç değildir.

Gerçek devrimciler emekçinin ulusal davasını sosyal davasından koparmazlar. Bir devrimci için Kürt sorununun çözümü, sosyal muhteva açısından baktığımızda, aşiretçilik, cemaatçilik, tarikatçılık vb. geleneksel ilişkiler içerisindeki Kürt köylüsünün özgür insan, özgür yurttaş haline gelebilmesi demektir aynı zamanda. Bu ise büyük devrimci demokratik dönüşümleri gerektirir. Türkiye gibi bir toplumda da büyük devrimci demokratik dönüşümler Türk burjuvazisinin iktidarına ve onun gerisindeki emperyalizme karşı mücadeleden koparılamaz. Özgürlük davası ile sosyalizm davası burada iç içedir. Bunun nesnel bir mantığı var.

Sorun halen egemen güç olan burjuva gericiliğini ezmektir. Zira sorunun kaynağındaki ana etken olduğu kadar çözümümün önündeki asıl engel de odur. Bu gericilik kaynağını yıkıp tasfiye ettiğinizde, bütün bu sorunları en tam, en köklü, en özgür, en demokratik bir biçimde çözmek imkânı bulmuş olursunuz.

Reform ya da devrim!

İyi ama devrimle çözüm çok uzak deniyor, bu bakış açısına yanıt olarak. Peki ama reformla çözüm çok mu yakın? Reform yoluyla ulusal bir sorunun çözüme bağlandığı nerede görülmüştür? Ulusal sorunlar ya devrimlerle köklü çözümlere, ya da güç ilişkilerinde büyük değişimlere yol açan emperyalist savaşların ardından gerici çözümlere kavuşmuşlardır. Bu ikinci durumda, gerçekte sorun çözülmemiş, yalnızca biçim ve mahiyeti değişmiştir. Reformlar yoluyla ise sorun hiçbir durumda çözülmemiş, yalnızca sürüncemede kalmıştır.

Oysa Sosyalist Ekim Devrimi, bir “halklar hapishanesi” olan Rusya’da, alabildiğine kapsamlı ve karmaşık olan ulusal sorunlar yığınını bir vuruşta çözmüş, özgürleşmiş ulusların eşitliğine ve gönüllü birliğine dayanan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni ortaya çıkarmıştı. Gerçekte devrim en kestirme yoldur, onu zafere ulaştırmayı başarabilmek kaydıyla.

Reform sorunları çözmez sadece süründürür ve zaman içinde hep de çürütür. Sorun döne döne kendini yeniden üretir. Lenin, kapitalizm demokrasi sorununu -ki Kürt sorunu da bir demokrasi sorunudur- döne döne yeniden üretir, der. Kapitalist toplum temeli üzerinde demokratik siyasal kazanımlar kuşkusuz mümkündür. Ama bunlar iğretidir, geçicidir, koşullara bağlıdır ve doğası gereği sakatlanmış haldedir. Döne döne de kaybedilir, döne döne yeniden kazanılmak üzere. Hitler faşizmiyle kaybedildi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden kazanıldı. Şimdi ‘90’lı yıllardan beri polis rejimine geçişle birlikte yeniden kaybediliyor. Kapitalizm bu; döne döne kazanır alırsınız, ardından yeniden yeniden kaybedersiniz.

Aynı şey emekçilerin bu düzen içindeki sosyal kazanımları için de geçerlidir. Kapitalizm bir genişleme, bir refah dönemi yaşar, o arada örgütlü işçi hareketi birtakım süreçlerden gelmektedir, sosyal hak ve kazanımlar için bastırır. Kapitalist sistemin karşında Sovyetler Birliği örneği ve dolayısıyla tehditi vardır; bunu gözetir Avrupa burjuvazisi ve sonuçta işçisine belli tavizler verir. Ama gün gelir, dönem değişir, Sovyetler Birliği ortadan kalkar, bu arada kapitalizmin yeni bir krizi kendini dayatır. Böylece verilen tüm tavizler parça parça geri alınır. Emekçi örgütsüz ve devrimci bir önderlikten yoksun olduğu ölçüde de bu iş nispeten kolay gerçekleşir.

Bu kendini tekrarlayan bir süreçtir, sonu yok bunun. Reform budur! Reform bir şeyi çözmez, reform oyalar, bir süreliğine yatıştırır, sonu gelmez biçimde de süründürür sadece. Bu bir kısır döngüdür, kuşaklar boyu sürer gider. Devrimse en kestirme yoldur, sorunları temelden çözer. 20. yüzyılın tartışmalı sosyalizm deneyimi bile ulusal sorunda örnek devrimci çözümler yarattı. Tarihin o güne dek görmediği türden çözümler.

Birinci emperyalist savaşın ardından bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkan Yugoslavya’da kapsamlı bir ulusal sorun vardı. Yugoslav Devrimi Alman faşizmine ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadelede tüm Yugoslav halklarını birleştirip bütünleştirdi. Devrimin zaferi ulusal sorunun çözümünü de beraberinde getirdi. Farklı uluslar ve milliyetler, altı cumhuriyet ve iki özerk bölge halinde birleşik federal bir cumhuriyette birleştiler. Kendi sınırları, dilleri, bayrakları ve özerk yönetim yapıları vardı. Devrim mücadelesi içinde kardeşleşmenin, birleşip kaynaşmanın, böylece devrimi zafere ulaştırmanın bir ürünüydü bu. Ne zaman ki Yugoslav devrimi yozlaştı, daha doğru dürüst sosyalizmin inşasına geçilmeden yeniden kapitalist gelişme yoluna girildi, her bir ulusun bünyesinde burjuva öğeler yeniden güç kazandı, işte o zaman milliyetçiliğin, dolayısıyla da milli baskının önü yeniden açıldı. Sırp burjuvazisi, Sloven burjuvazisi, Hırvat burjuvazisi, her biri kendi milliyetçilik bayrağını sallamaya, bundan sınıfsal yarar ummaya başladılar.

Sonrasını biliyoruz; sonrası çatışmalar, çekişmeler, gide gide de boğazlaşmalar oldu. Geçmişte, devrim süreci içinde, Alman faşizmine ve Yugoslav gericiliğine karşı birleşmiş, kaynaşmış, kardeşleşmiş Yugoslav halkları, ulusal boğazlaşmalar içinde birbirlerini tüketir hale geldiler. İlki, devrimin çözümüydü; birleştiren, özgürleştiren, eşitlik ve gönüllü birlik temelinde kaynaştıran... İkincisi, yeniden egemen hale gelen kapitalist düzenin ve ondan ayrı düşünülemeyecek olan burjuva milliyetçiliğinin tuttuğu yol oldu. Bölen, düşmanlaştıran ve kanlı boğazlaşmalar içine iten, böylece de tüketen bir yol.

Bugün Türk gericiliğinin resmi temsilcileri Kosova ziyaret sonrasında, oradaki küçücük Türk kolonilerinin Türkçe’yi serbestçe kullanıyor olmalarından duydukları memnuniyeti dile getirirler. Ama işte bu da Yugoslav devriminden kalma bir kazanımdır. Devrim işte böyle bir şeydir; herkesin, her ulusun ve milliyetin hakkını hukukunu tanır. Bir de kapitalizmin çözümüne, ‘90’lı yıllardaki kanlı boğazlaşmalara, o büyük Yugoslavya trajedisine bakınız.

Ulusal sorun konusunda daha kapsamlı ve daha köklü çözüm örneği, Büyük Sosyalist Ekim Devrimi oldu. Ekim Devrimi, bir “Halklar Hapishanesi” olan Rusya’dan, özgür ulusların gönüllü birliğine dayalı Sovyetler Birliği’ni çıkardı. Onbeş ayrı cumhuriyet, sayamayacağınız kadar çok özerk bölgeden oluşan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni. Emperyalist gerici propaganda, uzun onyıllar boyunca bunu, cumhuriyetler birliği formunu, tümüyle bir görüntü, biçimsel bir aldatmaca saydı. Peki Sovyetler Birliği dağıldığında ne oldu? Herkes kendi bayrağıyla, kendi sınırlarıyla, kendi devlet örgütüyle ayrıldı. Onyıllara yayılan onca bürokratik yozlaşmanın ardından bile neredeyse kimsenin burnu kanamadan gerçekleşti bu.

Dağılan Sovyetler Birliği, geriye onbeş ayrı bağımsız devlet bıraktı. Kendi açık seçik sınırları, dili, bayrağı, özgün kültürü ve yönetim aygıtı olan. Yeni devletlerin yaptıkları tek şey, dünün devrimci sembollerini burjuva gericiliğinin yeni sembolleri ile değiştirmek oldu. O koca Sovyetler ülkesinde yalnızca Karabağ ile Moldovya üzerinden sorunlar çıktı. İkisi de devrim öncesi dönemden kalma sorunlardı. Sosyalist Ekim Devrimi bunları halkların ortak çıkarlarına uygun olarak radikal bir biçimde çözdü. Ekim Devrimi’nin kazanımları yok edilince, gerisin geri burjuva toplumuna dönülünce, o eski hesaplar kapsamında bunlar yeniden gündeme geldi. Gerici burjuva milliyetçiliğinin çekişme ve çatışma konuları olarak.

Devrimin çözümüne bir başka örnek Çekoslovakya’dır. Çekistan ve Slovakya olarak, bir tek kurşun atılmadan, bir tek kimsenin burnu kanamadan iki ülke birbirinden ayrıldı. Çünkü o kusurlu sosyalizm döneminde bile bu toplumlar, karşılıklı olarak birbirlerinin kimliklerini, kültürlerini, dillerini kabul etmiş, bunu derinlemesine sindirmişlerdi. Sınırı şuradan yoksa buradan mı çekelim sorunu da yaşanmadı. İki ülke birbirinden sorunsuzca ayrılabildi.

Buna bu türden bir devrim ve sosyalizm deneyiminden geçmemiş bugünün burjuva toplumlarından herhangi bir örnek gösterebilir misiniz?

Siz Türkiye’nin bugünkü kurulu düzen içerisinde, tarihsel olarak Kürdistan saydığınız yerlerden sınır çekmeye kalkınız, böylece yalnızca kanlı boğazlaşmaların önünü açmış olursunuz. Tarihi Kürdistan dediğiniz coğrafyada Kars, Erzurum, Erzincan, Malatya, Elazığ, Maraş ve Antep de var, tamamen ya da kısmen. Ve bunların büyük bölümü halen her biçimiyle Türk gericiliğinin en sağlam kaleleridir. Salt dinsel gericilik üzerinden de değil, aynı zamanda azgın Türk milliyetçiliği üzerinden de. Buralardan hangi sınırı nasıl çizeceksiniz, kurulu düzenin ve burjuva gericiliğinin tüm görkemiyle ayakta durduğu bir sırada?

Kapitalizm ulusal sorunu döne döne yeniden üretir, bu düzen içinde köklü ve kalıcı çözüm yoktur. Bugün çözülür gibi görünür, çok geçmeden yeniden milliyetçi kapışmalar, giderek hatta boğazlaşmalar baş gösterir. ‘90’lı yılların başında Filistin barışı gerçekleşmişti güya. Oysa durum bugün her zamankinden çok daha kötüdür.

Kapitalizm koşullarında bir dizi ülkede ulusal sorunlar kuşaklar boyu sürebilmektedir. İrlanda Sorunu neredeyse üçyüzelli yıllık bir geçmişe sahiptir. Ve 1916’da İrlanda ayaklanmasına konu olabilecek kadar da çözüme yakın bir sorun gibi görünüyordu. Oysa aradan neredeyse bir yüzyıl daha geçti ve bugün hala da bir İrlanda Sorunu var. Şu sıra ortada bir uzlaşma var ama sorun nasıl çözülecek, süreç nasıl ilerleyecek, bu henüz çok da belli değildir. Süreçlerin yarattığı yorgunluk belli dönemlerde uzlaşmalara yol açar, sorun biraz durulmuş gibi görünür, ama onun çözüldüğü anlamına gelmez. Nitekim İrlanda Sorunu da halen belirsizliğini koruyor, ulusal hareketin silah bırakması bu sorunun bittiği anlamına gelmiyor.

İspanya›da Basklı örgüt ETA da elli yıl boyunca bir ulusal mücadele sürdürdü ve gelinen yerde silahlı mücadeleyi bıraktığını ilan etmiş bulunuyor. Ama bu hiç de Bask sorununun ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. İspanya›da Bask, Katalonya vb. ulusal sorunlardan kaynaklı sıkıntılar sürüyor.

Kaldı ki insanlık dünya ölçüsünde bunalımlar, çatışmalar ve savaşlarla dolu yeni bir tarihi evreye de girmiş bulunmaktadır. Bunun ağır etkileri kendini her alanda ve elbette ulusal sorunlar üzerinden de gösterecektir. Ulusal sorunlar bir dizi ülkeyi ve bu arada İspanya’yı da yormaya devam edecektir. Sorunların temeli durduğu sürece, o temel, yüzeyde kurutulmuş ya da bir parça hafiflemiş gibi görünen yarayı zamanla yeniden kanatacak, yeniden ağırlaştıracaktır. Kalıcı çözüm devrimde, gerçek kurtuluş sosyalizmdedir. Marksist bilimsel dünya görüşü bunu söylüyor, tarih buna tanıklık ediyor.

www.tkip.org
(EKİM, Sayı: 289, Nisan 2013)